20 yıl önce “Zilan’ın Türküsü adlı bir şarkı söylemiş ve yargılanmıştım bu yüzden. O zamanlar pek fazla özel Tv kanalı yoktu. Olan iki üç kanaldan biriydi Star Tv ve çatışmada öldürülen bir kadın gerillayı, çıplak olarak teşhir etmişti. İnsanlık onurunun böyle rezilce ayaklar altına alınabildiğine, birebir tanık olduğum ilk olaylardan biriydi bu. Sonra, kesilmiş kulaklardan kolye yapıldığına da tanık olduk. Zulüm ve aslında korku,  vicdanı ele geçirdiğinde, ucu bucağı kalmıyor kötülüğün.

O kadın için yazıldı “Zilan’ın Türküsü” Tuncay Akdoğan tarafından ve ben de seslendirdim. Bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırıldım Malatya DGM tarafından ve cezam mahkemedeki iyi halim nedeniyle paraya çevrildi. Oysa mahkemenin hiçbir oturumuna katılmamıştım. Bütün konserleri yasak bir şarkıcının, Malatya’ya gitmesi epey külfetliydi çünkü. Mahkeme bana üstü örtülü şekilde, ‘En iyi haliniz, gözümüze görünmediğiniz haliniz’  mesajı  da vermiş olabilir ya da hukuksuz bir mahkemenin hukuka saygılı bir hakimi mümkün olabildiğince sanık lehine karar vermiş de olabilir, bilemiyorum. Neyse, para cezasını taksite bağladık, ödedik yavaş yavaş. Hatta, taksitlerden birini, grevdeki otel işçileri ödedi ki hiç unutmam o büyük dayanışmalarını. Ne kadar direttiysem de o parayı almamak için kabul ettiremedim o güzel insanlara: Dayanışma bunu gerektirir dediler. Aslında, önce parayı ödemeyip hapse girmeyi düşündüm ama o zamanın parasıyla bir buçuk milyar için, neredeyse sekiz on yıl hapiste kalmam gerekecekti. Yargılandığım diğer davaları da düşününce, parayı ödemek daha makul göründü.

Bunca yıl sonra yine aynı olayı yaşamanın ağırlığını tarif edecek söz bulamıyorum şu an. Gerek yok zaten; herkes ne çektiğini iyi biliyor ve söze dökülen her duygu, gürültülü kanallarda kendine bile yabancılaşarak yitip gidiyor.

Kevser Eltürk’ ten söz ediyorum. Varto’da öldürülüp, çıplak fotoğrafları günlerdir sosyal medya’da dolaşan, konuşulan Kevser Eltürk’ten. Bir ölüye kötülük yapabilmenin örnekleriyle dolu hafızam ve bunun verdiği acıyla. Savaşın korkunç yüzüyle tanışmış bir toplumun, en azından biraz farklı davranabilecek bir konuma varmış olması gerekiyordu ama varamamış. Binlerce kez denediği yöntemleri, yeniden deneyince farklı bir sonuç alabileceğini düşünüyor hala toplumun en az yarısı. Acı, çok acı bir şeydir baylar bayanlar: Çok sevdiğini kaybeden her insanın yüreği aynı sızlar. Şimdi ben, bir ölüye bunu yapamazsınız dediğimde ama askerler, polisler diye söze giren insanlara şunu demek istiyorum: Bir ölüye bunu yapamazsınız. Kim olursa olsun: Asker, polis, gerilla, başbakan, boşta gezen, zengin, fakir; hiç kimseye.

AYNI ŞARKILARI SEVEN İNSANLARIZ

Yıllar önce, bir insanla tanıştım. Bir kahvede otururken geldi yanıma ve bana  anlatması gereken önemli bir konu olduğunu söyledi. Genç bir adamdı. Tanışma faslından sonra anlattıklarının yarattığı insanım ben: Sesi kırık bir şarkıcı. O genç adam, askerdeyken bir operasyona katılmış. O zamanlar benim ilk solo albümüm olan ‘Kül’ ün çıktığı zamanlar. Bir şekilde ulaşmış albüme ve o koşullarda gizlice dinlemiş walkmeninde. Operasyona giderken de yanındaymış albüm. Sonra çatışma, geçmek bilmeyen saatler ve ölüler. Hep sayılarla anılan, savaş ölüleri. Askerler, gerilla ölülerinin üst aramasını yaparken, benimle konuşan genç adamın üstünü aradığı genç gerillanın üzerinden de ‘Kül’  çıkmış. Aynı şarkıları seven, söyleyen insanlar neden karşı karşıya gelir, neden öldürür birbirini?

Şimdi diyorum ki size; Barış diyorsam,  her mazlum için. İnsanlar ölüyor derken her mazlum için. Ormanlar yanıyor derken, tüm canlılar için. Ayırmıyorum yani bu noktada. Ayırdığım bir nokta var evet,  o da kendini ecel sanma psikopatlığına varan ruhlardan tiksinmişliğim. O karanlık ruhlardan bizi ayırabilen tek şey; onlara benzememek için direnmek. Ancak o zaman değişir dünya. Onların araçlarını reddedince, düşmanımıza benzemedikçe. Benzerlerimizi, muktedirlerin azmettirmesiyle öldürerek varamayız hiçbir yere.

İnsan zaten büyük bir problem dünya için. Tarım toplumuna geçtiğinden beri insanlık, vardığı her noktaya; şehir mezarlardaki deneyimine bile ‘hayat’  diyor yüzyıllardır. Bir virüs nasıl türünü devam ettirmek için çabalıyorsa, insanın çabası da bu. Gerçek sorun, çok da bekletmeden dayatacak kendini: Dünya zaten, sırtındaki her şeyi atıp, yeni bir hayatın şekilleneceği bir döneme girdi bile. Bu kararı çok yerinde bence. Neden bu pespayeliğe katlansın ki?

Toplumumuzun ve dünyadaki bütün toplumların ortak bir derdi var. Ezen, sömüren, karşısındakinin hiçbir duygusunu anlamayan (Belki de anlayamayandır yaradılışlarından ötürü, genetik bir farklılığımız olabilir sanki, aynı tür olmayabiliriz onlarla) saltanat meftunları ve ezilen, öldürülen ya da onlar adına cepheye sürülen, onlar adına öldüren, çalışan, üretenler. Bu emek hiç de kutsal değil. Bu sistem için harcanan emek, karşılığını eskinin bakkallarının veresiye defterinin yerini almış olan kredi kartlarını ayrıcalık sananların köleliğini gizliyor sadece: Zulmün sermayesi mazlum bedeni.

Metroların yuttuğu, plazaların kustuğu bir zamandayız. Amaç dünyanın her köşesine bunu yayıp, sonra hayat diye yutturmak. Onlar, uzayın başka bir galaksisine yerleşebilecek olanakları bile yaratabilir sırtımızdan. Ona da hayat denmez ya ama demiştim ya, bir çeşit virüs onlar, soyları tükensin inşallah. Ne halleri varsa görsünler, terk edelim onları. Onlar adına yürütülen savaşları reddedelim en azından. Çok sınır var dünyada. Aynı acılara yaşatacak yeni sınırlara ‘Dur’  diyelim. Benzerlerimizi öldürmek yerine, onlarla yan yana olmayı, rengarenk kalmayı deneyelim: Ezmeden, ezilmeden. Ne asker Barış’ın ciğerini yakan olalım ne de Kevser’in. Dünya bizi sırtından attığında, en azından ‘Oh be!’ diyelim, ‘ Yaşadığımız kar kaldı yanımıza.‘