HDP Sözcüsü ve Kars Milletvekili Ayhan Bilgen, TBMM’de İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında verilen gensoru üzerine açıklamalarda bulundu.

“İçişleri Bakanının özel bir politikası olmaz. İçişleri Bakanının pratiği olur” diyen Bilgen, “İçişleri Bakanlığı politikası Hükümet politikasıdır ve genellikle, Türkiye tarihi bunu gösteriyor ki bize zor işler, suç niteliği taşıyan işler, sözler, mesajlar İçişleri Bakanlığı eliyle savunulur, onun diliyle kamuoyuna taşınır. Eğer değer olsaydı, kural olsaydı, ilke olsaydı herhalde Anzaklar için Çanakkale'de her yıl mezarları başında anma törenleri düzenleyen bu ülke, bu Hükümet Bitlis'te mezarlardan cesetleri çıkarıp otopsiye göndermez, mezar taşlarını da kırarak güç gösterisi ortaya koymaya çalışmazdı; eğer azıcık ahlak, azıcık ilke, azıcık hukuktan nasip olsaydı” ifadelerini kullandı.

Bilgen, “Elbette çok hamaset yapılabilir ve bütün sorunlar dış güçlere havale edilip "Bir tehditle karşı karşıya bulunduğumuz için bunları görmeyelim, bunları yok sayalım, bunların üstünü örtelim" diye kendimizi kandırmayı tercih edebiliriz. Fakat asıl tehlike tam orada başlar. Yoksa dışarıdan gelen saldırıdan daha tehlikelisi, daha etkilisi bir ülkenin uyguladığı politikalarla kendi halkını ülkesinden soğutmasıdır. Bir halkın kendi ülkesinden soğutulması çok açık bir ihanettir ve bir ülkeye verilebilecek en büyük zarardır” dedi.

Bilgen’in açıklaması şu şekilde:

‘İÇİŞLERİ BAKANI’NIN ÖZEL POLİTİKASI OLMAZ, PRATİĞİ OLUR’

Elbette şu anda karşı karşıya bulunduğumuz durum sadece bir Bakanın performansını konuşmanın ötesinde değerlendirme yapmayı gerektiriyor ve hepimizi biliyoruz ki İçişleri Bakanının özel bir politikası olmaz. İçişleri Bakanının pratiği olur. İçişleri Bakanlığı politikası Hükümet politikasıdır ve genellikle, Türkiye tarihi bunu gösteriyor ki bize zor işler, suç niteliği taşıyan işler, sözler, mesajlar İçişleri Bakanlığı eliyle savunulur, onun diliyle kamuoyuna taşınır. Ama sonuç itibarıyla bizim konuşacağımız, tartışacağımız sadece İçişleri Bakanının performansı değil, onun politikasının arkasında duran, onun sözünün, onun yaptığının arkasında duran Hükümetin politikasıdır.

Eğer Adalet Bakanlığının ne kadar başarılı olduğunu değerlendirirken ne kadar çok cezaevi yapıldığını, ne kadar çok adalet sarayı yapıldığını ölçü kabul ediyorsak, Milli Eğitim Bakanlığının bütçesini konuşurken ne kadar çok okul yapıldığını konuşuyorsak ya da Diyanet İşleri Başkanlığı için daha çok cami yapmak bir övünç vesilesiyle o zaman ahlakın nereye geldiğini konuşmayız, adalette nerede olduğumuzu konuşmayız ya da eğitim politikalarımızla nasıl bir kuşak, nasıl bir nesil yetiştirdiğimizle yüzleşmeyiz, ölçümüz ne yazık ki o olmaz.

Çok küçük bir alıntı yapacağım: "Görüyorsunuz, ataların kehanetleri gerçekleşti, cinayetler yayıldı, yürekleri şiddet bürüdü, ülke felaketlerle çalkalanıyor, kan dökülüyor, hırsız küpünü doldurmakta, sırlar ortaya döküldü, ağaçlar kökünden söküldü, dünya o hâle geldi ki bir avuç deli krallığı ele geçirdi." Bu, bugünle ilgili, Türkiye'yle ilgili bir şey değil, binlerce yıl önce bir Mısır bilgesinin Mısır'la ilgili yaptığı değerlendirme.

‘SİYASETTE SORUMLULUK GEÇİŞTİRİLEBİLECEK BİR ŞEY DEĞİLDİR’

Çok meşhur bir örnektir, Holokost'ta o kamplara gönderilen Yahudileri sadece trenlere bindiren bir kişi biliyorsunuz, 10 yıllar sonra yakalandı ve yargılandı. O yargılanırken kendisini çok masum savunuyordu, diyordu ki: "Ben hiçbir şey yapmadım, kimseyi öldürmedim, elime kan değmedi. Ben sadece gelenleri trene bindiriyor, gönderiyordum, nereye gidiyorlar, sonra ne oluyorlar, hiç bilmiyordum." Siyasette sorumluluk böyle savunulabilecek, böyle geçiştirilebilecek bir şey değildir. Eğer bu ülkede sonuç itibarıyla kan dökülüyorsa, insanlar ölmeye devam ediyorsa, işkence varsa, kötü muamele varsa, haksızlık varsa sadece o tren görevlisi gibi kendini aklayarak, kendini masum göstererek izahı olamaz.

‘DEVLETTE DUYMAYA ALIŞKIN OLDUĞUMUZ CÜMLELERİ BİLE SÖYLEMİYORSUNUZ’

Sadece bir iki vaka hatırlatacağım, 2017'nin başından, sonundan birkaç vaka: 57 yaşında Abdi Aykut, Nusaybinli, fotoğrafları medyaya, kamuoyuna yansıdı, her şey ortada. Bu işkence görmüş Abdi Aykut'la ilgili İçişleri Bakanının cümlesi şöyle: "O yaşlı dediğiniz, teröre ev sahipliği yapıyor." Şimdi, asgari bir hukuk devletinde iki şey beklersiniz; bir, hiç olmazsa eskiden beri devlette duymaya alışkın olduğumuz cümleleri söylersiniz; “gerekli soruşturmalar yapılacak, araştırılacak” falan dersiniz. Sonra bir şey çıkmaz genellikle ama hiç olmazsa uluslararası kamuoyuna, hiç olmazsa dünyaya biraz daha, devlet, hukuk devleti varmış gibi bir mesaj verirsiniz. Şimdi, bu Abdi Aykut, kanama geçiriyor, acil ameliyat oluyor ve ilk duruşmasında tahliye oluyor. Burada iki suç birden işlenmiş; hem yargılamayı etkileme suçu işlenmiş yani henüz suçlu olduğu hiçbir soruşturma, yargılama süreciyle kesinleşmediği halde baştan onu terörle iş birliği yapmakla suçluyorsunuz. Hem de aslında insan hakları gibi Anayasa'da bağlayıcı hüküm içeren bir cümleyi, Türkiye'nin taraf olduğu sözleşmeleri, anlaşmaları hepsini bir tarafa bırakıyorsunuz.

‘NORMAL’ DİYORSUNUZ; EVET, EBU GUREYB DE NORMAL’

Yine, bir başka örnek: Muğla'da canlı bomba oldukları iddiasıyla çıplak soyundurulan, yere yatırılan, fotoğrafları çekilen insanlar.

Bunu da Sayın Bakan şöyle savunuyor: "Bu normal. Dünyanın her yerinde canlı bomba şüphesi olanlar bu muameleyi görür." Evet, dünyada bu normal onu biliyoruz; mesela, böyle fotoğraflar, daha iğrençleri, daha çirkinleri Ebu Gureyb'de yayınlandı, bütün dünya gördü. Ebu Gureyb'i yapanlar için bu normal. Guantanamo'da var bunun örnekleri, çok normal ya da işte Filistin'de -uzun bir süredir bu kürsüde Filistin'le ilgili değerlendirmeler yapılıyor- bu manzaralar son derece normal. Ama o zaman sizin normaliniz değişmiş, sizin normaliniz farklılaşmış, sizin inanç dünyanız, sizin kültür dünyanız eğer bunu normal görüyorsa söylenecek çok şey yok.

Son bir örnek: Antalya Gazipaşa'da Murat Araç, 3'üncü kattan kendini atıyor ve İçişleri Bakanı yine bunu izah ederken diyor ki: "Örgüt, gözaltına alınanlara intihar edin talimatı veriyor." Ben, daha fazla söz söylemeyeceğim, daha fazla örnek aktarmayacağım. Süreyi bunlarla doldurmak istemiyorum ama aslında bu fotoğraf, bu tablo nasıl bir felaketle karşı karşıya bulunduğumuzu göstermeye yetiyor.

‘İKTİDAR PARTİSİNİN BİR SUÇU OLMAYACAĞINA GÖRE MUTLAKA HALK YANLIŞ YAPIYORDUR’

İçişleri Bakanlığının uhdesindeki en temel yetki, görev alanlarından birisine, yerel yönetimlere dair birkaç şey paylaşmak istiyorum. Hükümet, bu iktidar partisi, 2002 yılında Türkiye'ye şunu vadetmişti: "Artık seçilmiş valilerle yönetileceğiz." 2002'de seçilmiş valiler vadedip bugün atanmış belediye başkanlarıyla yönetilmek herhalde kimse için bir başarı örneği olarak ifade edilemez.

DBP'nin 102 belediyesinden 94'üne kayyum atanmış. Şimdi, eğer bütün belediye başkanları suçlu ise galiba onları seçenlerin bir suçu olsa gerek çünkü hiç doğru kimseyi seçmemişler, hiç isabetli bir tercih yapmamışlar. Yani belediye başkanlarının ötesinde, aslında bu karar bir bütün olarak bir halkın suçlu olduğunu gösterir.

Öyle ya, iktidar partisinin bir suçu olmayacağına göre, bir hata yapmış olmayacaklarına göre mutlaka halk yanlış yapıyordur, halk ısrarla yanlışı seçmeye devam ediyordur. Türkiye'de 31 milyon yurttaş, seçmediği belediye başkanları tarafından yönetiliyor. Bu, aslında Türkiye demokrasisinin içerisinde bulunduğu durumu ifade etmeye tek başına yetiyor.

‘DEVLET 23 AY SONRA TAHLİYE EDEREK “PARDON” DEDİ’

Partimize yönelik sadece son bir yıl içerisinde 7 bin gözaltı, 2 bin tutuklama söz konusu ama iki örneği hatırlatmak istiyorum. Birisi Manisa davası, geçtiğimiz hafta ilk defa hakim önüne çıktılar, 23 ay sonra. 23 ay boyunca haklarında ne iddianame hazırlanmıştı ne de mahkeme yüzü görmüşlerdi ve 23 ay sonra devlet yarısını tahliye ederek "pardon" dedi.

Başka bir örnek Bursa'dan. Aslında bu iddianamelerin nasıl hazırlandığına dair çok ilginç bir örnek. Bursa'da yine HDP'nin il yönetimi bir kahvaltı düzenliyor ve bu kahvaltı davetiyelerinin dağıtımıyla ilgili bir suç isnadı, bir delil üretme çabasıyla güvenlik güçleri kendi aralarında konuşuyorlar. Diyorlar ki: "Terörün finansı falan deriz Gazi", "Üfleriz olur biter." Şimdi bu tablo, bu fotoğraf eğer "Türkiye demokrasisine, bir hukuk devletine uygun, hiçbir şey yok bunda, bu normal bu olağan" diyorsanız söylenecek çok bir şey yine kalmıyor.

‘50’DEN FAZLA İNSAN HAYATINI KAYBETMİŞSE SORUŞTURMAK GEREKMEZ Mİ?’

Bir örnek daha vermek istiyorum, o da eş başkanlarımızın, milletvekillerimizin tutuklu yargılanmasının gerekçesi olan Kobani eylemleriyle ilgili. 50'nin üzerinde insan hayatını kaybetti ve bugüne kadar ne yazık ki 6-7 kişi dışında Bingöl emniyet müdür yardımcısı dâhil olmak üzere kimsenin ölümüyle ilgili başlatılmış bir soruşturma bulunmuyor.

Şimdi, 50'nin üzerinde insan hayatını kaybettiğinde hiç ayrım gözetmeksizin, kim tarafından öldürülmüş olurlarsa olsunlar rolleri, pozisyonları ne olursa olsun herkesle ilgili soruşturmanın başlaması gerekmiyor mu? Bingöl'deki emniyet müdürüyle ilgili nasıl ciddi bir yargılama süreci yoksa, faillerinin bulunmasıyla ilgili ciddi bir sonuç yoksa burada bu kürsüde çokça dillendirilen Ceylanpınar'da hayatını kaybeden polislerle ilgili de ciddi hiçbir durum, hiçbir gelişme, ilerleme yok.

‘HDP NE KADAR ŞIMARIRSA ŞIMARSIN BİR YIL ÖNCEYE GİDİP BİR EYLEM YAPMAYI BAŞARAMAZ’

Ama daha vahimi aslında şu; Sayın Cumhurbaşkanının 16 Nisan referandumunda bu olaylarla ilgili yaptığı değerlendirme var; çok ilginç. 2, 3 kez farklı mitinglerde Sayın Cumhurbaşkanı kürsüde önündeki metni okuyarak diyor ki  "O parti, terörle ilişkili. 7 Haziran’da çok oy aldı, 80 milletvekili çıkarttı; şımardı ve halkı sokağa döktü. 50'nin üzerinde vatandaşımız hayatını kaybetti." 7 Haziran seçimleri 2015 yılında oldu, Kobani eylemleri 2014 yılında oldu. HDP ne kadar şımarırsa şımarsın bir yıl önceye gidip bir eylem yapmayı başaramaz, zaferini böyle anamaz.

‘ELBETTE Kİ CUMHURBAŞKANI YANILABİLİR’

Elbette ki Cumhurbaşkanı yanılabilir, elbette ki Cumhurbaşkanı yanlış hatırlayabilir ama vahim olan, bu metni yazan danışmanlar acaba bilerek mi Cumhurbaşkanını yanıltıyorlar? Ya da Cumhurbaşkanı aynı yanlışı birkaç miting üst üste tekrarlıyor ama buna rağmen kimse Sayın Cumhurbaşkanını uyaramıyorsa, hatırlatamıyorsa, hiç olmazsa takvimde hangi yılın hangi yıldan önce ve sonra olduğuna dair gerçeği kendisine söyleyemiyorsa, bu ülke için çok daha vahim bir durumla karşı karşıyayız demektir.

‘RABİA İŞARETİNİN NERESİ MİLLİ VE İSLAMİ?’

Bu yanlış yönlendirme sadece Kobani eylemleriyle ilgili değil. Hepimizin sıkça duymaya alıştığı meşhur "Rabia" biliyorsunuz, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek millet. Şimdi, bu ifadeler Hitler'in Almanya'daki kampanyasından bire bir alınmış cümleler; "Ein Volk, ein Reich, ein Führer". Şimdi, bunun neresi milli ve bunun neresi İslami?

‘HUKUK OLSAYDI HÜKÜMET BİTLİS'TE MEZAR TAŞLARINI KIRARAK GÜÇ GÖSTERİSİ YAPMAZDI’

Ben size milli bir şey hatırlatayım isterseniz: "İl gider töre kalır." Bu, çok önemli bir Türk sözüdür ve o kadar derin bir anlamı vardır ki; gücünüzü kaybedebilirsiniz, iktidarınız, egemenliğiniz, her şeyiniz gidebilir hatta topraklarınız gidebilir, devletiniz yıkılabilir ama töreniz kalır. Bu töre, öyle töre cinayetlerindeki töre gibi falan bir şey değil, "değer" demektir, "ilke" demektir, "kural" demektir, "hukukun üstünlüğü" demektir. Her şeyinizi kaybedebilirsiniz ama eğer bunu kaybederseniz her şey bitmiş demektir. Eğer değer olsaydı, kural olsaydı, ilke olsaydı herhalde Anzaklar için Çanakkale'de her yıl mezarları başında anma törenleri düzenleyen bu ülke, bu Hükümet Bitlis'te mezarlardan cesetleri çıkarıp otopsiye göndermez, mezar taşlarını da kırarak güç gösterisi ortaya koymaya çalışmazdı; eğer azıcık ahlak, azıcık ilke, azıcık hukuktan nasip olsaydı.

‘BİR HALKIN KENDİ ÜLKESİNDEN SOĞUTULMASI ÇOK AÇIK BİR İHANETTİR’

Elbette çok hamaset yapılabilir ve bütün sorunlar dış güçlere havale edilip "Bir tehditle karşı karşıya bulunduğumuz için bunları görmeyelim, bunları yok sayalım, bunların üstünü örtelim" diye kendimizi kandırmayı tercih edebiliriz. Fakat asıl tehlike tam orada başlar. Ne zaman ki kendi sorunlarınızla yüzleşmekten korkmaz, sorunlarınızı çözmek için cesaretle yanlışlarınızı masaya yatırma kararlılığını ortaya koyarsınız, o zaman tehlikeyi bertaraf edersiniz. Yoksa dışarıdan gelen saldırıdan daha tehlikelisi, daha etkilisi bir ülkenin uyguladığı politikalarla kendi halkını ülkesinden soğutmasıdır. Bir halkın kendi ülkesinden soğutulması çok açık bir ihanettir ve bir ülkeye verilebilecek en büyük zarardır.

‘GİZLİ VESAYET Mİ DAHA TEHLİKELİDİR YOKSA AÇIK VESAYET Mİ?’

Burada, eskiden vesayetin olduğunu, şimdi artık vesayetin kalktığını söylüyor kürsüye çıkan iktidar partisi temsilcileri. Ben tam tersini iddia ediyorum: Evet, eskiden Türkiye'de vesayet vardı, açık bir vesayet vardı ama şimdi gizli vesayet var. Şimdi, soruyorum size: Gizli vesayet mi daha tehlikelidir yoksa açık vesayet mi? Dünyanın hiçbir yerinde gizli vesayetle mücadele açık vesayetle mücadeleden daha kolay olmaz. Tam tersine, gizli vesayet aslında varlığı bile kabul edilmeyen, farkına bile varılmayan bir tehlikeyi, bir tehdidi içerir.

Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlike, kişileri aşan OHAL uygulamasıdır. OHAL bir kötülüktür. Kötülüklerle mücadele konusunda denir ki: "Kötülükleri gücünüz yetiyorsa elinizle düzeltin, yetmiyorsa dilinizle, ona da gücünüz yetmiyorsa hiç olmazsa kalben buğzedin."

Bazı yorumcular biraz önce aktardığım hadisi şöyle yorumluyorlar, diyorlar ki: "Aslında elle düzeltme ülkeleri yönetenlerin görevidir, ümeranın görevidir. Dille düzeltme ulemanın görevidir yani aydınların, düşünenlerin, okuyup yazanların, tehlikenin farkında olanların görevidir. Kalple buğzetmek ise hiçbir gücü, bilgisi, yetkisi olmayanların, hiçbir şey yapmadıklarında hiç olmazsa o suça ortak olmadıklarını deklare etmek için ortaya koymaları gereken tavırdır." Şimdi, olağanüstü halle ilgili eğer bir kararlılık, bir irade gelişmiyor ve biz olağanüstü halle yaşamaya alıştırılıyorsak, olağanüstü hal uygulamaları normalleşiyorsa emin olun ki bunun vesayet dışında hiçbir izahı olamaz. "Hayır, biz yaptık, iyi yaptık, doğru yaptık; yine olsa yine yaparız" diyorsanız o zaman olağanüstü hali kaldırmakla ilgili övüntülerin çok bir anlamı kalmaz.

Demokrat Haber/Ankara