Suriye’de olaylar mart ayı ortalarında başladı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Başşar Esad ile baş başa üç saat görüştüğü ve Türkiye’nin “Reform yap” önerisini götürdüğü görüşmede Şam’daki Başkanlık Sarayı’nda yandaki odada görüşmenin sona ermesini bekleyenler arasında ben de vardım. Olayların o sırada sadece iki haftalık ömrü vardı ve en güneyde, Ürdün sınırındaki Deraa’nın dışına pek taşmamıştı.
Suriye halk ayaklanması nisan ayında genişledi. Başbakan Tayyip Erdoğan bir konuşmasında 1982 Hama’yı, Irak Kürdistanı’nda 1988’deki Halepçe’yi hatırlattı ve ‘benzeri katliamlara izin verilmeyeceğini’ söyledi.
O konuşmasının Türkiye ile Suriye, en önemlisi özel bir ailevi yakınlığa sahip bulunan Tayyip Erdoğan ile Başşar Esad arasında ‘kırılma noktası’ olduğu söylenebilir. Hama, Suriye rejimi için ‘tabu’ sözcük idi. 1982’de Başşar’ın babasının bulunduğu rejim tarafından birkaç gün içinde 10-20 bin Sünni Müslümanın öldürüldüğü büyük Hama katliamını Suriye halkı –tabii ki başta nüfusun yüzde 75-80 arasındaki oranını oluşturan Sünniler- hiç unutmadı ama hiç kimse de hatırlamamayı seçti. Telaffuzu bile yasaktı. Rejim istikrarını böyle sağlamıştı onca yıldır.
Tayyip Erdoğan’ın Hama’yı 2011 yılında telaffuz etmesi demek, Suriye için Pandora’nın kutusunu, bölgenin en güçlü liderinin, üstelik en zor zamanlarında Suriye’ye koruyucu kalkan gibi davranmış en popüler liderinin bizzat kendi elleriyle açması demekti ki bu, Şam’ın gözünde Türkiye ile Suriye arasındaki ‘kod’un bozulması anlamına geliyordu.
Başbakan’ın sözlerinin ‘etik’ hiçbir yanlışı yoktu ama bunun Suriye rejimine ‘elektrik şoku’ uygulamaktan farkı da yoktu. 

Suriye’nin (ve İran’ın) kozu ve karşı-hamlesi
Nisan ayı içinde, Erbil’de görüştüğüm Irak Kürt yönetiminin en üst düzeydeki ve Suriye hükümeti ile temas halindeki yetkililerinden biri, “Suriye rejimi Başbakan Erdoğan’ın sözlerine çıldırmış vaziyette. Bunun faturasını çıkarma peşindeler. ‘Kürt kartını kullanmak bize yabancı bir konu değil’ diye konuşuyorlar. PKK’yı çok iyi tanıdıklarını, PKK’nın lider kadrosuyla Suriye’de yirmi yıla yakın bir süre kaldığını unutmamak gerekir” diye konuşmuştu.
Birkaç gün önce Başşar Esad’ın çekirdek aile kadrosundan önemli bir şahsiyetin bir yabancı gazeteciye, “Türkiye bizim canımızı acıtıyor ama biz de onların canını acıtmayı biliyoruz ve acıtacağız” diyerek PKK’ya atıf yaptığını, bizzat o yabancı gazeteciden dinledim.
Bu köşenin dikkatli izleyicileri, Kürt sorununun temmuzda tekrar şiddet sarmalı içine girmesinden önce ve sonrasında, söz konusu şiddet sarmalının bölge dengelerinin genel çerçevesi dışında görülmemesi gerektiğine, çok kez PKK diye nitelenenin, ‘İran-Suriye ekseni’nin Türkiye’nin canını acıtacak karşı-hamleleri olarak anlaşılması gerektiğine değindiğimi hatırlayacaklardır.
PKK’dan ayrı düşünülmesi gerekmeyen TAK’ın üstlendiği Ankara saldırısını, benzer bir genel tablo içinde değerlendirmekte yarar var.
Tayyip Erdoğan, Obama ile ‘İran-Suriye ekseni’nin en değerli halkası olan Suriye’nin sıkıştırılması konusunda ‘işbirliği ve eşgüdüm’ için toplanırken Ankara saldırısının gerçekleşmesini nasıl okumalıyız acaba?
Bir de buna Türkiye’nin İsrail ve ona ek olarak Kıbrıs Rum tarafıyla bir gerginlik tırmanışına girdiği zaman dilimini ekleyin. Türkiye’nin ‘terör ihracına uygun pazar’ haline gelmeye başlamasından kastettiğim budur.
Bu arada, İran-PJAK çatışmasını da PKK’ya karşı bir Türkiye-İran işbirliği olarak görmediğimi, İran’ın PJAK’a karşı harekete geçip, Kandil’i ele geçirerek PKK’ya son vermek gibi bir niyetinin olamayacağını, gerekçeleriyle defalarca bu köşede yazdım. 

Barzani’yi anlamak
Keza, Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’nin yani Mesut Barzani’nin de PKK’ya karşı Türkiye ile birlikte savaşacağına, yani 1992’de, 1995’te denenmiş yollara bir daha başvuracağına hiç inanamadım.
Üstelik, 2011 yılındaki Mesut Barzani ile 1990’lardaki çok farklı. Sıfatları bile farklı. Mesut Barzani, şu anda adı ‘Kürdistan’ olan bir coğrafyayı yöneten tek Kürt lider. Ulusal Kürt lideri olarak durumunu konsolide edip tarihe geçmek, bir numaralı önceliği. Bunu yerine getirmek için ‘Kürt iç savaşı’na asla izin vermemesi gerekiyor. Bu nedenle PKK’ya karşı ‘askeri harekât’a girmesi beklenemez.
Peki, Türkiye’nin kapsamlı bir kara harekâtına kapıları açmaz mı?
Açarsa, Irak Kürdistanı’nın kendi Kürtleriyle halleşememiş tüm çevre ülkelerin ordularına topraklarını sunması demektir. Irak Kürdistan bölgesinde –ki Irak’ın bir parçası, federal bölgesi- Irak ordusu üniforması altında tek bir Arap askerine izin verilmezken, Türkiye’nin tugaylarla, tümenlerle o topraklara dalması, İran’a da kendiliğinden aynı hakkın tanınması anlamına gelir.
Gerçekçi olalım, ‘kara harekâtı’, Barzani’nin onayı ile değil, tek taraflı bir kararla olabilir olursa. Böyle bir gelişmenin sonuçları pek de hayırlı olmayabilir.
Hükümetin olağanüstü dış politika performansı gösterdiğine, Türkiye’nin uluslararası politikanın aktörlerinden biri olarak parladığına inanıldığı ve methiye üzerine methiye döşenildiği sırada bunları yazmamın sebebi pişmiş aşa su katmak değil.
Ortadoğu’nun tanınmış ve Türkiye’ye özel önem veren siyaset adamlarından biri, beni, birkaç gün bir Avrupa başkentinden aradı ve “Acaba Amerikalılar ve diğerleri Türkiye’yi kaldıramayacağı bir yükün altına mı sokuyorlar? Manzara böyle görünüyor” dedi.
Aşırı güvenle ayakların yerden kesilmesi, hayal âleminde dolaşma ihtimalinin belirmesinden ötürü. Birdenbire yere çakılma tehlikesi var çünkü. 

Bu terör kimin tuzağı?
Türkiye’nin aşırı ve gösterişli büyümesinden elbette rahatsız olan ‘dış güçler’ mevcut. Aşırı güven, kibir, Zaloğlu Rüstem tavrı, bunların Türkiye’ye kurmak istedikleri tuzağın içine yuvarlanmak demek.
İçeriyi sağlama almadan dışarıda büyük rollere girilmez. Türkiye’de bugüne dek gerçekleşmeyen Türk-Kürt toplumsal çatışmasının tohumlarının serpildiğini sezemiyor musunuz?
TAK etiketli ‘şehir terörü’nün temel amacının bu olduğunu düşünemiyor musunuz? Bu, bölgedeki büyük aktörlerin, ‘dış güçler’in hesaplarıyla uyuşuyor olmasın?
Buna karşı koymak için, içerde tutuklama dalgaları, Kandil’e hava bombardımanları, kara harekâtı gayretleri ‘esas politika’ haline gelirse, işte o zaman yukarıda altını çizdiğimiz ‘tuzağa yuvarlanma süreci’nin başladığına hükmedebiliriz.
Bölgede diplomasiye, içerde –İmralı’yı içerecek biçimde- müzakerelere dönüş zamanı yaklaşıyor. Oysa Türkiye’nin kendisini son yıllarda büyüten ‘soft power’a geri dönmesi lazım.
Kürt sorununa “vur-kır-tutukla” yolu dışındaki yöntemlerle yaklaşmadan, ne ‘bölgesel güç’ ne de ‘güçlü uluslararası aktör’ olunabilir. 

(Düzeltme: Dünkü yazımızda “Rusya’nın Kıbrıs’ın koruyucu kalkanı olacağı” sözleri yanlışlıkla Rusya Dışişleri Bakanlığı’na atfedilmiştir. Bu sözler, Rum lider Hristofyas’a aittir.)