Hangi acının izdüşümüydü bu. Hangi felsefenin insana olan yansımasıydı. Sanki güneşe atıfta bulunuyordu konuşurken. Sanki toprağa, havaya, suya atıfta bulunuyordu! Sanki bir tutam nergiz toplamıştı has bahçeden ve nergizin kokusundan bahsediyordu. Yaşamsal bir önem taşıyordu onun için kimliği. Onun için kimliği bir ekmek kadar önemliydi. Yerde gördüğünde öpüp başına koyduğu bir ekmek kadar önemliydi.

Acılardan bahsederken gözleri doluyordu ama ağlamıyordu. Yitirdiklerim oldu diyordu ama sızlanmıyordu. Şükür ediyordu ama teslim olmuyordu. Bir gurur vardı yüzünde.

Sanki turnalar inmişti işyerinde ki penceresinin önüne. Geçmişten bahsederken turnalardan bahseder gibiydi. Elini savurup geçmişe hayıflanırken sanki turnalar semah dönüyordu.

Bundan yaklaşık 5 gün önceydi. Ulus’ta bir diş aletleri tamircisine uğramıştım. Buyur etmişti beni. Kırklı yaşlardaydı ama altmışında gösteriyordu. Belki de aynı yaşlardaydık ama abi demiştim bir kere. O da yadırgamayıp benimsemişti. Amca diyenler var sen rahat ol demişti.

Okuyamadım dedi. Durumumuz yoktu. Babam ilkokuldan sonra beni bir ayakkabıcıya çırak verdi. Orda da duramadım. Onlarca iş değiştirdim. Ustalıkta yaptım amelelikte. Ama bu işim dışında hiç bir düzen tutturamadım.

Oturdum bir köşeye. Oruç musun dedi, hayır dedim.  Zaten konuya da oradan girdik. Çorum’lu olduğunu söyledi. O gün Çorum katliamının yıldönümüydü.  Kendimi tanıttım. Meğer bire bir yaşamış o günleri Ali abi. Ayrılırken birbirimize sarıldık. Kırk yıllık tanıdık gibi olmuştuk Ali abiyle. O kadar acılara rağmen hala hayata tutunup gülümseyebiliyordu. Sen okumuş birisin ama beni anla dedi. Olurda bu hikâyeyi yazarsan başlığını da “Benden Aleviliğimi çıkarın geriye hiçbir şey kalmaz” diye koy dedi.

Sormadım neden öyle dediğini. Anlattıklarını not ettikçe ona hak verdim. Acıyı iliklerine kadar yaşamıştı besbelli. Tanıdıklarını, akrabalarını kaybetmişti. Küçük bir çocukken yaşadıkları ona kimliğinin ne kadar önemli olduğunu hissettirmişti. O aslında kimliğine sahip çıktıkça kendine sahip çıkıyordu. Kendine sahip çıktıkça da yitirdiklerine, kaybettiklerine sahip çıkıyordu. Kaç çocuğun hafızasında böyle yaşanmışlıklar vardı ki. O aslında kimliğine sahip çıktıkça yaşanmışlıklarına sahip çıkıyordu. Kıza ama özdü anlattıkları. Bu yüzden konuşmasına da yine kimliğini açıklayarak başlamıştı:

“Bazen soruyor arkadaşlar! Neden bu kadar Aleviliğe düşkünsün diye! Hatta bazıları ileri gidiyor “Bende Aleviyim ama senin kadar düşkün değilim” diyor! Nasıl olmayım ki? Benden Aleviliğimi çıkarın geriye hiçbir şey kalmaz. Acı çektim ben. Acısını içimde yaşadım.
    
Çocuktum. 7 yaşlarındaydım. Çorum Alaca’da bir gecekondumuz vardı. Orada oturuyorduk. Öyle bir gün geldi ki erkenden yatmaya başladık! Lambaları hiç yakmazdık akşamları. Babamın tahtadan yaptığı divanın altına gizlenir öyle yatardık annemle. Babam perdeyi hafiften aralar sabahlara kadar dışarı bakardı. Anlam veremezdim ama korkardım. Çünkü annemde korkardı. Sonra geceleri silah sesleri duymaya başladık. Birileri naralar atıyor hakaretler yağdırıyordu.
    
Bir sabah eski bir minibüs geldi kapıya. Bir sürü çocuk vardı minibüsün içinde. Babam beni o minibüse bindirip Çorum Alaca’da Haydar köy’e gönderdi! Sonradan anlayacaktım ki katliamdan çocukları kaçırıyorlardı. Bir süre çocuklarla birlikte kaldık o köyde. 2 ya da 3 Temmuz günlerinde Çorum Alaca’da yaklaşık 1000 kişilik faşist grup Alevi ailelere karşı saldırıya geçmiş onlarca iş yerini tahrip edip onlarca kişiyi de yaralamıştı! Bunlardan birisiydi babam. Döndüğümüzde babamı ilk gördüğüm anı hiç unutamam. Sağ kolu henüz üzerinde kanı kurumamış bezlerle sargılıydı.
    
Sıvacıydı babam. Öyle bir yara almıştı ki bir daha hiç sıva yapamadı. Ankara’ya taşındık. Ölmemiştik, öldürülmemiştik ama içimizde ki acı hiç dinmemişti. Dinmeyecekte.”