Ömer İbrahimoğlu / Demokrat Haber

Türkiye genelinde 2022 yılının ilk yedi ayında Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre yaklaşık 188 kadın erkekler tarafından öldürüldü. Kadın cinayetleri vuku bulmaya devam ediyorken İstanbul Sözleşmesi’nin önemi de her geçen gün toplum tarafından daha çok anlaşılmaya başlandı.

“Kadınlar tek tek gidiyor!”

Bu söz boşanma aşamasında olduğu kocası tarafından katledilen Ezgi Zerkin’in (Özarslan) annesi tarafından dile getirildi.

Ezgi Zerkin, fail Deniz Özarslan tarafından tehdit edilmeye başlayınca uzaklaştırma kararı aldırdı. Daha sonra koruma kararı da aldı. Koruma kararı devam ederken Deniz Özarslan 28 Temmuz’da İzmir’de işyerine gittiği Ezgi Zerkin’i başından silahla vurdu. Zerkin götürüldüğü hastanede hayatını kaybetti. Olay sonrasında Ezgi Zerkin götürüldüğü hastane önünde konuşan Anne Ziynet Zerkin, “Devlet kızımı korumadı,” diye haykırdı.

Başka bir kadın cinayeti de İstanbul’da yaşandı. İstanbul Bahçelievler ilçesinde, 16 yaşındaki Beyza Doğan tam 35 kez şikâyetçi olduğu Selim Tekin isimli erkek tarafından katledildi. Beyza Doğan ve ailesi de koruma kararı almıştı, tıpkı Ezgi Zerkin ve ailesi gibi.

Olayın ardından konuşan Beyza Doğan’ın teyzesi Zarife Doğan yaşananları şu sözlerle anlattı: “Anne ve babası şikâyetçi olmuştu. İki yıldır bu dava sürüyor. Defalarca savcılığa mahkemeye çıkıldı. Bütün deliller vardı. Ama hiçbir şey yapmadılar. Sürekli tehdit ediliyordu. Ablam sürekli kapıyı kilitliyordu. Ekmek almaya kızı gidiyor tam içeri gireceği esnada ayağını koyup kapının kapanmasını engelliyor. Silahla aileyi tehdit ediyor. Kız kaçıp bağırıyor ‘ablamı kurtarın’ diye. Komşuyu gönderin bir şey yapmayacağım diyerek kızı banyoya götürüyor. Sözde mahkeme kararı vardı. Hayatını mahvettiler.”

Bütün kadın cinayetinde ortak noktalar mevcut. Öldürülen kadınlar ve aileleri polise başvurmuş, savcılığa başvurmuş, koruma kararları almış. Bütün bunlara rağmen kadınlar erkekler tarafından katledildiler. Biz de bütün yasal yollarını tüketmiş, polise, savcılığa başvurmuş kadınların bundan sonra neler yapmaları gerektiğini, cinayetlerin ortak noktalarından neler anlamamız gerektiğini ve en önemlisi İstanbul Sözleşmesinin önemini Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Avukatı Tuba Torun ile konuştuk…

Ezgi Zerkin ve Beyza Doğan cinayetlerine baktığımızda ortak bazı noktalar var. Kadınlar ve aileleri polise, savcılığa başvurmuş, uzaklaştırma ve koruma kararı almış. Fakat korunamadılar. Neden? Sizce bu iki cinayetin ortak noktalarından ne anlamalıyız?

Sizin de söylediğiniz gibi bu cinayetlerin ortak noktaları katledilmeden önce faille ilgili çok sayıda şikâyette bulunmuş olmaları ve hatta koruma kararı almış olmaları. Maalesef buna daha önce de rastladık. Ve çok sayıda koruma kararı aldıran ve şikâyette bulunan kadınların sayısı giderek artıyor. Bu tesadüf de değil. Bunu artık rastlantısal olarak okuyamayız. Bunun politikasızlık veya yanlış politikalar sebebiyle olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu kabulün de halktan ziyade, devletin başında olan yani politika üreten özelikle iktidar tarafından sorgulanması gerekiyor, diye düşünüyorum.

Kadınlar ve aileler yasal bütün haklarını kullanmışlar ama yine de korunamadılar. Sizce yasalar, kadınları koruma açısından yetersiz mi?

Sorduğunuz soruyla bağlantısı olduğu için öncelikle İstanbul Sözleşmesine değinmek istiyorum. İstanbul Sözleşmesinin dört temel ayağı var: Önleyici tedbirler, koruyucu tedbirler, şiddet söz konusu ise etkin ve hızlı şekilde en üst sınırdan cezalandırılması ve dördüncü olarak da bütüncül politikalar uygulama ilkesiydi. Maalesef bu dört ayağın Türkiye’de hayata geçirilemediğini ya da geçirilmediğini görüyoruz. Sözleşmeden bir gecede çekilme ve yerine 6284 sayılı koruma yasasının varlığının belirtilmesi söz konusuydu, aslında 6284 sayılı yasanın bile etkin bir şekilde uygulanmadığını biliyoruz. Ve yıllardır bununla mücadele ediyoruz.

Aslında esas mesele yasaların kötü olması değil, yasaların etkin uygulanmaması. Örneğin Pınar Gültekin, Emine Bulut cinayetlerinde indirim uygulanması veya en üst sınırdan gereği gibi yasaların uygulanmayarak karar verilmiş olması hem faillerin cezasını azaltan hem de bunun yanı sıra suç potansiyeli taşıyan kişileri cesaretlendiren bir durum. Ayrıca 2015’te TBMM’de oluşturulan “Boşanma Komisyonu” 2016 yılında bir rapor vermişti. Bu raporda kadınların kazanılmış haklarına yönelik saldırı teşkil eden bir dizi öneri yer almaktaydı. Bunların bir kısmını hayata geçirdiler bir kısmını da halkın tepkisinden dolayı hayata geçiremiyorlar. Nafakanın sınırlandırılması, istismar failinin mağdurla evlenmesi halinde affı gibi yasalar halen bilhassa Kadın Hareketi’nin direnişi dolayısıyla hayat geçirilemedi. Fakat tüm bunların gündeme getirilmesi bile örneğin müftülük yasasının geçirilmesi, aile arabuluculuğun gündeme getirilmesi, her türlü indirimler ve son olarak İstanbul Sözleşmesinden çekilme gibi gelişmeler suç işleyen kişilere ya da suç işleme potansiyeli taşıyan kişilere, ‘demek ki korunuyoruz’ mesajı veriyor. En kötü ihtimalle de 3, 5 ay çıkarım, deniliyor. Bu tür konuşmaların görüntülerini bile izledik. Bir videoda eşini kan revan içinde bırakan adam, “3, 5 ay yatar çıkarım” diyordu. Ben o davaya şahsen de katıldım. O davada adam tahliye edildi. Sonrasında elektronik kelepçe kararı aldırmamıza rağmen adam o kelepçe ile kadının evine gitti. Ve yarım kalan fiilini tamamlamaya çalıştı. Dediğim gibi bütün bunlar faile cesaret veriyor. Yine de biz yasalardaki eksiklikten değil, yasaların samimiyetle uygulanmamasından bahsediyoruz. Yalnızca Anayasa’nın 10. Maddesinde, kadın erkek eşitliğine ilişkin devletin her türlü önlemi alacağı fıkrası bile uygulansa zaten İstanbul Sözleşmesinin bütüncül politikalarla ilerleme ilkesini de karşılamış olur. Böylece şiddeti önlemek için her türlü önlem alınır. Yani mesele yasalarda değil, mesele bu yasaların uygulanmasını engelleyen, uygulanmasını istemeyen erkek egemen zihniyeti hayata geçirmek isteyen yapıdadır.

Çok önemli bir husus daha var. Maalesef şüpheli ölümler de artıyor. Şüpheli ölümlerin artması da hukuksuzluğun bir neticesi. Gereken önlemlerin alınmamasının neticesi. Failler suçlardan yırtmayı, kendilerini korumayı ve savunmayı öğrendiler. Örneğin fail şunu diyebiliyor, “Ben öldürmedim. Kendisi intihar etti”. Kadın cinayetleri kadar şüpheli ölümler de var. Bunların hepsi politikasızlığın veya kötü politika yürütmenin yoludur. Şunu açıkça söylemek lazım, temel sorun kapitalist erkek egemen dünya genelinde beyaz, Türkiye özelinde Sünni, Heteroseksüel baskıcı erkek yapının ayrıcalıklarından vazgeçmemek ve gücünün bekasını devam ettirmek için eşitliğe karşı olmaları ve eşitliği sağlayacak her türlü yolu yöntemi bir şekilde baltalamaları ile ilgilidir. Bu zihniyet çözülmedikçe uygulamalar da bu doğrultuda ilerleyecektir. Bu noktada durdurucu tek güç yargı olmasına rağmen yargı da siyasi bir etki altında kalmakta. Son dönemde şahit olduklarımızın neticesinde bunu söylüyorum. Bu yüzden yargının denge, denetleme, frenleme mekanizması da çalışmadığı için başta siyasi iktidar olmak üzere suçlular ve suç potansiyeli olan kişiler meydanı boş buluyorlar. Kafalarına estiği gibi davranma hakkını kendilerinde görüyorlar. Elbette buna şiddeti önleme mekanizmasındaki her kurum dâhildir. Kolluk Kuvvetleri, adli tıp kurumu, sosyal hizmet uzmanlarına kadar hepsi, ve bu mekanizma şu an zehirlenmiş durumda.

Öldürülen Kadınlar, neredeyse bütün yasal yolları tüketmişler. Sizce bütün yasal yolları tüketmiş ve hala korunamadığını düşünen kadınlar bundan sonra ne yapmalı?

Normalde eğer bir kişi şiddete maruz kalıyorsa ve hatta şiddet tehlikesini seziyorsa yasalar tarafından derhal ve en etkin şekilde korunmayı hak eder. Ve gerekli başvuruları yapmasıyla beraber en hızlı şekilde önleyici ve koruyucu tedbirlerin alınması gerekir. Fakat bunun yapılmadığını görüyoruz. Polisler tarafından evlerine gönderilen kadınlar, defalarca savcılığa gitmesine rağmen sonuç alamayan kadınalar, şikâyetleri sürüncemede kalan kadınlar vesaire… Burada çok net artık çürümüş bir şiddeti önleme mekanizması silsilesi olduğunu görüyoruz. Öncelikle bu mekanizmanın düzeltilmesi gerekiyor. Peki, ısrarlı şikâyetlerine rağmen korunamayan kadınların fiilen ne yapmaları gerekiyor, diye baktığımda ise: Kamuoyu oluşturmak, sosyal medya üzerinden sesini duyurmak, kadın derneklerine başvurmak gibi yöntemler uygulanıyor. Sosyal medyada hakkını arayan kadınlar için karalamalar da yapılıyor. Sosyal medya adaleti olmaz deniliyor. Elbette sosyal medya adaleti olmaz. Adalet yalnızca yargı kurumlarınca tesis edilir. Fakat eğer yargı işlemez hale geldiyse bu noktada sosyal medyada adalet aranır. Sosyal medya adaleti yoksa da sosyal medya da adalet aranır. Ve bunun müsebbibi şiddet mağdurları değil yargı mekanizmasının doğru ilerlemesini engelleyen kişilerdir. Bu yüzden kadınlar sosyal medyada adalet aradıkları zaman, kamuoyu oluşturdukları zaman, türlü derneklere başvurdukları zaman suçlanmamalıdırlar. Kaldı ki kadın dernekleri de terör faaliyetleri yaptıkları gerekçesi ile son derece dayanaksız ve uydurma gerekçelerle mağdurların belki de tek sığınağı olan kadın derneklerini de kapatarak kadınlar apaçık ölüme mahkûm eden bir siyasi bir işleyiş söz konusu. Bu noktada hiçbirimizin korkmadan hakkını aramaya devam etmesi çok önemli. Eğer defalarca şikâyet edilmiş ve sonuç alınamadıysa mümkün olduğu kadar bunu her mecrada duyurmak lazım. Bazı insanlar başına gelenleri aleni olarak söylemek istemiyor da olabilir. Bunu kamuoyuna açmakta bir nevi travmadır. Ama son çarede gerekirse her türlü mekanizmayı CİMER’inde KADES’ine kadar, kadın derneklerinden sosyal medyasına kadar hatta gerekirse bütün gazeteleri arayıp haber yaptırmak dâhil olmak üzere yargıyı harekete geçirecek kendilerini korunmasını sağlayacak bütün yöntemleri denemeliler. Özetle yargıyı harekete geçirmek için bütün mekanizmalara başvurmalarını öneriyoruz. Fakat bunu çaresiz ve umutsuz bir şekilde yapıyoruz. Çünkü esas işini yapmayan kişiler yüzünden biz maalesef bu tür tali yöntemlere başvurmayı öneriyoruz. Ayrıca kadınlar kendilerini korumayan her kamu personelini şikâyet edebilirler. Polisler onları eve gönderirse İçişleri Bakanlığına şikâyet etsinler. Hâkim ve savcılar dosyayı sürüncemede bırakırsa HSK’ya şikâyet etsinler. CİMER üzerinden şikâyet etsinler ve gerekirse ifşa etsinler. Çünkü bu artık önü alınamaz bir kamu zararı söz konusu. Bir cins kırımı noktasına gelen kadınların yaşamını önemsememe ve bilhassa kadınların hayatlarını tehlikeye atma söz konusu. Bu anlamda işini yapmayan her kim varsa bir üst mekanizmaya şikâyet etsinler.

İstanbul Sözleşmenin 55. maddesine göre, kadın şikâyetçi olmasa veya şikâyetini geri çekse dahi şiddet suçlarının etkin soruşturulması gerekir. Ezgi Zerkin’in (Özarslan) faili Deniz Özarslan geçmişte kız arkadaşını balkondan aşağı itmiş. Tutuklanan fail daha sonra kadının şikâyetini geri çekmesiyle serbest kalmış ve etkin bir soruşturma yapılmamış. Aslında bütün cinayetlerin meydana gelme biçimine baktığımızda İstanbul Sözleşmesi'nin önemi her geçen gün daha da iyi anlaşılıyor. Siz İstanbul Sözleşmesi ve kadın cinayetleri arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

İstanbul Sözleşmesi yukarıda da anlattığım gibi dört temel sütun üzerine kurulmuş, çok detaylı bir sözleşmedir. İstanbul Sözleşmesi yine yukarıda da bahsettiğim aslında bu şiddetin yolunu açan ve hatta şiddete yol gösteren erkek egemen zihniyeti ortadan kaldırmaya yerine eşitlikçi bir zihniyet yerleştirmeye çalışan yani sorunu kökeninden çözmeye odaklanan bir sözleşmedir. Şiddetin temelini toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayandırıyordu. Eğer insanların kafasında bütün insanların eşit olduğunu oturtabilirsek ve birine yalnızca kadın diye şiddet uygulamamayı öğretebilirsek ve bunu çocukluktan itibaren öğretirsek şiddetin azalacağını söylüyor İstanbul Sözleşmesi. Ve çok haklı. Siyasi iktidar sözleşmeyi kendi gücüne bir engel olarak gördü. Çünkü eşit olmayı istemeyen, kendi erkek kapitalist heteroseksüel zihniyetinin devam etmesini isteyen tekçi ve güç zehirlenmesi yaşayan bir iktidar var ortada. Bu planlarını sekteye uğratacak her türlü unsuru saf dışı bırakmak istiyorlar. Bunu hunharca ve hukuksuz bir şekilde yapıyor. Eğer İstanbul Sözleşmesi gerçekten uygulansaydı şiddetin ne kadar azaldığına hepimiz şahit olacaktık. Bahsettiğiniz sözleşmedeki 55. Madde yani etkin şekilde cezalandırmayı içeren madde de bu öngörüyle yapılmış. Caydırıcı olma özelliğini vurgulayan ve cezasızlık algısının önüne geçerek suçluları suçtan hukuki olarak beri tutmaya çalışan bir sözleşme idi.

Eşinden şiddet gördüğü için Türkiye'de defalarca savcılığa başvuran ve eşinin saldırısı ile annesi öldürülen Nahide Opuz, başvurularına rağmen tedbir alınmadığı için Türkiye'yi AİHM’e şikâyet etmişti. 2009 yılında mahkeme Opuz'u haklı bularak, Türkiye'nin şiddet gören bir kadını, savcılığa başvurduğu halde, kocasından koruyamayarak ayrımcılık yaptığına hükmetti ve Türkiye’yi tazminata mahkûm etti. Nahide Opuz davası nezdinde Ezgi ve Beyza'nın öldürülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nahide Opuz kararı Türkiye’nin ilk kez kadına yönelik şiddet sebebiyle cezalandırıldığı bir dosyaydı. Bu kararın utancıyla İstanbul Sözleşmesi imzalanmıştı ve oy birliğiyle kabul edilmişti. Ancak daha sonra sanki bütün bunlar hiç olmamış gibi, Türkiye’de eşitlik tamamen sağlanmış gibi, bir tek kadın bile öldürülmüyormuş gibi bütün kazanılmış haklarımızı geri çekmeye koyuldular. Bunu yaparken Anayasa’yı ve hukuku ayaklar altına alarak yaptılar. Sözleşmenin iptali talebenin ret edilmesi de tamamen hukuksuzdu. Sanki öldürülen kadınlar bu ülkenin vatandaşı değilmiş gibi, sanki kadın haklarını savunanlar bu ülkenin vatandaşı değilmiş gibi yaşam hakkımızı dahi temel hak ve özgürlük olarak görmeyip Anayasayı ayaklar altına alarak cumhurbaşkanı kararnamelerini çıkarmaya devam ediyor. Kadın cinayetleri İçişleri Bakanlığı tarafından azalmış deniyor. Aksine kadın cinayetleri azalmamıştır, yalnızca şekil değiştirmiştir. Ve hatta oluş biçimleri çok daha vahim bir duruma gelmiştir.

Nahide Opuz da tıpkı Ezgi Zerkin ve Beyza Doğan gibi defalarca koruma talep etmişti ve korunamamıştı. Bugünlerde maalesef bütün kadınlar korunmak istiyor. Ama korunmuyorlar ve öldürülüyorlar. Artık bundan utanan bir ülke de yok.

Bu iki cinayeti işleyen fail erkeklerin normal şartlarda hangi cezaları almaları gerekiyor?

Vakaya baktığımda faillerin alması gereken ceza ağırlaştırılmış müebbet hapis. İyi hal veya haksız tahrik indirimi kesinlikle uygulanmamalı. Bunu hem İstanbul Sözleşmesi hem de kadına yönelik şiddeti engellemeye çalışan bütün evrensel değerler de yasaklar. Ve hatta ağırlaştırılmış sebepler dosyada mevcut. Cinayetin silahla işlenmesi, suçun bir yakınına karşı işlenmesi ağırlaştırılmış sebeplerdir. Bu açıdan her iki vakada da ağırlaştırılmış müebbet cezasının verilmesi hukuken açık. Fakat Emine Bulut ve Pınar Gültekin cinayetlerinde bunun yapılmadığını da gördük. Umuyoruz ki bu iki dosyada da bununla karşılaşmayız. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, İçişleri Bakanlığının 6284 nolu yasanın uygulanmasına ilişkin genelgeler yayınladık, stratejik koordinasyon belgeleri yayınladık diye övünmeleri bizim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Bunlar ağza bir parmak bal çalmaktan ibaret. Önemli olan yayınladıkları belgeler değil, Anayasa madde 10 ve bütün uluslararası sözleşmeler başta olmak üzere yasaların en etkin şekilde uygulanması. Biz kimseden hukuk dilenmiyoruz. Biz yaşam hakkımızın kendilerine verdiğimiz yetki dolayısıyla temin edilmesini istiyoruz.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Kazanılmış haklarımıza yapılan saldırı niteliğindeki bütün girişimlere direnmeye var gücümüzle devam edeceğiz. Kötülük daima iyiliği örgütlemiştir. Tarih boyunca Kadın Hareketi engellerle ve geriletici saldırılarla karşılaşmış olsa da ilerlemesi hiç durmamıştır. Bu anlamda mücadelemiz ilerlemeye ve büyümeye devam edecektir. Bu aynı zamanda bir etki tepki meselesidir. Baskı ve hukuksuzluklar devam ettikçe bizim direnişimiz ve hak savunmamız da güçlenip genişleyecektir. Dolayısıyla her ne kadar umutsuz vakalardan bahsediyorsak da geleceğe dair umudumuzu korumaya devam ediyoruz. Elbette bu yıkıcı zihniyetlerin bir gün sonu gelecektir. Uzun vadede de olsa her zaman iyi olan haklı olan kazanacaktır. Bu tarih ile ispatlıdır.