'Şehirlerin göksel kaderine inananlar, o kaderin gökyüzünden görüldüğünü bilirler. Diyarbakır, gökyüzünden Anadolu'nun bağrında bir kalp gibi görünür. Bir kalp gibi yoğun ve hayati olduğunu hissettirir...'

Bu satırlar 'Doğunun Kapısı Diyarbakır' kitabımdan. Orada anlatmaya çalıştığım her an, her salise yaşanıyor. Hep yaşandı. Diyarbakır binyıllardır bir geçiş yeri olmanın, bir medeniyet beşiği olmanın derinliğini taşıyor hâlâ.

Bu derinliğin ve kültürün farkında olan bir cumhurbaşkanına sahip olmak ise başka bir ayrıcalık.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün iki gün süren Diyarbakır gezisine eşlik etmek üzere Esenboğa Havalimanı'ndan hareket ettiğimizde, üzerimizde bir gün önce toplanmış olan MGK bildirisinin tatsızlığı vardı. Bana Cumhurbaşkanı'nda da bir burukluk varmış gibi geldi. Yaklaşık iki buçuk ay önce planladığı gezi Demokratik Toplum Kongresi'nin özerklik temalı çalıştayı ve toplumun geneline sirayet eden 'bölünüyor muyuz?' kaygısıyla gölgelenmişti.

Bu iki çıkışın gölgesinde havalandık.

Uçakta Cumhurbaşkanı Diyarbakır'ın önemine, tarihsel derinliğine gönderme yapan bir sohbet yaptı. Sadece iki gazeteci olduğumuz için sohbet siyasetten çok edebiyat içerikli seyretti.

Bazen siyaset sorunların çözümüne katkı yapamaz olur. Araç olmaktan çıkıp, amaç haline gelir. Belki de Kürt meselesinde yaşanan bu olduğu için, Cumhurbaşkanı siyasetten çok ortak kültürel kodlara gönderme yapan konuşmalar yaptı Diyarbakır'da. 'Elinizi vicdanınıza koyun, hiç mi iyi bir gelişme yaşanmadı?' diye sordu kendisini dinlemek üzere gelen Diyarbakırlılara. Tabii konu vicdan, yer Diyarbakır olunca bu sorunun ağırlığı neyle tartılır bilmek zor. Ama şu çok netti; Cumhurbaşkanı'nın konuşması samimi ve içtendi. Diyarbakırlılara ettiği sitem de, muhabbet duyan birinin sitemi gibiydi.

Cumhurbaşkanı, zor geçen bir yılın sonunda, Türkiye'nin en ağır sorununun muhasebesini yapmak üzere buradaydı sanki. Bir yılı tamamlayıp, başka bir yıla geçerken, sanki sağlam bir düğüm atmak istiyordu memleketin çözülen dikiş yerlerine.

Biraz da bu düğümü attığı şehrin geriliminden sıdkı sıyrılan bir babanın tavrı içindeydi. Hane halkı ortalığı dağıtmış da, evin babası 'durun ne yapıyorsunuz, bu ev hepimize yeter' diyor gibiydi.

O evi ne kadar sahiplendiğini göstermek için de, Diyarbakır'ın tarihî mirası olan surların himayesini üstlendiğini dün deklare etti.

Gül'ün bu misyonu uzun zamandır biliniyor zaten. Bölgede ona yönelen teveccühün siyaset üstü pozisyonundan kaynaklandığı ve güven veren bir devlet adamı profili çizdiği ortada.

Uçakta bu geziye yüklenen anlam ve beklentilerden söz edince; şu cevabı verdi: "Sadece beklentilere göre gidersek, devlet adamlığı yapmış olmayız. Ama beklentileri de görmezden gelemeyiz. Bizim her şeyi normalleştirmemiz lazım." Normalleştirilmesi gerekenlerin başına Kürt sorunu olduğunu ekleyerek.

Mağduriyetleri gidermekten söz ediyor Cumhurbaşkanı. Bunu söylerken referansı vicdanî ve insanî değerler; insanî ve vicdanî yanlışları hayatımızdan atmanın yolu demokratik standardı yükseltmemizdir. Bunu yapamazsak aşırı ideoloji, kan ve şiddete başvurarak bünyemizi bozarız.

Demokratik standardın yükseleceğine inancı olmalı ki şu örneği veriyor: "Yıkılmış, yakılmış şehirler var Ortadoğu'da. Onları kim yapacak? Biz yapacağız. Burası Ortadoğu'nun kalbi." Bir cazibe merkezi; Ortadoğu'da yıkılan şehirleri imar edecek bir millet hayal ediyor Cumhurbaşkanı Gül. "Diyarbakır bu imarın merkezi olmalı." diyor. "Sinerji olsun ki hep beraber siyasi konularda bir şey yapalım." Yani konuşmanın gücüne hâlâ inanıyor.

Bu temennilerin altında yatan sahiplenmede ilginç bir ifade kullanıyor Cumhurbaşkanı: "Biz bir milletiz. Bunu babalarınıza, dedelerinize sorun. Onlar size anlatır. Ben yurtdışına gittiğimde şehitlikleri ziyaret ederim. Çoğu mezar taşında Sivas'tan, Van'dan, Diyarbakır'dan gitmiş insanların adları vardır. Bu ülke hepimizin değil mi?"

Bu hatırlatmadan hemen sonra, bence gezinin gözden kaçan en önemli ayrıntısını örnekliyor: "Türkiye'nin her yeri hepimizin. Yani canı isteyen, sermayesi olan herkes istediği her yerde yatırım yapabilir, yaşayabilir. Bir Diyarbakırlı istediği zaman Türkiye'nin istediği yerinde yerleşebilir."

Bana kalırsa bu mesaj; demokratik özerklik iddiasını dillendirenlere bir uyarı, bir cevaptı. Memleketin bir köşesini kendinizin ilan ederseniz, memleketin başka köşelerini kendine mal edeceklerin önüne geçemezsiniz demek istiyordu sanıyorum.

Bunu söyleyişindeki tehditten uzak, dostane ton bence gezinin en çarpıcı ayrıntısıydı.

Cumhurbaşkanı Diyarbakır'a ayak bastığı andan itibaren şehirden eksik olmayan jet seslerine, bir devlet adamının kayıtsız kalması düşünülemez. Keza MGK toplantısında 'tek tek tek...' diye devam eden bildirinin de jetlerin uçuşundan bir farkı yoktu.

Gezinin ikinci gününde yağan yağmura rağmen sokakları dolduran, Cumhurbaşkanı'nı alkışlayan, tilili sesleriyle zılgıt çeken kadınların, adamların gösterdiği geçek şu; Jet sesleri Kayserili, Diyarbakırlı hepimizin üzerinden uçuyordu. Hepimizin ruhunu sarsıyordu.

Özetle Cumhurbaşkanı'nın Diyarbakır konuşması; sitem, hatırlatma, itidal, yol gösterme ve samimiyet yüklüydü.

Bu samimiyeti paylaşan bir başka konuşma ise Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu'ndan geldi. Ensarioğlu Diyarbakır'da hasret kaldığı çoğulcu siyasete gönderme yaparak; Âşık Veysel'den bir dörtlük okudu:

'Kim okurdu kim yazardı/bu düğümü kim çözerdi/Koyun kurt ile gezerdi/ Fikir başka başka olmasa'

Fikirlerin farklı olmasının, bir olmaya engel olmadığını bilgece anlatan Veysel'den yapılan alıntı da gösteriyor ki, aslında herkes aynı iyiliğin duacısı. Kimse şerden yana değil.

Herkes 'empatiden yoksun tartışmaların sona ermesini istiyor'.

O halde, yapılacaklar belli değil mi?