Yannis Vasilis Yaylalı’nın Aka-Der ve Jineps gazetesinin öncülük ettiği 10-11 Mayıs 2015 günü Taxim Hill otelde gerçekleşen 'Halklar Konuşuyor' konferansına gönderdiği sunumu:

TÜRK DEVLETİ BİZİM CANIMIZ VE MALIMIZ ÜZERİNDEN YÜKSELDİ

Türk devleti 19 Mayıs 1919 tarihini kendisi için bir kurtulma tarihi olarak göstermektedir. Biz resmi ideolojinin yalan propagandalarından biraz da olsa kendini sorgulayarak sıyrılmış olanları, iyi biliyoruz ki o gün ve o yıllar bizim canımız ve malımız üzerinden bu devlet yükseldi. O yılların kayıtları yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. O yıllarda kurtulduk dedikleri bizlerdik aslında, varlığımız ve malımız bu inkarcı devletin maalesef harcı oldu.

Sevgili dostlar öncelikle hepinize Botan halkından, Yerinden yurdundan katliamlarla sürülen Şengalli Ezidi Kürtlerden ve tüm toprakları IŞİD çeteleri tarafından işgal edilmek istenen ve büyük fedakarlıklar sonucu, Işid çetelerinden arındırılan bugün daha özgür olan Kobani halkından size selam getirdim.

Dostlar bugün Ortadoğu, Mezopotamya ve Kürdistan’da var olma mücadelesi yürüten bir halkın yanından geliyorum. Ortadoğu yeniden yangın yerine dönüştürülmeye çalışılıyor, Kapitalist Emperyalist sistem yeniden bir düzenleme için çok kanlı bir plan yaptı. Adım adım ise bu planı devreye soktu. Suriye’nin Kuzeyi Yani Batı Kürdistan (Rojava) da bu ateşin içine sokulmak istendi. ABD ve Türkiye’nin de içerisinde bulunan Esad karşıtı ittifak, Kürtlerin koşulsuz olarak oluşturulmak istenen sözde Suriye muhaliflerine katılmaları isteniyordu.

Kürt halkı buna cevap olarak yeni bir model önerdi.

Kürt halkı elbette kendi varlığını yıllarca ret etmiş hatta kimlik dahi vermemiş hapishanelerinde bir çok insanını yok etmiş bir diktatörü istemiyordu. Fakat Kürt halkı, ABD-Arabistan-Katar-Fransa ve Türkiye ve sonra destekçiler artarak devam etmiş olan emperyalist bir ittifakın da parçası olamazdı. Kawa’nın torunları üçüncü yolun ilk ateşini 19 temmuz 2012 günü Kobani de yaktı. Halklar karşıtı lobi ve uluslararası emperyalist güç buna karşı direkt tavır koydu. ABD ve diğer Esat karşıtlarının Türkiye’de sözde Suriye muhalefeti ile toplantısına Kürtlerin dahil edilmemesi, aslında ilk defa fiili Rojava devrimine de yaklaşımını gösteriyordu. Bu lobinin tezgahı ile 2013 yılının mart ayında Urfa Ceylanpınar üzerinden Serekani’ye geçirilen El Nusra güçleri ile YPG-YPJ güçlerine saldırdılar. Fakat daha sonra bir çok dememeye şahit olacağımız bu provokasyonların hiç biri tutmayacaktı.

El Nusra ile sonuç alınamayınca, Işid çetelerinin aynı şekilde Rojava gitmesi teşvik edildi. Bu çete gurubu bir çok kanlı eylem ve katliam yapmasına rağmen üçüncü yol için, öz savunma mücadelesi yürütenler, bu çeteleri durdurarak halklara ve her türden inançta olan kesime güven verdi.

Bunun üzerine Kürt halkı bölge’de yaşayan diğer halk ve inanç ve farklı görüşten olan kesimlere bu yangın yerinde üçüncü yol önerisi ile; ”Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi için. Demokratik toplum bileşenlerinin siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması için. Kadın haklarına saygı ve çocuk ile kadınların haklarının kökleşmesi için. Savunma, öz savunma, inançlara özgürlük ve saygı için. Bizler demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri, Keldani ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz. ”(1) diyen herkes ile üç bölgeden oluşan Rojava kantonlarını ilan ettiler.

İlerici halklar ile tek tipçi despotlar arasınkati savaş.

Burada yaşayan halklar 1960 yılından itibaren arap kemendi denilen, ve halkları birbirine kırdırma projesi olan bir sisteme karşı üçüncü yolun modelini ise söyle ifade ediyorlar. Size Rojava’nın Amude kentinde Rojava Demokratik Özerklik Yönetimi Yasama Meclisinin, 06. 01. 2014 tarihinde kabu ettiği Rojava toplumsal sözleşmesinin giriş bölümünden kısa bir pasaj okumak istiyorum. ”Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulus-devleti, askeri ve dini devlet anlayışını, aynı zamanda merkezi yönetimi ve iktidarı kabul etmez. Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; bütün etnik, toplumsal, kültürel ve ulusal oluşumların kendilerini kurumları aracılığıyla ifade etmeleri için toplumsal mutabakata, demokrasiye ve çoğulculuğa açıktır.

Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulusal ve uluslararası barışa, Suriye’nin sınırlarına ve insan haklarına saygılıdır. ” Toplumsal Sözleşme’nin oluşması, demokratik toplumun inşasının aracı ve toplumsal adaletin güvencesi olan Demokratik Özerkliğin tesisi ve bilimsel bir toplumun inşası için; Demokratik Özerk Yönetimler’deki Kürtlerin, Arapların, Süryanilerin, Ermenilerin ve Çeçenlerin istemleri ile Suriye’nin diğer halklarının istemleri demokratik bir Suriye ve Demokratik Özerk Yönetimler’in siyasi-toplumsal bir sistem olmasında birleşti. Bu amaçlar ve böyle bir yönetim için bu sözleşme kabul edilmiştir. ” Sadece giriş bölümünden bile anlayacağımız üzere Tek tipçi uluslararası emperyal sistemin neden hedef tahtasında olduğu anlaşılır.

Kobani bize halkların bir arada yaşama şansının hala tükenmediğini gösterdi.

Gönüllülük temelinde bir araya geldiğiniz zaman dünyanın tüm güçleri üzerinize gelse, o güçlere bir kere daha gücün sadece teknik imkanlar ile oluşmadığını göstermiş oluyoruz. Rojava ya da benim de en az sıcak şekilde altı ayına şahit olduğum Kobani’de durum üstte özetlediğim gibiydi. Devasa imkanları olan ve Türkiye dahil tüm gerici güçlerin desteğini arkasına almış, tank, top, füze gibi bir teknik gücüne sahip olan IŞİD çeteleri, insanlığın kalesi durumuna gelen Kobani’yi terk etmek zorunda kaldı.

Böylesi bir girişi yapmamın nedeni bize unutturulmaya çalışılan bazı değerleri, Rojava’da mücadele eden halkların, ve her türden inanca sahip olan insanların bir kere daha bize hatırlatmasından dolayıdır. Bizde ne Suriye ve Rojava’da olduğu gibi fiziki bir Arap kemendi söz konusu, Ne de İrlanda’da olduğu gibi duvarlar söz konusu , çok daha önemli bir şey bizde kayboldu ya da kaybolmak üzere olduğunu düşünüyorum. Bir arada farklılıklarımızı kabul ederek hoşgörü içerisinde aynı coğrafya’da yaşama güdümüz Osmanlı’dan itibaren itibaren sistemli şekilde nerede ise yok edildiğini söyleyebilirim.

Pontos’tan Karadeniz’e kalan koca bir sessizlik

Böylesi bir girişten sonra sonuç olan benim ve halkımın Pontos Rumlarının makus kaderine giriş yapabilirim. Beni buraya gelmeye ikna eden arkadaşıma dediğim gibi, Kürt halkı ve sorunları ile ilgili oturup haftalarca burada konuşabilirim. Karadeniz’e yani Pontos’a bize gelince ne söyleyebilirim dedim. Bizden geriye ne kalmıştı ki, sizinle ne paylaşabilirdim, bizim durumumuzu Topal Osman ile o dönem Sinop mebusu Dr. Rıza Nur “Hayatım ve Hatıralarım” adlı eserinde anlattığı bir dialog çok güzel anlatıyor. Topal Osman’a belki yine değinebilirim ama bilmeyenler için 1912-1923 yılları arasında bize uygulanan soykırımın da baş aktörüdür. Aynı zaman da Mustafa Kemal Atatürk’ün fedaisi diye de ün salmıştır.

Taş üstüne taş koyma, bir daha burada kilise vardı, diyemesinler dedim.

Bir gün Topal Osman ile karşılaşan Dr. Rıza Nur arasında şu konuşma geçer;

– Bu gâvurlardan hayır yoktur. Ben bu işleri iyi yapıyorum diye yapıyorum. Kötü ise iyisini söyleyin. Derhal öyle yaparım. Ben cahil bir adamım. Yalnız bir gayretim var; Türküm, Müslümanım. Evet, Türk’ü, dini gavurlardan kurtarmak için çalışıyorum. Başımı bu yola koydum

– Osman Ağa’nın bu sözü bana çok te’sir etti. Pek sevdim. Hem dindar, hem Türkçü. İkisi birden bu cahil adamda, mükemmel şey. Sonra bilfiil büyük bir cesaretle harpler ediyor. Yanıma çağırıp oturttum ve kendisine;

Ağa! Sen Ferid Bey’e, bilmem kime bakma! Yaptığın yanlış değil. Tamamıyla doğrudur. Haklısın, vatana büyük hizmetler etmişsin. Bildiğin yolda devam et! Dedim.

Ya bunlar sonra bir şey yaparsa?, dedi.

– Ben senin tarafındayım. Korkma! Dedim.

– Ağa, Pontus’u iyi temizle, dedim.

– Temizliyorum, dedi.

– Rum köylerinde taş taş üstüne bırakma, dedim.

– Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum, dedi.

– Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı, diyemesinler dedim.

– Sahi öyle yapayım. Bu kadar akıl edemedim, dedi.

 ***

Pontos halkına baskılar Osmanlı ile başlıyor

Dr Rıza Nur ile Topal Osman arasında ki bu dialog nasıl bir planlamanın devrede olduğunu bize açıkça anlatıyordu. Tabii bugün yavaş yavaş yavaş kendi tarihimizi öğreniyoruz. Bizim Rum olamayacağımızı ispatlamak isteyenler peki Samsun ve çevresindeki Rumlar neden Türkçe konuşuyorlar diye sorduklarında karşımıza Osmanlı’nın Karadeniz’e girdikten sonra bir milli siyaset gibi uygulanan dil ve din asimilasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu da gördük. Osmanlı’da sadrazamlık 1656-83 arası Köprülü Mehmet Paşa sonra oğlu Fazıl Ahmet paşa ve damatları Kara Mustafa paşa sürdürür. Bu dönem’de Pontoslu Rum halkına baskılar oldukça artmıştır. Kendisi de Amasya’lı olan Kara Mustafa Paşa da her türlü şeyi bahane ederek Rum halkına baskı uygulamaya devam ettiğini görüyoruz. Fakat asıl baskı 1670 ile birlikte gelir Rumca konuşmak yasaklanır. Rumca konuşanların ölümle cezalandırılacağı duyurulur. Bununla da yetinilmez, Osmanlı askerleri ve muhbirleri sürek avı başlatır ve çarşı pazar Rumca konuşan insanlar aranır.

Rumca konuşurken yakalanan kadınların ve çocukların dilleri kesilir, erkekler ise idam edilir. 8 ila 15 yaş arasındaki çocuklar, ailelerinin elinden zorla alınarak (Türkçe konuşmaları ve Müslüman olarak yaşamaları için) bilinmeyen yerlere götürülür. [2] tabi halkımız tüm baskılara rağmen dilini ve kültürünü yaşamaya devam etmek ister. Halkımız Her türlü baskıya rağmen Bafra ve civarında kendi dili ve kültürünü sürdürmek isteyince Amasya’lı Kara Mustafa Paşa, Bafralı Rumları cezalandırmak için Osmanlı beylerinden Hasan Ali bey sadece Bafra rumlarını cezalandırmak değil yaptığı katliamla diğer bölgedeki Rum halkına korku salmak için yüzlerce insanı Bafra’da katleder.

Bu arada bu katliamdan kurtulmak için 1500 kadın ve çocuk(3) Bafra’da bulunan Kız kalesine sığınır. Direniş kaleye ulaşır ve uzun bir direnişin ardından Osmanlı kaleye girmeyi başarır. Yine Maliyaris yayınlarından çıkan Pontos ansiklopedisinin anlatımlarına göre 30 kadın Osmanlı’nın eline geçmektense kendini kale surlarından aşağıya uçuruma bırakmıştır. Bu yüzden o kale unutturulmaya bırakılmıştır. Barındırdığı o direniş kültürünü ortaya çıkarmak istenmemiştir. Tabii aynı zaman da yaptıkları katliam da ortaya çıkacaktı. Osmanlı yaptığı baskının sonrasında gördüğü direnişten ürker ve geri çekilir. O günden sonra o kalenin ismi kız kalesi olarak kalacaktır.

Ya Dilimizden vazgeçmemiz ya da dinimizden vazgeçmemiz istendi

Osmanlı bu olayların ardından yeni bir yöntem üretti. Padişah’ın imzasıyla çıkarılan bir ferman ile Pontoslu Rumlara “YA DİNİNİZİ YA DİLİNİZİ DEĞİŞTİRECEKSİNİZ” emri yollanır.

İşte bu ferman Pontos’un ve biz pontoslu’ların dünden bü güne kaderimizi belirleyen önemli bir özellik taşıdı. Bu ferman sonrasında Pontos’un batı kısmı (Samsun, Giresun, Tokat, Ordu, Amasya) yaşayan Rumlar, Ortodoks Hristiyan olarak dinlerini sürdürmeyi, dillerini değiştirip Türkçe konuşmayı kabul ettiler.

Pontos’un doğu kısmı ise (Trabzon, Rize, Gümüşhane) yaşayan Rumlar ise tam tersine Rumca konuşmayı sürdürmeyi, dinlerini değiştirip Müslüman olarak yaşamayı kabul eder. Ancak ileriki yıllarda anlaşılacağı üzerine Pontos’un doğusunda yaşayanlar bir kısmı dışarıya Müslüman görünürken, gizli Hristiyan olarak dinlerini de devam ettirir. Bu konuyu Yunanistan’da yaşayan Pontoslu yazar Yorgo Andreadis kendi aile hikayesinden yola çıkarak gizli din taşıyanları kitabına işlemiştir

Tarihimiz bir çok direniş ve aynı zamanda da yenilgiler ile doludur. Osmanlı’dan ittihatçılara ve ardından kurulan Türkiye devletine bir çok saldırıya karşı çok uzun soluklu direniş tarihimiz olmuş, fakat zamanla yalnızlaştıkca, tehcir ve uygulanan soykırım’a karşı iki yüzlü uluslararası ilişkiler yüzünden zaman için de halkımız bu saldırılara karşı koyamaz duruma gelmiştir. Sonrası çorap söküğü gibi geldi . Büyük Pontos pogromunda ölmeyenler, önce gizli gizli kendi kültürünü yaşamaya çalışsa da yavaş yavaş, artık tüm olup bitenlerin korkusundan dolayı kültürel aktarmayı yapmayı bıraktılar. Parası olanlar Pontos’tan ayrıldı, olmayanların çoğu zaman içinde nerde ise tüm bilinçlerini, tüm Pontos değer yargılarını unuttu.

Pontos’un yiten kimlikleri

Benim dedemin babası ve onun ailesi’de Topal Osman’ın deyimi ile Bafra’nın dağlık bölgesinde yer alan Asar’ın Yayla mahallesinde Tütsülendiler. Bugün anlayacağımız dile çevirirsek sonraki anlatımları dinlediğimizde ailemiz büyük ihitimal ile sığındıkları mağaraların ağızları kapatılarak tuman içinde ölmeleri sağlandı. Tüm bilgilerimiz daha sonradan edinilmiş bilgiler, tek elle tutulur olan bilgi dedemin Rum yetimhanesi yerine Hüseyin diye bir Türk ailesine verildiğidir. Sonra bildik klasik devşirme yöntemleri uygulanmış, dedem genç yaşta tetonoz olup yaşamını yitirmiş, etrafında çok sevilen biri olduğu anlatılıyor. Torunu olan ben hiç bir zaman dedem acaba kendisinin Pontos’lu olup olmadığını öğrendi mi ? bu bilgiye sahip değilim.

Biz Pontos gelenek ve göreneklerine göre yetişitirilmedik, amcamlar bir yalan uydurdular, babam de buna iitiraz etmedi. Belki korku bunu yaptırmıştı, bilemiyorum belki de gerçekten devşirme kimliğinin getirdiği bir şeydi. dedemizin babası Asar’da ölmemiş sözde kurtuluş savaşına gitmiş ve orada yaşamını yitirmiş olduğunu bize söylüyorlardı. Peki Büyükannemiz de mi sözde olan kurtuluş savaşına gitmişti. Tüm hazırlıklar dedemiz üzerine yapıldığı için bu soruya sadece gözler kaçırılarak bilmiyorum denirdi. yanlış bir şey kapılmayın ben bu soruları asla çocukken sormadım, o dönemde bu sorular benim zihnimi meşgul etmiyordu. Bafra ikiye bölünmüş bir yapıya sahipti, biz de faşistlerin yoğun yaşadığı Kızılırmak mahallesinde yaşıyorduk. . Baba ve annemiz tanrımız olmaktan çıktığı an bu mahelle de kendi geleceğine katil oluverirsin, ben bunu yaşararak öğrenmek zorunda kaldım. Herkes’in bir kahramnı vardır, kimi Deniz’e sevdalanır, kimi Mahir’a ya da İbo’ya biz ise Türkeş’e sevdalanmıştık. Bize mahalle de abilerimiz sürekli onları anlatırlar dı. ve nasıl mileti ve devleti korumak için yaptıkları fedakarlıkları anlatırlar dı. Çok iyi Müslüman ve Türklük davasının neferiydi. Anlayacağınız küçükken hangi kahramana bağlandığınız sizi iyi ya da kötü insan yapıyor du. Benim seçimim ise çoktan belirlenmişti. Ben Dünün topal Osman’ı bugün’ün ise Ogün’ü olmaya adaydım.

Bizim Pontos’da ocaklarımız söndürülmüşken, başkalarının ocaklarında baykuş olmamız istendi.

Askerlik sürecime kadar gittiğim, konuştuğum, gördüğüm her şeyin geleceğimi katilliğe gebelediğini söylemekten çekinmiyorum. Bunu neden söylediğimi size bir hatıramı aktararak daha iyi anlatabilirim. Her şey bitmiş, artık vatan -bayrak-devlet için ölmeye hazır hale geldikten sonra asker gitmiş, acemi birliğinden ayrılma ve seçimler dönemi geldiğinde Kıbrıs’a gitmem olasılığı belirdiği halde gitmeyi bırakın, Kıbrıs’a gidenleri bir kalemde hain ilan etmiştim. Yanımda elini kaldıran arkadaşımın yüzüne bir daha bakmamıştım. Savaş’a Kürdistan’a doğru o dönem benim için kutsal bir savaş’a doğru yol alıyordum. her şeyden habersiz ezber bilgiler ışığında yaşanmış bir ezber yaşam ile devlet için ölmeye öldürmeye gidiyordum. Bizim için en kutsal olan yerin yani ordunun içerisindeydim.

Mardin’de öyle uzun zaman kalma şansın olmadı. Bizleri hiç bilmediğimiz bir halkın dağlarına helikopterler ile bıraktılar. Gabar dağına gelmiştik, bizden önce bir çok yeri yakılmış ve virane hale gelmişti. Unutamadığım o yanık kokusu, ne zaman bir virane evin yanından geçsem ve yanık kokusu ile karşılaşsam o günler kabusum olarak beni yakalar. Devam edecek olursam, yanık kokusuna tekrar yakalanmadan söylemek gerekirse, geri kalan köylerin boşalması ve insanların kaçması için her şeyi yaptık. Hem de biz ne yaparsak yapalım anlamadığım şekilde hala bize insan gözü ile bakan bir halk vardı karşımızda, o halk bize bal ve badem ikram eder, biz ise karşılık olarak arkalarında yanmış virane olmuş köyler ve gözü yaşlı anneler bırakırdık.

Daha da uzatmadan devam edecek olursam şu an yaşadığım Roboski köyüne yakın olan Uludere’nin bir köyü olan Mijin köyüne de tüm bu hırs ve kin ile gitmiştik ki karşımıza yine yakılmış köyler, boşaltılmış , büyük bir sessizlik bizi orada karşıladı. Burada bizden önce yine büyük bir çatışma yaşanmış, otuz kişiye yakın asker ölmüş ve bir asteğmen esir alınmıştı. Biz ise o bölgeyi gerilladan arındıracaktık, her gün bu anlamı ile brifing düzenleniyor, ordu işini şansa bırakmıyor du. Brifingler de neler olduğunu söylemeye gerek yok. Fakat daha sonra bir hatırlatma yapacağım olduğum nefret dili ile ilgili olan şeyi aktarmak istiyorum. Bizim savaşmaya geldiğimiz topraklarda Müslüman yoktu, ve burada yaşayanların çoğu Ermeni olduğu söylenirdi. Daha bir çok şey söyleniyordu da bunları burada anlatmaya zaman olduğunu düşünmüyorum.

Biz o dağdakileri tanımıyor ve bilmiyorduk, gerilla bizim bu kadar büyük güçle gelmemize karşın hazırlık yapmıştı. Kelâ Memed dağlarında üçüncü günümüzde önce bizim olduğumuz birlik vuruldu. Ben ayağımdan vurularak bağlı olduğum birlikten koptum. Boş arazide iki gün yaralı kaldıktan sonra bana ulaşan asker değildi. O kadar beklememe rağmen, bendeki bir çok mit’i de alıp beraberinde kaybolup gitmişlerdi. Beni kan kaybından bayıldıktan sonra gerillalar buldu, kelimenin tam manası ile buldular, çünkü Osmanlı’nın Karadeniz’e girmesi ile başlayan kaybolma tarihimizi, itithatçılar ile devam edip, cumhuriyet ile en üst boyutuna varmıştı ki , Gerilla tüm bu kaybolmuşluğum ile yüzleşmemi sağlayacaktı. Kürt halkının varlığı ile yüzleştikçe Pontos’u ve Pontos halkı ile kendimi buldum. İki sene devletin sistemin, sürekli yaşamımızı denetlemediği iki seneden fazla zaman özgür dağlar da kendim ile halkım ile ve diğer inanç ve halklar ile yüzleşme şansı yakaladım. Tüm bu alt üst oluşları yaşadıktan sonra Benim kadar şanşlı olmayan doğduğumdan beri yaşadığım Bafra’ya döndüm. Aslında bilmediğimden değil, beni nelerin beklediğini üç aşağı beş yukarı biliyordum. Çünkü ben bu topraklardan çıkmıştım. Herkes beni özüre davet ediyordu, Amcam televizyona çık ve PKK aleyhinde konuş, Kürt halkı aleyhinde konuş diye beni ikna etmeye çalışıyordu. Size anlatacağım hatıraya gelince Bafra’da aynı mahalle’de beraber büyümüş ve yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen çocukluk arkadaşımın yanına gititm. Konu konuyu açınca hiç bir şey bizim gördüğümüz gibi değilmiş, bir halka devlet orada savaş açmış deyince ”oğlum yürü git ya senin beynini yıkamışlar, oğlum biz seninle birlikte keyif için kürt dövmüyormuyduk. Sana ne oldu, senin beynini yıkamışlar çok dikkatli ol seni izliyorlar’ dedi.

Bu bizim nerden nereye geldiğimizin çok çıplak bir anlatımıdır. Bizim varlığımıza gelişen saldırılara karşı Kız kalesi direnişinden, ya da o vefalı düşmanına atalarımızı teslim etmeyen Nebiyan dağı artık çok uzağımızdaydı. Dr Rıza’nın Topal Osman’ tembihlediği gibi, her bir parçamız öyle dağılmıştı ki varlığmız artık tartışılır duruma gelmişti. Yüzlerce kilisemiz, onlarca okulumuz ve en önemelisi de yüz binlerce insanımız ya tütsülendi, ya da korkunç burada anlatılamayacak yöntemler ile yok edildik.

Bizim için 19 mayıs Büyük Pogrom günüdür

Türk devleti 19 Mayıs 1919 tarihini kendisi için bir kurtulma tarihi olarak göstermektedir. Biz resmi ideolojinin yalan propagandalarından biraz da olsa kendini sorgulayarak sıyrılmış olanları, iyi biliyoruz ki o gün ve o yıllar bizim canımız ve malımız üzerinden bu devlet yükseldi. O yılların kayıtları yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. O yıllarda kurtulduk dedikleri bizlerdik aslında, varlığımız ve malımız bu inkarcı devletin maalesef harcı oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün sözde Pontos halkı Topal Osman gibi çetelerden koruması için İstanbul hükümeti Karadeniz’e göndermişti. Peki ne oldu biliyor musunuz daha ilk ayında Topal Osman ile Atatürk havza’da bir araya geldiler. halkımıza karşı sürmekte olan katliamın örgütsüz olduğu kararı üzerine Topal Osman’a daha fazla zalimlik yapabilsin diye bir katliam birliği oluşturdular. Bakın biz neden o tarihi seçtik iyi anlaşılsın diye bir şeyi daha aktarmak istiyorum. Bu Topal Osman çetesinden sadece biz şikayetçi değildik. o dönemin mülki amirleri de şikayetçiydi. bu konu da her fırsatta hükümet bilgilendiriliyordu. İstanbul hükümetinin Ermeni ve Kürt halkına karşı uygulamalarından idam cezası almış olan Topal Osman’a Atatürk ricası ile af çıkarıldı. istanbul hükümeti- sonradan oluşacak Ankara hükümeti ve Mustafa Kemal ve diğer ittihatcı artıkların bilgisi dahilinde bize bugün sürekli kanıtlamaya çalıştığımız büyük POGROM uygulandı.

Çözüm süreci saldırıları ve imkanları

Halklar bir çok dönemde olduğu gibi yine TC devleti tarafından geniş çaplı bir saldırıya maruz kalmaktadır. Hükümet geleneği gereği hem muhafazakar hem de ırkçı bir siyaset izliyor. Kürt halkı lideri PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 2013 newroz’un da yaptığı ateşkes ve çözüm süreci çağrısına bu sefer çift taraflı olmak üzere devlette ateşkes’i kabul etmek zorunda kaldı.

İktidar, Kürt fobisi ve kolonyal rant ile Türkiye Suriye savaşına dahil oldu

Elbette bu sürecin isteyerek bir parçası olmadı. Türkiye devletini de bağlayan Uluslararası güçler Suriye-Rojava için yeni bir düzenleme yapacaklar, ve bölgede kendilerine truva atı olarak Türkiye’yi seçmişlerdi. Türkiye iki ya da üç nedenden dolayı böylesi bir kolonyal öneriyi kabul etti. Birinci nedeni iktidarını sağlamlaştırmak istiyordu, ve uluslararası güçler buna olumlu yaklaşıyordu. İkinci neden olarak ise kangren haline gelmiş Kürt düşmanlığı önümüze çıkıyordu. Üçüncü ve daha çok sonuç ile elde edilecek olan ekonomik rant olgusu ki Güney Kürdistan’ın inşaat sektörünün büyük şekilde rantını Türk sermayesi, Türk firmalarının yediği bir giz değildi. Uluslararası güçler Türkiye’nin ret edemeyeceği üç ayaklı öneri ile karşılığında Suriye-Rojava savaşına türkiye devletini dahil ettiler.

Hal böyle olunca Türkiye devleti içerde de bir savaşı göze alamadı. Böylece gizli olmayan ve çift taraflı görüşmelerin olduğu ilk ateşkes sürecine de tanıklık etmiş oluyorduk. Türkiye devleti çözüm sürecini barışmak, ya da yenişemediğini kabul edip, bu duruma çözüm aramak yerine, kısa vadede Suriye-Rojava savaşına kendisini hazırladı. Bu duruma en iyi örnek muhalefet adı altında eli kanlı El-Kaide örgütünü Rojava’da savaşmak için hem eğitti, hem de donanımını uluslararası güçlerin kontrolünde gerçekleştirdi. Kısa vadeli olarak Suriye ve Rojava’da bu tür kontra faliyetleri örgütlerken, diğer yandan tüm çözüm süreci boyunca Kürtdistan’da güvenlik barajları, kale kollar yaptı. Sadece Şırnak üzerine 16 güvenlik barajı düşünülüyor. Yüzlerce kalekol inşaatları başladı. Bir çoğu ise ya bitti, ya bitmek üzere olduğunu biliyoruz. Koruculuk sistemi bitirileceğine, Şırnak, Hakkari, Van, Mardin gibi yerlerde yüzlerce yeni kadrolu korucuların alındığını biliyoruz. Tüm bu verilere bakıldığında bu hazırlıkların barış ya da çözüm süreci için yapıldığını kimse iddia edemez. İlk rahatladığı dönem de bu yapılanların tekrar savaşın startının verileceğinin ipuçları olduğunu düşünüyoruz.

Halkların birlikteliğinin imkanı oldukça arttı

AKP hükümetini ikinci dönemi ile başlayan siyasi soykırım operasyonlarını, Roboski’ de olduğu gibi fiziki yok etmeyi de bir kere daha deneyebileceğin emareleri oldukça artmış durumdadır. Tüm bu saldırılar devam ederken, Rojava ve özelinde Kobani’ye Isid ve onu destekleyen Türkiye ve uluslararası güçlerin çok acımasız soykırıma varabilecek bir saldırıyı dayatmaları, içeride ve dışarıda büyük infiale ve eşi görülmemiş bir birliktelik zemini de ortaya çıkmış oldu. Hükümetin Gezi süreci ile başlayan ölçüsüz saldırıları belli bir empati kurmayı beraberinde getirmişti.

Kobanê saldırısı Bu gelişen empati sürecini daha da hızlandırdı. seçimlerin yaklaştığı bu dönem de herkesin nedeni başka olsa da Halkların demokratik partisine fiili destek vermeye başladı. Bu desteğin en büyük nedeni ise AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tek kişiye dayalı diktatörlüğünü ilan etmek için seçimlere yüklenmesiydi. Nasıl ki çift taraflı ateşkes bu hükümet döneminde görülmüş ise yine bir Cumhurbaşkanının toplu açılış töreni adı altında, eilnde kuran açıktan AKP hükümetine oy istemesi de ilk defa bu hükümet döneminde ortaya çıktı. Tüm bu duruma karşı HDP ‘seni başkan yaptırmayacağız’ sloganı toplumda büyük oranda karşılık buldu. İlk defa sosyal medya da eşi görülmemiş bir örgütlülük oluşmaya başladı.

Bu seçimler iktidarı değil rejimi belirleyecek

Bu gün herkes bu şiar ile yani ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ şiarı etrafında AKP’ni diktatörlüğünü kırmak için HDP yi seçim sürecinde desteklemektedirler. Bu dönem sadece iktidar partisi için oylama yapılmayacak. Seçmenler iki seçim ile halklar karşı karşıya olacak, birinci seçim ile AKP seçimleri büyük oranla kazanacak ve zaten fiili uygulanan başkanlık sistemi yeni tek adam dönemi tekrar başlayacak, zaten rafa kalmış olan demokrasi yerini tüm Türkiye’ye yayılan yeni ohal sistemine bırakacak . İkinci seçim ise AKP’ni tüm bu saldırı politikalarına seçmen dur diyecek ve çok renkli, çok kültürlü ve çok inançlı demokrasinin yerele yayıldığı, tek adam diktatörlüğü yerine halkın daha güçlü siyasal ve sosyal yaşama katıldığı bir yeni dönem başlayacak, bu seçim ile birlikte AKP ilk defa be seçimde net görülecek oy kaybına uğrayacak. Daha açıkçasını söylemek gerekirse önümüzdeki genel seçimler ile iktidarı değil, nasıl bir sistem de ya da rejimde yaşayacağımızı oylayacağız.

Halkların konferansı ‘halkların ligi’ni örgütleyecek kongre çağrısını yapmalıdır.

Böylesi bir süreçte halkların konferansının bir yapılmasını büyük önemsiyorum. Konferans bu anlamda birlikte daha güçlü hareket etmek için kararlar alacaktır. Bir Pontos’lu olarak Rojava da olanları, halkların yan yana yaşama kararını büyük sevinç ile karşıladığımı ifade etmek istiyorum. Böylesi bir kalkışmanın bize de örnek olmasını istiyorum. Bugün bize küçümsenmeyecek bir saldırı var. Fakat biz artık eskisi gibi güçsüz ve yalnız değiliz, bu gün dünden çıkardığımız dersler ile daha güçlü yan yana gelebiliyoruz. TC devletinin saldırılarına karşı artık daha duyarlıyız, teknolojik imkanlar olmadığı kadar gelişti, televizyonları, gazetelri satın alsa da ya da korkutup sustursa da , sosyal medya artık beşinci güç olarak halkların yanı başında desteği olarak duruyor. Gerçekleştirdiğiniz konferans sadece seçim üzerine geçici ittifak yerine, daha uzun vadeli birliktelikler oluşturacak örgütlenmeleri yaratacak bir çalışmayı önüne hedef olarak koyarsa, hükümetin başlattığı bu saldırı sürecini boşa çıkarttığımız gibi, aynı zaman da bir daha böylesi bir fütursuz saldırıların önüne geçecek örgütlülüğü de yaratmış oluruz.

Tüm orta doğu ve Afrika da olduğu gibi sunni vahabi bir mezhebe dayalı dönüşümü bu coğrafya’ya hızla dayattıkları bir yerde, biz çok renkli kimliğimiz ile buna asla geçit vermemeliyiz. Bu anlamda Bir kere daha konferansınızı selamlıyorum

Bir Pontos’lu olarak konferansa önerilerim 

1) Karadeniz dahil son yüzyıl da gerçekleştirilen katliamlar ile yüzleşilmeyi sağlayacak mekanizmaların örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

2) Hükümete baskı yapılarak Pontos’da 13-23 arası kaybedilen ya da Türk ailelerine verilen çocukların isimlerini açıklaması için baskı oluşturulması için bir komisyon kurulması gerektiğini düşünüyorum.

3) Pontos soykırımı ve diğer soykırımlar için Türkiye devletini harekete geçirecek komisyonlar oluşturulmalı

4) Diaspora’da yaşayan ve Pontos’a gelmek isteyen ailelerin haklarının ve yurttaşlıklarının iadesi için yine Türkiye devletini harekete geçirecek çalışmaların örgütlenmesi gerekir

5) Tüm bu çalışmaların yapılabilmesi için geçici bir ititfak konferansı değil, bu konferansın ardından halkların ligi olabilecek bir kongrenin Türkiye kesiminde örgütlenmesinin çalışmasını yapmak gerekiyor. Çerkezlerin, Pontoslu’ların, Ermeni’lerim, Kürtlerin, Suryanilerin, vs tüm halk ve inançların ortak hareket edebileceği ve güçlerimizin dağınık değil, birlikte hareket ve baskı alanının oluşturulabileceği bir HALKLAR LİGİ kurulması içim çalışma yürütülmesini öneriyorum

Ya hep beraber ya hiç…

……………………………

Kaynakça:

1) Rojava toplumsal sözleşmesi

2) 13]Pontos Rum Ansiklopedisi 6. Cilt, Maliyaris Yayınları, 1992, Sayfa 163-164.

3) Pontos Rum ansiklopedisi