Bir süre önce Taraf Gazetesi’yle yollarını ayıran ve beğenilen tarih yazılarıyla bilinen Ayşe Hür bundan böyle her Pazar Radikal’de yazacak. Ayşe Hür’ün Radikal'de yayınlanan ilk yazısı Malazgirt üzerine:

 

 


MALAZGİRT-BÜYÜK TAARRUZ PARANTEZİ

 


AYŞE HÜR / [email protected] / Radikal

 

1071 Malazgirt Savaşı'nın tarihinden ancak 60'larda emin olabildik. 26 Ağustos tercihinde belki de bu 'zafer'i Büyük Taarruz'la aynı güne denk getirme arzusu etkili oldu...

Malazgirt-Büyük Taarruz parantezi

Diogenes'in esir düşmesini gösteren bir illustrasyon


Merhaba, bundan böyle pazar günleri birlikte olacağız. Yazılarımı bize doğru diye belletilenlerin arkasında yeni, farklı bir şey var mı diye bakmaya heves uyandırmak; kasıtlı olarak çarpıtılan, atlanan, abartılanlara dikkat çekmek amacıyla kaleme alacağım. Geniş bir yelpazede yazı yazan pek çok kişi gibi, değişik alanlarda çalışmalar yapmış bilim insanlarının makale ve kitaplarından; döneme tanıklık etmiş kişilerin anılarından; arşivlerdeki belgelerden, fotoğraflardan yararlanacağım. Her yazının altında o yazıyı yazarken en çok yararlandığım kaynakları gösteren bir not koyacağım. Yine de yazılarımın ‘bilimsel’ değil ‘popüler’ nitelikte olduğunu aklınızda tutmanızı rica ediyorum. Bazen tarih, isim gibi konularda ufak tefek hatalarım olabilir. Bunlar için peşinen özür diliyorum. Mail adresimi bir kenara not edin ve bana yazmaktan çekinmeyin lütfen. Eleştiri, katkı, önerileri ve sorularınızı cevaplamaktan büyük bir zevk duyacağım. 

İlk yazım, bundan 941 yıl önce bugün yaşanan tarihi bir olayın, 26 Ağustos 1071’de Selçuklu ordusu tarafından Bizans ordusuna karşı kazanılan Malazgirt Zaferi’nin Türk-İslam Tarih yazımındaki yerine dair. Bu olayı sadece kronolojik uygunluğu açısından seçmedim. Malazgirt Savaşı/Zaferi ve ona yüklenen anlamlar (ki bunların arasında 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz’un öncülü olması da var), günümüzün pek çok siyasi, sosyolojik, kültürel tartışmalarını anlamakta önemli bir anahtar niteliği taşıyor bana göre. Elbette konunun tüm yönlerini açmaya elverişli değil gazete sayfaları. Bu yüzden bu yazıyı sadece bir başlangıç kabul edin. 


Hikâyenin ortasından başlayalım: Amcası Tuğrul Bey’in 1063 yılında ölümü üzerine Selçuklu tahtına geçen Alparslan’ın ordularının bugün Anadolu dediğimiz coğrafyadaki ilk zaferi 16 Ağustos 1064’te gerçekleşmişti. O gün, Pakraduni Ermeni Krallığı’nın bir süredir Bizanslılara teslim olmuş başkenti Ani’yi (bugünkü Kars yakınlarında) şehirdeki Bizans garnizonunun kaçması sonucu umulmadık şekilde kolay ele geçiren Alparslan’ın şöyle haykırdığı rivayet olunur: “Bu ele geçirilmez şehri bizim ellerimize bırakan onların tanrısı!”
Bizans ile Selçuklular 1068’de tekrar karşılaştılar ama ilişkiler 1069 ve 1071 tarihli iki anlaşma ile düzeltildi. Daha doğrusu düzelmiş göründü, çünkü Bizans İmparatoru Romanos IV. Diogenes, Selçuklu ilerlemesini durdurmak için daha radikal bir politika izlemeye karar vermiş ve Ermenistan ülkesine doğru yola çıkmıştı. 

Çürümüş Bizans’a karşı zinde Türkler 
Çeşitli Müslüman-Arap kaynaklardan derlenen resmi teze göre, iki ordu 24 Ağustos 1071 günü Manzikert’te (bugün Muş’a bağlı Malazgirt) karşılaştılar. Ermeni tarihçi Urfalı Matteos (ö.1144) gibi Bizans ordusunun sayısını 1 milyona çıkaranlar varsa da, modern Türk kaynakları 200 bin, modern Batılı kaynakları 40 bin civarında olduğunu söylüyor. Onlara göre ortaçağ için gayet büyük bir ordu demekti bu. Bizans ordusunun ana gövdesini Ermeniler ve Greklerle paralı asker olarak hizmet veren Normanlar, Kumanlar, Bulgarlar, Cermenler, Peçenekler, Suriyeliler, Uzlar (Oğuzlar) ve Ruslar oluşturuyordu. Yine Batılı kaynaklara göre Bizans ordusunun bu ‘kozmopolit’ yapısı gayet doğaldı, çünkü o dönemde, Bizans ordusunda kariyer yapmak, her askerin rüyasıydı. Bu yüzden de dünyanın pek çok yerinden paralı askerler akardı Konstantinopolis’e. Türk kaynaklarına göre ise Bizans ordusu ‘birbirinin dilini anlamayan’, ‘disiplinsiz’, ‘karmakarışık’, ‘yozlaşmış’, ‘çürümüş’ ‘paralı askerler’ topluluğuydu. 

Alparslan’ın ordusunun mevcudu konusunda Batılı kaynaklarla Türk kaynakları anlaşıyorlar. Buna göre, Selçuklu ordusunun mevcudu 20-30 bin civarındaydı ve hepsi Müslüman, çoğunluğu Türk’tü. Yine Türk kaynaklarına göre Selçuklu ordusu ‘düzenli’, ‘disiplinli’, ‘enerjik’, ‘inançlı’ bir orduydu!
Kabul gören anlatıya göre, 24-25 Ağustos 1071 gecesi Malazgirt kalesi Selçukluların eline geçti, 26 Ağustos günü ise düşmana nihai darbe vuruldu. Rivayete göre, Alparslan o gün baştan aşağı beyazlar giyinmiş, eski Türk geleneğine uygun olarak atının kuyruğunu bağlamış, ordusuna Cuma namazını kıldırıp öldüğü yere gömülmeyi vasiyet etmişti. Ayrıntılarına girmeye yerimiz yok, bu yüzden kısaca sonucu söyleyelim: Savaş Alparslan’ın ordularının zaferiyle bitti. Romanos Diogenes esir alındı. Ama Alparslan kendisine bir esir gibi değil bir konuk gibi davrandı! 

Alparslan’ın Bizans’tan toprak talebinde bulunmayıp, 1,5 milyon altın fidye, yılda 360 bin altın vergi, zaten Müslümanlara ait kimi beldelerin Selçuklulara devri ve oğlu ile Romanos’un kızının evlendirilmesiyle yetinmesi Malazgirt Savaşı’nın Alparslan açısından pek de önemli olmadığını düşündürüyordu. Bugün daha iyi anlaşılıyor ki, Alparslan’ın Anadolu’yu fetih gibi bir düşüncesi yoktu. Çünkü başı Karahanlılar ve Fatımilerle dertteydi. Tek amacı, onlarla savaşırken arkasını sağlama almaktı. Savaşın esas sonucu, Romanos’un tahtını VII. Mihail’e kaptırması oldu. Selçuklu orduları Bizans içlerine doğru yürüyüşe 10 yıl kadar sonra geçti.
Halbuki bugün Türk-İslam Sentezi diye adlandırılan söylemde, Malazgirt Savaşı/Zaferi “Anadolu’nun kapısının Türklere kesin olarak açılmasına neden olan”, “Anadolu’yu Türklere ikinci bir vatan yapan” kutlu bir olay olarak ele alınıyor. Bu anlatı ilk kez 1930 tarihli Umumi Tarih II adlı kitapta yer almıştı. Mükrimin Halil (Yinanç) 1934 yılında yayımlanan Türkiye Tarihi Selçuklu Devri (I) kitabının alt başlığını “Anadolu’nun Fethi” koymuştu. 1934’te genç Fransız Marksist Şarkiyatçı, Claude Cahen Byzantion dergisindeki makalesinde Arap ve Bizans kaynaklarına göre günümüzdekine yakın bir anlatıyı dolaşıma soktu. (Tek fark, Cahen’in zafer günü olarak 25 Ağustos’u zikretmesiydi. ) Ancak o yıllarda hikâyeye, bugünkü gibi aşırı bir önem atfedilmiyordu. Çünkü 1932’den itibaren dolaşıma giren Türk Tarih Tezi’ne göre dünyadaki tüm medeniyetlerin kurucusu zaten Türklerdi. Böyle yüce nitelikli bir kavmin varoluşunu küçücük Anadolu coğrafyasıyla sınırlamak cazip değildi! 

Saf değiştiren Türkler 
1931-1938 arasında yayımlanan ders kitaplarında Türk Tarih Tezi’nin ve Türk-İslam Sentezi’nin izini süren Etienne Copeaux’dan öğrendiğimize göre, çok partili dönemin başladığı 1945’te bu söylem bazı değişikliklere uğradı. Orta Asya’da bulunan Orhun ve Yenisey yazıtlarını milliyetçi söyleme uygun biçimde ‘deşifre etmesi’ ile ünlü Türkçü dilbilimci Hüseyin Namık Orkun’un ‘ortaya çıkardığı’ anekdotlara göre savaşın kazanılmasında Bizans ordusundaki Uz (Oğuz), Peçenek, Kuman, Kıpçak paralı askerleri, ırkdaşlarının yanında yer almak için saf değiştirmişler ve Selçuklu ordusunun Bizans ordusunu yenmesine katkıda bulunmuşlardı. Böylece hikâyeye bir de ırkçı girdi eklenmişti. Halbuki Cahen, 1934 yılında yazdığı makalede, bu ‘saf değiştirme’ hikâyesinin Romanos Diogenes’in siyasi muarızı olan Attaleiates’in ‘palavrası’ olduğunu yazmıştı. Çünkü bu iddia ne diğer Bizans kaynaklarında, ne Arap kaynaklarında ne de Süryani kaynaklarında yer alıyordu. Nitekim modern Batılı araştırmacılara göre, Diogenes’in ordusu daha Malazgirt’e varmadan dağılmıştı. Ayrıca ordunun içinde imparatora muhalefet eden pek çok soylu vardı ve bunlardan bazıları ihanete varan davranışlara girmişlerdi. Bunlar yetmezmiş gibi Diogenes, orduyu iki kanada ayırmış, gücünü bölmüştü. Yine de savaşta kaybedilen asker sayısı 8 bini geçmiyordu. Bu da ordunun yüzde 20’sine tekabül ediyordu ki, hiç de büyük bir sayı değildi. Bu kaynaklar “Zaten ortada büyük bir hezimet olsa Alparslan’ın talepleri çok daha radikal olurdu” diye devam ediyorlardı. 

1980 askeri darbesinden sonra olayın ulusal ve siyasi yanı öne çıkarıldı. Atatürk’e yönelik kişi tapıncının zirveye ulaştığı bu yıllarda, Malazgirt’le Büyük Taarruz’un aynı güne rastlamasının altı çiziliyor, Atatürk Alparslan’ın devamı olarak tarif ediliyor, Atatürk’ün Yunan generali Trikopis’e davranışı ile Alparslan’ın Romanos Diojenes’e karşı tutumu arasında paralellik kuruluyordu.
1990’ların yeniden dinselleşen söylemine göre ise Anadolu’nun Türklerin eline geçişi Haçlı Seferleri’ni kışkırtmış İslam’la ilişkiye giren Avrupa uygarlaşmıştı. Yani Türklerin Anadolu’ya gelişi hem İslamiyet hem de Avrupa (daha doğrusu ‘cihan’) için hayırlı sonuçlar doğurmuştu... Kısacası Malazgirt Zaferi, her dönemin ihtiyacına göre yeniden üretilmiş, sonunda ortaya koca bir efsaneler yığını çıkmıştı.
Peki, o tarihte Anadolu’da kimler yaşıyordu? Bu topluluklara ne oldu? Türkler bu topraklara neler getirdi, neler götürdü? Bugün tüm yakıcılığıyla önümüzde duran sorunlar nasıl ortaya çıktı?Bu soruları da önümüzdeki haftalarda cevaplayalım…

Savaş gerçekten 26 Ağustos 1071’de mi oldu?
1924-1925 yılları arasında 12 sayı çıkan Anadolu Mecmuası’ndaki yazıları okuyan biri, ilk Türkolog Necip Asım’ın yine aynı kaynakta yayımlanan ‘Milli Bayramlarımız’ başlıklı makalesinde, neden “Malazgirt Savaşı’nın gerçekleştiği gün olan (29 Ağustos’u) bayram ilan etmeyi” teklif ettiğini anlar. Anlayamadığı şey ise, neden 26 Ağustos değil de, 29 Ağustos’un önerildiği olacaktır muhtemelen. Bir matbaa hatası mı söz konusudur acaba? Belki de. Ama dönemin Arap ve Bizans kaynaklarında savaşın ne gün gerçekleştiği konusunda kesin bir bilgi olmadığını öğrenince şaşkınlığımız geçecektir. Gerçekten de, İbn’ül Ezrak’a (ö. 1176) göre savaşın hangi ayda olduğu, hatta Diogenes’in esir alınıp alınmadığı bile belli değildi. Kamal ad-Din’e (ö. 1262) göre kesin zafer 24 Zilkade 463 (25 Ağustos 1071) günü kazanılmıştı. 1934’te Cahen’in 25 Ağustos’u esas almasının nedeni de buydu. 

Konu üzerinde yıllarca durulmadı. Çünkü Büyük Taarruz ve 30 Ağustos Zafer Bayramı, ancak 1960 darbesinden sonra tekrar önem kazandı. Osman Turan ilk kez 1965’te yayımlanan Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti adlı eserinde, önce alçak sesli bir itirafta bulunacak, ardından da mutlu haberi verecekti: “Zaferin ağustos ayında ve cuma gününde kazanıldığı hakkında ittifak varsa da, ayın kaçıncı günü olduğu ihtilaflıdır. İbn’ül-Cevzi, Sibt ve İbn Kesir, 26 Ağustos üzerinde birleştiği halde diğer kaynaklar 6, 16 ve 19 Ağustos üzerinde dağılır (…) Halbuki Mükrimin Halil Yinanç’ın rakam hatalarının tesbiti/ve bizim de teferruatlı araştırmalarımızın teyidi sayesinde 26 Ağustos Cuma gününün kat’iyeti meydana çıkmıştır. Türkiye’de eskiden beri bu günün umumi olarak kabul edilmiş olması, isabetli bir tesadüften başka bir şey değildir.” (s. 133-4)
Peki, 26 Ağustos’u böyle özel kılan neydi? Bunun cevabını Ortaokul I (1987) adlı tarih kitabının ve daha nice okul kitabının yazarı Niyazi Akşit’ten alalım: “Ne tesadüftür ki Kurtuluş Savaşımızı sonuçlandıran Atatürk’ün başlattığı Büyük Taarruz da Malazgirt Zaferi’yle aynı tarihe rastlar. Düşmanın zorla ve hile ile elimizden aldığı vatanımızın büyük bölümü Atatürk tarafından 26 Ağustos 1922’de başlatılan Büyük Taarruz’la yeniden kurtarılmıştır.”
Anlaşılan iki olayı aynı güne rastlatmak için tarihler üzerinde biraz ‘çalışmak gerekmişti.’ Gerçi, ‘büyük tesadüf’ ancak Malazgirt Zaferi’nin 30 Ağustos’a rastlamasıyla olurdu ama o zaman da Cuma gününden vazgeçmek gerekirdi. Bu yüzden, 26 Ağustos’a razı olmak gerekmişti. Bize de Türk-İslam Sentezi’nin bu icadını kutlamak kalıyordu...

Özet kaynakça


Not
Gürdal Aksoy’a, Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolumerkezci Yabancılaşma adlı henüz yayımlanmamış çalışması için kaleme aldığı makalelerini benimle paylaştığı ve sorularıma verdiği ayrıntılı cevaplar için özel olarak teşekkür ederim.