Kapitalizmin en önemli özelliklerinden birisi, liberal iktisatçılar tarafından iddia edilenin aksine, ekonomik rekabetin bir sürekliliğinin olmaması ve rekabetin her zaman bir tekelleşmeyle son bulmasıdır. Bir başka deyişle, belli sanayi kollarının denetimi ve yönlendiriciliğinin, birkaç büyük şirketin tekeline geçmesidir. Böylelikle sermaye açısından güçlü olan şirketler, kendilerine oranla daha zayıf olan şirketlere yaşam sansı bırakmamaktadır. Bu nedenle, gerek görece zayıf şirketlerin yok olması ve gerekse büyük şirketler tarafından satın alınmasıyla, büyük şirketler güçlerini daha fazla arttırmakta ve bir sonraki “rekabete” daha güçlenerek hazırlanmaktadırlar.

Bunun en açık örneğini, pek çok küçük işletmenin yok olmasında görebilmekteyiz. Mütevazı imkânlara sahip kitapçılar, şirketleşen büyük, tam anlamıyla kapitalist denilebilecek kitapçılar karşısında tutunamamakta; mahallenin manavı, kasabı, bakkalı büyük marketlerle rekabet edememekte, yerini büyük onlara terk etmektedirler. Elbette bu sayılanlar, dev sermayeli şirketlerin çarpışmalarının yanında önemsiz gözükmekle birlikte, konumuz açısından önemlidir.

Söz konusu rekabette devletin de payının olduğu unutulmamalıdır. Büyük şirketlere vergi ayrıcalıkları tanıyan neo-liberal devlet, gelirlerinin oldukça büyük bir kısmını, halktan aldığı vergilere dayandırmaktadır. Halktan alınan vergi ise temel olarak iki aşamalı bir süreçtir: Birincisi, maaşlardan, henüz maaş sahibinin eline geçmeden alınan vergi; ikincisi ise bu maaşlar üzerinden yapılan harcamalarda, her türlü tüketim maddesinden alınan vergi. Bu nedenden ötürü devlet, temel gelir kalemlerinden birisi olan dolaylı vergileri, yani halkın yaptığı harcamalardan aldığı vergileri daha rahatlıkla denetleyebildiği büyük şirketleri desteklemekte ve bunların ayağına takılacak ve vergi konusunda denetlemekte zorlandığı küçük işletmeleri, kışın yolları açan kar makineleri gibi büyük şirketlerin önünden savurmaktadır. Devlet, bu çalışmaları, adım başı kurulan ve insanları doymazcasına tüketmeye teşvik eden AVM’ler ve büyük mağazaları doğrudan destekleyerek, büyük şirketlere vergi kolaylıkları ve çeşitli teşvikler sunarak ve son olarak da küçük esnafı zor durumda bırakacak çeşitli kanunlarla çıkararak yapmaktadır.

Örneğin, son zamanların gündem maddesi olan Taksim meydanında yapılan yayalaştırma çalışmaları ve Gezi Parkı’nda bir AVM yapılmak istenmesi dahilinde, o bölgede yer alan pek çok küçük işletme kapatılmıştır. Bunun yanı sıra, bölgeye yapılacak bir AVM’nin veyahut otelin, Beyoğlu esnafına veya küçük otel işletmelerine gelecekte vereceği ekonomik zarar da cabası. Bununla birlikte, gerçeği idrak etmekten yoksun, esnaf olduğu ileri sürülen bazı eli sopalı, palalı veya silahlı kişiler, esnafın uzun vadede yüzleşeceği muhtemel zararları süzebilmek yerine, kısa vadeli çıkarlarını ön planda tutarak, gösteriler nedeniyle maruz kaldıkları birkaç günlük zararlarının acısını göstericilerden çıkarmayı hedeflemişlerdir.

Karl Marx, 1848 Devrimleri sırasında, Paris esnafının oynadığı benzer role karşılık söylediği: “Haziran günlerinde, hiç kimse, mülkiyeti kurtarma uğruna ve krediyi yeniden tesis etme uğruna, Paris küçük-burjuvaları, kahveciler, lokantacılar, şarap satıcıları, küçük tacirler, dükkancılar, zanaatçılar vb. kadar bağnazca savaşmamıştı. Dükkan, bütün kuvvetini toplayarak sokaktan dükkana geçişi yeniden sağlamak için barikata karşı yürümüştü. Ama barikatın ardında dükkanın müşterileri ve borçluları, önünde ise alacaklıları vardı. Ve barikatlar devrilip işçiler ezildiğinde, ve mağazaların bekçileri zafer sarhoşluğu içinde yeniden dükkanlarına koşuştukları zaman, dükkan kapısının, mülkiyetin bir bekçisi tarafından, kendilerine birtakım gözkorkutucu kağıtları uzatan resmi bir kredi memuru tarafından kesilmiş olduğunu gördüler: vadesi geçmiş poliçe, vadesi dolmuş senet, vadesi gelmiş bono, batmış dükkan ve batmış dükkancı buldular...  “Küçük-burjuvalar, işçileri yenmekle, kendilerini kuzu kuzu alacaklılarının ellerine teslim etmiş olduklarını büyük bir dehşetle anladılar.” sözlerinin bugün de geçerliğini koruduğunu görebilmekteyiz.

Bununla birlikte, 9 Eylül’de yürürlüğe giren alkol düzenlemesiyle birlikte, küçük esnaf neo-liberalizmden bir tokat daha yemiştir.

Alkol düzenlemesi, zannımca, “öz”sel anlamda değil de “biçim”sel anlamda tartışılmaktadır. Bunda hiç kuşku yok ki iktidar partisinin gündemi istediği şekilde yönlendirebilmesi ve yapılan icraatlarda “öz”ün saklanması pahasına “biçim”sel olanı ön plana sürerek, gerçek amacı saklamaya yönelik çaba harcamasının payı büyüktür. Başbakanın ortaya attığı “Gece gündüz kafası kıyak gezen bir nesil istemiyoruz!” sözü üzerine, alkollü içki tartışması da bu minvalde tartışılır olmuştur. Böylelikle, dindarlar “içkiye kısıtlama getirildi” diye, düzenlemeyi desteklerken, laik kesim “hayat tarzına müdahale” söylemi üzerinden konuyu tartışmaktadır.

Peki ya alkollü içki satışına neden 20.00’dan, 21.00’dan veya 23.00’dan önce veya sonra satış yasağı getirilmiyor da 22.00’dan sonra getiriliyor? Bunun nedeni büyük marketlerin 22.00’da kapanması olabilir mi? AKP’nin, “alkol düzenlemesi” tartışmasını, kesin olarak dinsel alandan uzaklaştırmamasının nedeni, neo-liberal politikalarını gizlemek olabilir mi?

Hiç kuşkusuz alkollü içki satışlarında büyük marketlerin payı oldukça büyüktür. Tekel bayii olarak adlandırılan, büfe ve dükkânlara oranla ufak da olsa ucuz fiyatlara satan büyük marketler, 22.00’da kapanmalarına kadar alkollü içki almak isteyenlerin öncelikle tercih edecekleri yerlerdir. Bununla birlikte 22.00’da büyük marketlerin kapanmalarından sonra, insanlar alkollü içki ihtiyaçlarını tekel bayilerden, biraz daha fiyat farkı ödemek koşuluyla temin edebilmekteydi. Tekel bayilerin satışlarının büyük bölümünü 22.00’dan sonra yapabilmeleri tesadüf değildir. Yeni yasayla birlikte, insanlar, artık 22.00’dan sonra tekel bayilerden alkollü içki satın alamayacaklarını bildikleri için, 22.00’dan önce, yani büyük marketler kapanmadan önce alkollü içki ihtiyaçlarını büyük marketlerden, tekel bayilere oranla biraz daha ucuza temin edebileceklerdir. Devlet burada büyük işletmelere doğrudan bir destek sağlarken, aynı zamanda vergi konusunda kolaylıkla denetleyemediği küçük esnaf yerine, daha kolay denetleyebildiği büyük marketleri tercih etmektedir. Kısacası devletin asıl amacı: “Önce alışveriş, sonra fiş!” Yani, yasak değil; vergi denetimi!

Tekel bayii esnafının, alkol düzenlemesine karşı söyledikleri çok doğru: Bu yasayla birlikte en fazla iki ay dayanabilirler! Neo-liberal devletlerin hedefi de tam olarak bu: Vergi gelirlerini denetleyebilecekleri büyük marketlerin önünü açarken, vergi denetiminden daha kolaylıkla kaçabilen küçük esnafı saf dışı etmek! Vergi denetimi konusunda gelecekte atılacak adımların, vergi denetiminden daha kolayca kaçabilen küçük işletmeleri farklı şekillerde hedef alabileceği öngörülebilir bir durumdur. Unutmamak gerekir ki, neo-liberal bir devlet için tüketimde haram-helal, günah-sevap değil; legal-illegal vardır. Bunu belirleyen de öncelikle vergidir!