On iki gün izin yaptım. Ev taşıma izniydi. Bir “Anakara”dan ötekine geçtik. Artık ve yeniden “Avrupalı” olduk!

Taşınma telaşından ilk günler ne gazete okudum, ne TV önüne çöktüm, ne bilgisayarın kapağını kaldırdım. Bir kaç gün sonra da bunun ne kadar harika olduğunun bilincine vardım.

Taşınmanın en zor yanı “kitaplar” idi. Tek tek elden geçirildi, ayıklandı, sıraya kondu, tozu alındı, kutulara dolduruldu.  Taşınmanın külfetini omuzlamadım; onun yerine raftan indirilmiş, elden geçirilmekte olan kitaplar arasında kaçamak turlar attım.

İlk gençliğimin romancılarından B. Traven’in İsyan’ını buldum. Bir solukta okudum. İyi geldi.

Hasan Hüseyin’in “Ağlasun Ayşafağı” elime geçti. Uzun süredir niye Hasan Hüseyin şiiri okumadığıma hayıflandım. Okudum. İyi geldi.

Turgut Uyar’ın kaybettiğimi sandığım Tütünler Islak’ını buldum. Önce bir çırpıda, sonra sindire sindire okudum. Çok çok iyi geldi....

On iki gün böyle geçti. Ne gazete, ne TV, ne bilgisayar.

İyi geldi.

Ne çare ki bitti. Yeniden kürkçü dükkanına dönme, T24’e yeniden ve dört elle sarılma ve haftada beş gün Tırmık yazma zamanıdır...

On iki gün meslek dışı kalmanın bedeli var elbet. Arada “Ne olup ne bitmiş”i kavramak gerek. İnternete gömülüp oniki günlük gazeteleri elden geçirdim.

Zor geldi.

*    *    *

Siz ne düşünürsünüz bilmemem. Ama bence şu on iki günün en önemli olayı yine Kürt sorunu.

Hayır anlamsızca ve küstahça yasaklanan, zorbaca önlenen Newroz bayramından söz etmiyorum. AKP elebaşısının Kürt sorunundaki “yeni stratejisi”nden söz ediyorum.

Hükümetin –hem de güçlü bakanlarının- bile haberi olmayan, danışmanlardan oluşan dar ve sorumsuz bir iç halkada kararlaştırıldığı anlaşılan ve Başbakan’ın giderayak açıkladığı stratejiden:

- Terör örgütü ile sonuna kadar mücadele, siyasi uzantısıyla da müzakere...

Ne demek bu?

İlk bakışta “Aaaa ne kadar iyi. Nihayet Kürt sorunuun silahla değil siyasal düzlemde müzakere ile çözülmesinin  kapısı aralanıyor” denebilir. “Siyasi uzantı” diye tanımlanan parti belli: BDP, Kürt siyasal hareketinin yasal düzlemdeki örgütü. Dolayısıyla yasal düzlemde , “Oslo üstünden” giden dolambaçlı yollara başvurmadan rahat rahat konuşulabilir ve anlaşılabilir. Nitekim bu paralelde yazan epey meslektaşımız olmuş.

Gel gör ki Başbakan devam ediyor: “...onlarla görüşme yaparız, ama dürüst davrandıkları sürece. Eğer onlar da dürüst davranmazsa onlarla da görüşecek değiliz...... Kendi iradeleri yoksa, kendi iradelerini kullanamıyorlarsa, kendi adlarına konuşmuyorlar da İmralı'nın veyahut Kandil'in ağzıyla konuşuyorlarsa gün gele artık onlarla da bunları konuşamaz duruma geliriz...”

Buyrun burdan yakın!

BDP’nin dürüst davranıp davranmadığının ölçüleceği terazi nasıl bir terazidir acep ve o teraziyi elinde tutan kimdir?

Dahası, BDP’nin kendi iradesiyle mi konuştuğu, yoksa “İmralı’nın veyahut Kandil’in ağzıyla” mı konuştuğuna kim karar verecek? Aradaki fark nedir ve bu nasıl ölçülür?

Herhalde terazinin sapını elinde tutan Başbakan Erdoğan ve takma adla yazdıkları köşelerde kan kokusu almış kurt gibi analizler (?) yapan danışmanları olacak.

Yemezler sayın Başbakan yemezler; at terli!

*    *    *

Milliyetçiliğin en koyusunda kulaç atan ve gitgide derinlere doğru yol alan Tayyip Erdoğan, Kürt sorununa barışçıl çözüm aramakta  “mış gibi” yaparak, askeri çözümlerin 30 yıllık batağına dönüyor.

Söz uçar yazı kalır. A-ha buraya yazıyorum. Bir süre sonra Başbakan bizlere dönecek ve “Görüldü ki siyasi uzantı olan parti Kandil’in ve  İmralı’nın ağzından konuşuyor. Yani müzakere sürecini bitirdiler. Bize başka yol bırakmadılar. Sorumluluk onlardadır” diyecek ve ardından “Şu kadar asker şehit oldu, bu kadar terörist ölü ele geçirildi” diye başlayan o utanç cümleleri kulaklarımızda daha sık yankılanmaya başlayacak.

Yani AKP’nin yeni “Kürt stratejisi”, çıkmaz sokak olduğu 30 yıldır kanıtlanmış eski yola dönüşün peşrevinden ibaret...