Bilindiği gibi “insani müdahale” kavramı uluslararası siyaset literatürüne, Yugoslavya’yı parçalayan iç savaş sırasında ABD ve NATO tarafından kazandırılmıştı. Gerçek niyetini gizleyen ve tek kaygısının, savaşın zor durumda bıraktığı insanlara yardım etmek olduğunu ilan eden bir doktrindi.

 

Son birkaç aydır Türkiye’de yaşanan gelişmeleri alışılageldik çerçeveler içinde kalarak açıklamak zorlaşıyor. Aslında hemen herkes bunun farkında. Bir yanda, AKP Hükümeti’nin tutumu nedeniyle çok daha uzun olmayan bir vadede etnik ayrışmaya doğru giden Kürt sorunu, öte yanda çoğumuza “bu kadar sertleşme nereden çıktı şimdi?” dedirten güçlü bir Alevi karşıtlığı, diğer yanda ise aklı başında insanları gittikçe daha çok korkutan Suriye ile savaş dansı.

 

AKP yönetimi ve Başbakan Erdoğan’ın çıldırdığını veya The Economist’teki bir yazıda[1] öne sürüldüğü gibi Erdoğan’ın her şeyi geri plana iten cumhurbaşkanlığı hırsı yüzünden işlerin çığrından çıktığını söylemek mümkün.

 

Fakat soğukkanlı bir değerlendirme son dönemde her şeyin gelip düğümlendiği meselenin, Kürt sorunun Ortadoğululaşması olduğunu saptamakta güçlük çekmeyecektir.[2] Elbette indirgemecilikten kaçınmak ve bu faktörün bütün gelişmeleri baştan sona belirlediğini öne sürmemek gerekir. Ama giderek “Kürdistan sorunu”na dönüşen Kürt sorununun, gelişmelerin merkezi eksenini oluşturduğunu söylemek abartılı olmaz.

 

Suriye krizinin ilk evrelerinde Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler ve ABD’deki bazı iktidar odakları tarafından Türkiye’nin, “Esad rejiminin çok kısa sürede düşeceği”ne ikna edildiği söylenebilir. Bunun ardından AKP Hükümeti, son derece maharetli bir diplomat olan Davutoğlu’nun önderliğinde, Suriye rejimini bir an evvel devirmeye aktif şekilde angaje oldu. Son günlerde Hatay’daki “mülteci kampları” meselesinde ortaya çıktığı gibi, bir kısmı cihatçı selefilerden oluşan “Hür Suriye Ordusu”na askeri eğitim, silah ve mühimmat desteği, sınırdan geçiş kolaylığı gibi imkânlar sundu. Büyük olasılıkla Türkiye, Beşar Esad sonrası Suriye’ye Müslüman Kardeşler örgütünün hâkim olacağını hesaplıyordu. Böylece yeni Suriye, gerek ekonomik gerekse siyasi açıdan Türkiye’nin bir tür arka bahçesi olacaktı. Bu neo-Osmanlıcı “arka bahçe yaratma” politikasının bir benzeri, daha ılımlı bir hırsla Irak’ta da uygulanmış, fakat Şiilerin siyasi gücü ve merkezi yönetimdeki belirleyici etkisi nedeniyle başarısız kalmıştı.

 

Bununla birlikte, Türkiye’yi öteden beri kaygılandıran asıl mesele, dörde bölünmüş olan Kürdistan’ın parçalarının siyasi statü elde etmesidir. Lozan’la birlikte tesis edilen statüko Soğuk Savaş boyunca varlığını korudu. Kürtler ne zaman kendi bölgelerindeki egemen devlete isyan etseler, taktik nedenlerle zaman zaman komşu devletlerden birisi tarafından bir süreliğine desteklenseler de, sonunda Irak, Türkiye, Suriye ve İran’ın işbirliği yapmasıyla ezildiler. Fakat “senden büyük Allah var” misali, 2003’de ABD’nin Irak’ı işgaliyle statüko ilk kez kalıcı biçimde parçalanmaya başladı. Artık bir “Kürdistan Bölgesel Yönetimi”miz (KBY) var. Türkiye, son geldiği noktada, KYB’yle diplomatik ilişkiler kurmak zorunda kaldı. “Yumuşak güç politikası”nda karar kıldı ve KBY ile yoğun ticari-ekonomik ilişkiler geliştirerek (şimdilik) bu yegane Kürt Yönetimi’ni kendisine bağımlı kılmayı hedefledi.[3]

 

Fakat Suriye’de olayların gelişimi beklenmedik bir hal aldı. Suriye ordusu, Suriye Kürdistan’ından çekilmek zorunca kalınca, bölgede yıllardır köklü bir faaliyet yürüten PKK ile aynı çizgiyi benimseyen PYD (Demokratik Birlik Partisi) birçok şehir ve kasabanın denetimini ele geçirdi. Mesut Barzani, Türkiye’nin aksi yöndeki telkinlerine karşın, PYD ile Batı bloğuna yakın olan daha küçük Kürt partilerinin, Kürt Yüksek Konseyi (KYK) çatısı altında bir araya gelmesine katkıda bulundu. Böylece kendi aralarında birik oluşturan Kürtler, Kuzeybatı Kürdistan’da fiili bir özerk yönetim kurmaya başladılar. Kendi savunma güçlerini oluşturdular.

 

AKP Hükümeti’nin yazdan bu yana hem iç hem de dış politikada sertleşen politikaları da bu gelişmeyi durdurmaya yönelikti. Bugün ana-akım düşünce kuruluşlarının dergilerinde bile, Kuzeybatı Kürdistan’daki fiili özerkliğin resmi bir statüye dönüşmesi halinde, Türkiye’nin kendi Kürtlerine yönelik politikasının açıkça çelişkili hale gelip iflas edeceği belirtiliyor. Hemen güneyinde iki özerk Kürt oluşumu bulunan bir Türkiye’nin anadilde eğitim ve demokratik özerklik taleplerini, “tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemiyle reddetmesi tek kelimeyle gülünç olur. Tabii o zamana kadar Türkiye Kürtleri hâlâ bu taleplerle yetinirse…

 

İÇ POLİTİKADA SERTLEŞME: KÜRT HAREKETİ’Nİ TECRİT ETME POLİTİKASI VE GÜÇLENEN ALEVİ KARŞITLIĞI

Bu tablo karşısında Türkiye, “Esad rejiminin zulmü”nden kaçan mültecileri daha iyi koruma ve Türkiye üzerindeki “mülteci baskısı”nı azaltma gerekçesiyle sınırın yanı başında bir tampon bölge kurma planları yapmaya başladı. Aslında bu “insani müdahale” planı, pratikte aynı coğrafi bölgeye denk gelen Güneybatı Kürdistan’ı işgal girişimiydi. Nitekim yaklaşık 1,5 ay önce bir strateji dehası olan Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu, Suriye’nin kuzeyinde ‘terörist yapı’ya izin vermeyiz” açıklamaları yaptı. Yine temmuz sonundan itibaren ana-akım medya, Güneybatı Kürdistan’da Kürt halkının özerklik mücadelesini, “PKK, doğan boşluğa yerleşiyor ve Kuzey Irak’tan sonra Türkiye’ye karşı ikinci bir tehdit bölgesi oluşuyor” söylemiyle gölgeleyip çarpıtarak tampon bölge politikasına toplumsal rıza üretmeye uğraştı. Antep’te 10 sivilin canına mal olan bombalı saldırı da aynen bu kalıp içinde sunuldu: Bombalı saldırıyı düzenleyen PKK militanı, (PYD’nin ele geçirdiği yerleşimlerden) Arfin’e gitmiş, Türkiye sınırı boyunca ilerleyerek Hatay’dan giriş yapmıştı. Yani terör artık Türkiye’ye “Kuzey Suriye”den ihraç ediliyordu.” Dolayısıyla bataklığın kurutulması gerekiyordu. Üstelik PKK, İran ve Suriye’nin tam desteği ve yardımından yararlanıyordu. Son zamanlarda PKK’nin, Esad ve İran rejimlerinin “maşası” olduğu propagandası, devlet-AKP’nin PKK karşısındaki askeri başarısızlığını örtmenin kılıfına dönüştü.

 

İki ayı aşkın bir süredir PKK’nin saldırılarını yoğunlaştırması ve Şemdinli’de alan hâkimiyeti kurma çabası da aynı çerçevede değerlendirilebilir. Karayılan, 29 Mart’da ANF’de yayımlanan bir röportajında şöyle demişti: “… Türk ordusu Kürt bölgesine girer ve oradaki insanları da Kuzey’deki gibi baskı altına almaya çalışırsa, oradaki Kürt kardeşlerimizin direneceklerini iyi biliyorum. Ve bizim de onları destekleme amaçlı Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürtler olarak tepki göstereceğimizi, bu temelde Suriye Kürdistanı’na Türk ordusunun girmesi halinde Kuzey’de de her yerde çatışmaların yaygınlaşacağını belirttim…” Açık ki Şemdinli’de başlayıp Çukurca ve son olarak Beytüşşebab’a yayılan alan denetimi kurma çabaları, Türkiye’yi “tampon bölge” gerekçesiyle Güneybatı Kürdistan’ı işgal etme girişiminden caydırmayı hedefliyor.

 

Öte yandan, Şemdinli ve diğer yerlerde yoğunlaşan gerilla saldırılarını daha bölgesel bir bağlam içinde değerlendirmekte fayda var: PKK, benim görebildiğim kadarıyla, yeniden şekillenen bölgede kendisi ve Kürtlerin kolayca göz ardı edilemeyecek bir direniş gücü olduğunu uluslararası büyük oyunculara ispat etmeye çalışıyor.

 

Tabii bir de işin Türkiye içine dönük kısmı var. AKP Hükümeti-devlet uzun süredir Kürt Hareketi üzerinde ağır bir baskı kuruyordu. Son zamanlarda, özellikle Antep saldırısından sonra ise hükümet tam anlamıyla Kürt Hareketi’ni tecrit etme operasyonuna başladı. Saldırının hemen sonrasında Antep’te üç BDP binası kundaklandı. Başka yerlerde de BDP binalarına, polisin hiçbir şekilde ortada görünmediği saldırılar gerçekleşti. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ise “bunun halkın öfkesi olduğunu, bu öfkeyi doğru bulduklarını ve destekledikleri”ni açıkladı. Geçen hafta Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in “vatandaş” olarak kaleme aldığı “Teröre Karşı Milli Mutabakat” metni de halkı, terör saldırıları karşısında “sivil ve demokratik” tepkiler vermeye çağırıyordu. BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması ve BDP’nin kapatılması tehditleri, BDP’yi radikal bir politika değişikliğine zorlamak için şimdilik “demoklesin kılıcı” gibi tepelerinde sallandırılıyor.

 

Sonuç olarak Kürt sorunu bölgeselleştikçe, devlet-AKP de birçok cephede birden savaşmaya başladı: Hem Türkiye’deki Kürt Hareketi’ni tecrit etme hem de son BM Güvenlik Konseyi (BMGK) toplantısında olduğu gibi, uluslararası toplumu Suriye’de tampon bölge oluşturmayla ikna etme çabası içinde. ABD’de Kasım ayındaki Başkanlık seçimlerinden sonra ne olacağını kestirmek kolay değil. Fakat halihazırda Davutoğlu’nun uluslararası toplumun “vicdanı”na seslenen konuşması hiçbir destek bulamadı. BMGK daimi üyelerinin çoğunun dışişleri bakanları toplantıya dahi katılmadı. ABD Genelkurmay Başkanı ise, tampon bölge kurmanın askeri bir yük getireceğini ve Türk komuta kademesinin talebinin aksine, NATO’nun bunun altından kalkamayacağını söyledi. BM Genel Sekreter Yardımcısı Jan Eliasson da Suriye’de mülteci kampları kurulması önerisi için, “Bu tip önerilerin ciddi sorular doğuracağı”nı söyledi.

 

Son olarak, Türkiye’nin NATO şemsiyesi altında Suriye Kürdistan’ında tampon bölge kurma politikasına ABD’nin destek vermemesini, sadece Obama Yönetimi’nin seçimlere kadar “hareketsiz kalması”yla açıklamak yanıltıcı olabilir. Suriye’ye askeri müdahale seçeneğini benimsese bile, hegemonik bir güç olan ABD’nin Ortadoğu’da objektif müttefiki durumdaki Kürtlerle arasını açmak, Kürtlerin Suriye’de özerk bir statü elde etme çabasını bastıran bir güç durumuna düşmek isteyeceği hayli şüphelidir. 2003’te Irak işgali öncesinde de benzer bir süreç yaşanmış, ABD, Türk Genelkurmayı’nın pazarlık kozu olarak öne sürdüğü Irak Kürdistan’ını işgal etme talebini geri çevirmişti. 

 

AKP’NİN GİTTİKÇE SERTLEŞEN ALEVİ POLİTİKASI

Belki kısa da olsa AKP’nin Alevilere karşı gittikçe sertleşen tutumuna değinebiliriz. Bu politika elbette Suriye kriziyle başlamadı. 2011 seçimleri sonrasında AKP’nin başta ekonomi ve Kürt sorunu olmak üzere çeşitli alanlarda yaşamaya başladığı güçlükler karşısında devreye soktuğu, Sünni muhafazakâr tabanı konsolide etme, oylarını koruma ve Erdoğan’ı Çankaya’ya taşıma politikasının bir parçasıydı. Tıpkı kürtaj karşıtı söylemin aniden ortaya atılıvermesi gibi. AKP, Sünni seçmenlerin kendisine yetip de artacağını düşündü.

 

Fakat Suriye krizinin tırmanmasıyla birlikte durum biraz farklılaşmış görünüyor. Son bir ayda Kartal’daki bir Alevi mahallesinde Alevilerin evlerinin işaretlenmesi, ardından aynı yerdeki cemevini kundaklama girişimi, Pendik’te “polis” olduğunu söyleyen kişilerin cemevi çalışanlarını “sizi keseceğiz” diye tehdit etmesi, bir araç konvoyunun Adıyaman Karapınar Mahallesi’nde tur atarak Alevileri tehdit etmesi … art arta yaşanan tesadüfler olarak görülmemeli. Alevi olmayanlar veya Alevi kurumlarının açıklamalarını dikkatlice izlemeyenler, belki AKP’nin Suriye politikası karşısında Alevilerin tepkilerini yeterince bilmiyor olabilirler. Benim görebildiğim kadarıyla, AKP’nin Suriye’de Müslüman Kardeşler’in yöneteceği “dost” bir rejim kurma ve Güneybatı Kürdistanı’nı işgal etme girişiminin karşısında iki önemli direniş odağı duruyor. Bunlardan birisi Kürtlerse diğeri de (henüz potansiyel düzeyde olmakla birlikte) Alevilerdir. Bu nedenle, tıpkı Kürtler gibi Aleviler de, AKP Hükümeti’nin birçok alanlarda hızlı bir meşruiyet sarsıntısı geçirmeye başlamasıyla birlikte ötekileştirici söylem ve uygulamaların hedefi haline geldiler. Son aylarda ise Suriye politikasına karşı direnmeleri engellenmek isteniyor; bu yüzden Alevilerin daha dinamik kurumları, küçük veya orta çaplı Alevi-Sunni gerilimiyle meşgul edilmeye ve sindirilmeye çalışılıyor.

 

17 Ağustos’ta Hacıbektaş’ta düzenlenen anma etkinliklerinde üç Alevi federasyonu (Alevi Bektaşi Federasyonu, Alevi Dernekleri Federasyonu ve Alevi Vakıfları Federasyonu) ortak bir açıklama yapmıştı. Ortak metinde cemevlerine ibadethane statüsü tanınması gibi taleplerin yanı sıra Suriye politikasına dönük şu ifadeler yer alıyordu:

 

“Bu anma etkinliği … Düşman ülke ilan edilen komşumuz Suriye’ye yapılan müdahalelerle, rejim muhaliflerinin silahlandırıldığı; kaos ortamının yaratıldığı; böylelikle de bir insanlık dramına destek olunan bir ortamda Suriye Devlet Başkanı Sayın Beşar Esad’ın Alevi inancının dahi gerekçe gösterilmeye çalışıldığı bu süreçte yapılmakta ve bu yönüyle büyük anlam ifade etmektedir…” [4]

 


Notlar:

[1] "Erdogan’s counterproductive ambition” [Erdoğan’ın Zarar Veren Hırsı], 1 Eylül 2012. Bkz. http://www.economist.com/node/21561918?spc=scode&spv=xm&ah=9d7f7ab945510a56fa6d37c30b6f1709.

Metnin kısaltılmış bir çevirisi için bkz. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1098793&CategoryID=81.

Bir süredir Erdoğan ve AKP Hükümet’i hakkında düzenli olarak eleştirel yazılara yer veren The Economist bu son yazıda, eleştiri dozunu üst düzeye çıkartıyor. Türkiye’de hemen her muhalifin dile getireceği eleştirileri yapıyor. Türkiye’nin istikrar kazanmasının yolunun, kapsayıcı demokratik bir anayasa hazırlanmasından geçtiğini belirtiyor.

[2] Türkiye’deki Kürt sorununun artık bütün bölgeyi içine alan bir “Kürdistan sorunu”na dönüştüğünü vurgulayan son zamanlarda okuduğum gayet iyi bir yazı için bkz. “Kürdistan Sorunu”, Ömer F. Kurhan, http://www.daplatform.com/news.php?nid=22868

[3] Son yıllara Türkiye’nin dış ticarette Almanya’dan sonraki ikinci en büyük ortağı Irak; Irak’ta ise en yoğun dış ticaret, Kürdistan Federal Bölgesi’yle yapılıyor.

[4] “Alevi Federasyonlarından Hacıbektaş'ta Ortak Açıklama”, 17.08.2012, www.alevifederasyonu.org.tr.