'Köle torunları' Afro-Türklerin kimlik mücadelesi bu topraklara dair ne çok şey anlatıyor. Buluşma vesilemiz 'Gündüz Feneri' isimli fotoğraf sergisi...

 

Pınar Öğünç / Radikal

 

Sohbet ederken bir ara Mustafa Olpak’a dedim ki “Türkçe Olimpiyatları’nda mesela Kenyalı bir çocuk çıkıp da Türkçe ‘Bir yangının külünü, yeniden yakıp geçtin’i söylediğinde siz ne hissediyorsunuz?”
Çok ince biri Mustafa Bey. Hem fiziken, hem ruhen. Çok samimi bir dille aile hikâyesini yazdığı kitabı okuyunca, o insanı iyice tanır gibi oluyorsunuz ya… İşte öyle hafif bir düşündü, inceden gülerek “Türkçe şarkı söyleyen Kenyalı burada zaten vardı. Biraz bakınsalardı” dedi.
Onların dertleri hayli çetrefilli. Hem fazla görünmekten hem de hiç görünmemekten şikâyetçiler.
Bu toprakların asıl sahibi gibi hissedenler vardır; bir lokma farklı gördüğüne bir gözü kapıyı işaret eder gibidir her an. Meşrebine göre daha ötesini yapan da çıkar malumunuz.
Onların ‘farklı’ olduklarını gizleme şansı yok. Çünkü daha cebindeki kimliğe bakmadan, çünkü daha anadilini duymadan, çünkü daha neye inandığını öğrenmeden ‘öteki’ olduklarını bağıran bir işaretleri var:

 

Ten renkleri…
Bu kadar görünürken, aynı zamanda görünmezler de. Hikâyenin dibinde yatan hakikat bugünün modern ulus devletinde çok da konuşulmak istenmediğinden, ‘köle torunu’ oldukları dışında kimse ötesini bilmez. Mustafa Bey’in dediğine göre bu konuyu araştırmaya hevesli tarihçi sayısı da az. İtildikleri bu mecburi kimliksizlik koridorunda ne kadar direnebilirler? O yüzden de geriye ten renkleri kalmış sadece. Afrika kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında bugün kendi Afrika dilini bilen yok. Gelişleri ekseriyetle Girit’teki köle pazarı üzerinden olduğu için, bir kuşak öncesinin anadili Rumca. Cumhuriyetle ve Medeni Kanun’la birlikte vatandaş olmuşlar, Müslüman olmuşlar. Ne olduklarını onlar da bilemez, torunlarına Afrika dans dersi aldırır hale gelmişler. 

 

Dana bayramları
Bugün daha çok Ege Bölgesi’nde, İzmir’in ve Muğla’nın ilçelerinde yaşayan Afrika kökenlilerle İstanbul’da kesişmemiz bir sergi vasıtasıyla oldu. Beyoğlu’ndaki Cezayir’in sergi salonunda açılan ‘Gündüz Feneri’ isimli sergi, fotoğrafçı Ahmet Polat’ın seneler önce tesadüfen tanıştığı bir Afro-Türk sayesinde ortaya çıkmış aslında. Çok şaşırıp da mevzu ilgisini çekince 2006’dan itibaren dört yıl boyunca farklı zamanlarda köylerini, evlerini ziyaret ederek fotoğraflaştırmış Polat.
Afro-Türklerin Afrika’dan buraya taşıdıkları ve senelerce ara verildikten sonra altı-yedi sene önce canlandırılan Dana Bayramları da bol fotoğraf vermiş kendisine. 2002’de Mustafa Olpak tarafından tohumu atılan Afrikalılar Kültür ve Yardımlaşma Dayanışma Derneği’nin, bu bayramların giderek canlanmasında, hatta son birkaç yıldır neredeyse 150 yıl önceki coşku ve katılımın yakalanmasında payı büyük.
Kölelik yeryüzünden temizlendi ve geçmişte yaşanmış bir ayıptan söz ediyoruz değil mi? İnsanlık dışı yöntemlerle topraklarından koparılan Afro-Türklerin mahkûm edildikleri yoksulluğa ne diyeceğiz peki? ıleri kapitalizmin icat ettiği yeni kölelik biçimleri, aslında köle olmayan onların torunlarına reva görülmüyor mu bugün? Bunu Olpak’a da sordum.
“Dünya insanları komün dediğimiz sömürüsüz evreyi de yaşamış. Bugün Afrika’nın bazı yerlerinde hâlâ insan satılıyor. Kölelik birinin malı olmaktır, yaşamınızın başka birinin iki dudağı arasında olmasıdır. O anlamda kölelikten söz edemeyiz. Ama yoksulluk bu sistemin çelişkisi. Yoksulluk derinleştikçe köleliği anımsatan yaşamlar daha da artacaktır. Evet, öyle…” diyor.
Aile hikâyesini anlattığı ‘Kölekıyısı’ (Punto Yayınları, 2008) kitabında Olpak, yoksulluk içinde geçen çocukluğuna dair öyle anekdotlar aktarıyor ki… Kira ödemedikleri için bir ormanın ortasında annesi ve sekiz kardeşiyle yaşadığı, ekmek alıp dönmenin yarım gün sürdüğü akrep dolu o ev gözlerimin önünde sanki. Dedesinin Mustafa Kemal sevgisinden ismi Kemale olan, nüfus memuru bunu anlamadığı için yıllarını erkek bir Kemal olarak geçiren, hatta askere çağrılan o kadının cefası… 

 

Köleliğin utancı
Yoksulluk dışında bir de siyahlıktan kaynaklanan dışlanma var; dert tek değil ki… Gazeteci Alev Karakartal, bir önceki kuşağa göre açılmış tenini göstererek vahim bir hakikatin altını çiziyor: “Ben çektim, çocuklarım çekmesin” diyerek beyaz adamlarla gönülsüz yapılan evliliklerden söz ediyor. Çocuklar melezleşsin diye yapılan bu evliliklerin sonu genelde hüsran oluyor tabii. Sonra siyah bekâr annelere melez çocuklarına bakmak için katlandıkları katmerlenmiş zor bir hayat düşüyor.
İzmirli Selim Sarıkaya muhtemelen 20’lerinin başında bir genç. Onun Bodrum tatili herkesinki gibi olmuyor mesela. Yolda çevrilip uyuşturucu satıp satmadığı sorulabiliyor. Bir siyah hayatta başka ne yapabilir ki?
Nedensiz polis çevirmelerine o kadar alışkınlar ki. Alışmışlar maalesef. Belki en eğlenceli kısmı, polisin ‘suçlu Afrikalı’ diye çevirdiği insanın nüfus kâğıdına bakınca isminin Ayşe, Fatma, Ahmet, Mehmet ve de TC vatandaşı olduğunu gördüğü an. Afallayıp inanamadıkları bu çaresiz saniyeler kayda geçebilse keşke.
“Birinci kuşak yaşar, ikinci kuşak reddeder, üçüncü kuşak araştırır” diyor Mustafa Bey. Onlara büyüklerinden bir utanç miras kalmış. Öyle hissediyorlar. İçinde ‘köle’ kelimesinin geçtiği cümlelerle anılmaktan doğan bir utanç, işlemedikleri bir suçun utancı… Üçüncü kuşak araştırırken, sıra ‘beyazların’ duyması gereken utanca geliyor artık.

‘O işte de unutulduk. Asıl siyah Türk biziz’
Beyaz Türk-Siyah Türk meselesini açtığımda “O işte de biz unutulduk. Asıl siyah Türk biziz” diyor Mustafa Olpak gülerek. Türkiye’nin yüzleşme masasında Afro-Türklere de bir sandalye istediğini söylüyor:

“Türkiye değişiyor. ıstesek de istemesek de, yarım yamalak da olsa yüzleşmelerden bahsediyoruz. Anadolu halklarının neden olduğunu anlamadığım bir sıkıntısı var, yüzleşmeyi bilmiyor. Bence Türkiye’nin en büyük sorunu, yakın geçmişinde yaşananları, bu gerçek diye kabul edememektir. Bunu bir becerebilsek herkes rahatlayacak.”

 

Hac kanıtı: ‘Arap’ çocuk
Osmanlı topraklarına gelen ilk Afrikalı kim? Erken Osmanlı kayıtlarından Sultan I. Beyazıt’ın Habeşistan’dan bir ‘soytarı’ getirdiğini biliyoruz. Olpak’ın kitabı için yazdığı önsözde, Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisi Hakan Erdem anlatmış.
Köle ticaretinde akışın en yoğun olduğu yıllar 1800’ler. “şimdi Kenya dediğimiz dönemin Zanzibar Sultanlığı’yla son dönemlerindeki Osmanlı İmparatorluğu çok sıkı fıkıydı. İstanbul’da okunan hutbelerin Zanzibar Sultanlığı’nda da okutulduğu oluyordu. Uzun zaman siyah köle ticareti ihtiyacını karşıladı imparatorluğun. şimdiki Kenya ve iç taraflarından insan tacirlerinin getirdiği siyah köleleri, eskiden Kölekıyısı denilen, şimdiki Mombasan’dan uzun bir deniz yolculuğuyla Girit’e, Anadolu’ya, İstanbul’a taşıyorlardı” diyor Olpak. şu an Türkiye’deki üçüncü, dördüncü kuşak siyahların çoğu hakiki kökenini bilmiyor ama Kenya dışında Mısır ve Sudan’dan olanlar da var. Yılda 10 bin kölenin getirildiğine dair kayıtlar varmış.
Modernizm tarihinde ilginç bir gelişmeyle siyah köle sayısının azaldığı bir evre var: Kentli Osmanlı burjuvazisinin evlerinde köle emeği yerine ücretli hizmetçi çalıştırmayı daha ‘havalı’ buldukları dönem… Avrupalı mürebbiyeler moda bu esnada.
Osmanlı’da köleliği benzerlerinden ayıran bir yanı İslam üzerinden geliyor. Müslüman köle sahipleri dokuz yıldan sonra kölelerini ‘azat’ etmenin sevap olduğuna inanıyor. Fakat Afrika’nın bir köyünde nehirde çamaşır yıkarken kaçırılıp da hiç bilmedikleri topraklarda dokuz yıl sonra azat etseniz ne olacak? Mecburen köleliğe razı gelenler var, düşününüz…
Köle sayısını arttıran bir gelenekten daha söz etmeli. Hacca gitmenin binbir eziyetli olduğu dönemde, ‘Gittim’ diye yalanını söyleyen mi varmış bilmiyoruz, Hac’dan dönüşün kanıtı olarak bir siyah çocuk getirme âdeti varmış. Arabistan’da bir çocuğu ailesinden çekip Anadolu’ya götüremeyeceklerine göre, çareyi Afrika ve Ortadoğu’dan kölelerin bulunduğu Arabistan’daki köle pazarlarında buluyorlarmış. Arap olamayacak kadar siyah çocuklar böyle getiriliyor, sonra da ev içi hizmette kullanılıyorlarmış. Bugün bile Afrikalı’ya yapıştırılan Arap lafının böyle bir kökeni de mevcut.
Köleliğin uluslararası camiada yasaklanmasının buralarda da bir karşılığı oluyor. Lakin ‘evlatlık’ yahut ‘beslemelik’ gibi yeni tariflerle aynı sistemin sürdüğüne şahit oluyoruz. Bir süre sonra da Türk ve Müslüman yazan nüfus kâğıtları giriyor cüzdanlarına. Soranlara öyle diyorlar.