Bundan 103 yıl önce tam bu günlerde, İstanbul’da tarihe “31 Mart Vak’ası” veya “31 Mart Olayı” olarak geçen ayaklanma patlak vermişti. Olay, bugün kullandığımız Milâdî Takvim’e göre 13 Nisan 1909 günü, o tarihte kullanılan Rumî Takvim’e göre ise 31 Mart 1325 günü başladığı için böyle adlandırılmıştı. 11 gün süren isyanın lider kadrosu doğru dürüst soruşturma yapılmaksızın idam edildiği ve İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) arşivleri günümüze kadar ulaşmadığı için olayın arkaplanını hâlâ tam bilmiyoruz. Ancak ön yüzde, İTC’yi sevmeyen sabık Sadrazam “Monarşist” Kâmil Paşa, hem İTC’ye, hem Saray’a karşı olan “ademimerkeziyetçi” Prens Sabahaddin’in Ahrar Fırkası; iktidara tamamen el koymak isteyen İTC; halkın dinî duygularını tahrik eden Derviş Vahdetî ve Nakşibendîlerin kontrolündeki İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti; Meşrutiyet’le birlikte ayrıcalıklarını yitirmekten korkan medreseli softalar; Arnavut asıllı askerler arasındaki milliyetçi unsurlar, ulema veya asker kılığına girmiş yerli ve yabancı ajanlar gibi değişik aktörler vardı. Ancak, planlayıcısı kim olursa olsun, sonuçta kazançlı çıkan ordu ve İTC olmuştu. İsyan bastırıldıktan sonra, Abdülhamid tahttan indirilerek Selanik’e sürgüne gönderilmiş, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından beri siyasetten uzak tutulan ordu yeniden siyasete ağırlığını koyarken, İTC adım adım iktidarı ele geçirmeye başlamış, 23 Ocak 1913 tarihindeki Babıâli Baskını ile de otoriter rejimini kurmuştu.

Resmî tarihe göre “irticai” bir kalkışma olan 31 Mart Olayı’nı ve gayrı resmî tarihe göre “darbeciliğin miladı” olan Babıâli Baskını’nı bu sayfalarda (sırasıyla 6 Nisan 2008 ve 24 Ocak 2010’da) anlatmıştım. Bu haftaki konumuz, 31 Mart Olayı ile eş zamanlı olarak Adana’da yaşanan olaylar. Osmanlı yöneticilerinin deyimiyle “Adana İğtişaşı” (karışıklığı), yerel hükümet temsilcilerinin deyimiyle “Adana Vak’ası”, Ermeni kaynaklarına göre “Adana Faciası”, misyoner kaynaklarına göre “Adana Katliamı”. Bu yazının, her yıl ocak ve nisan aylarında zoraki biçimde hatırlanan Ermeni Meselesi ile ilgili belleğimizi tazelemesini umuyorum.

 


Çukurova’da zorlu mevsim

Kilikya (Adana havalisi), Ermeni nüfusun yoğun olduğu, ancak 1894-96 çatışmalarında zarar görmemiş bölgelerden biriydi. Zengin bir liman bölgesi olan Adana’nın 550 binden biraz fazla olan nüfusunun 60 bin kadarı Ermeni, 25 bini “Arap Uşağı”, 10-15 bini Rum, geri kalanı, yani 450 bin kadarı da Müslüman/Türk’tü. Ancak bu kesimler arasında en zengini Ermenilerdi. Adana’daki pamuk tarımı ve ticaret Ermenilerin elindeydi. Meşrutiyet’in ilanı bölgede zaten hassas olan dengelerin bozulmasına neden olmuştu. Müslüman-Türk kesim, artık “millet-i hâkime” olmadıkları için rahatsızdı. Ermeniler ise verilen haklardan tatmin olmamış, daha fazlasını elde etmenin yollarını arıyordu.

Nisan ayının başları Çukurova için önemli günlerdi. Her yıl olduğu gibi mart ayından itibaren pamuk çapası için çevre illerden gelen çoğunluğu Kürt asıllı mevsimlik işçiler şehrin çeperlerinde konaklıyorlardı. Arpa hasadı için ise civardaki Ermeni köylerinden işçiler gelmişti. 12 Nisan 1909 günü Ermeniler için çok önemli olan Paskalya Yortusu idi. 13 nisanda ise Adana’da pazar kurulmuştu. 14 Nisan 1909 günü Doğu vilayetlerinde çalışan Amerikalı misyonerler yıllık toplantıları için Adana’ya gelmişlerdi.

İşte böylesi yoğun ve heyecanlı günlerde, şehirde nasıl olduğu hâlâ tam olarak bilinmeyen bir nedenle iki toplum birbirine girdi. Ermeniler, 31 Mart Olayı’nı bastırmak üzere Selanik’ten gelen Hareket Ordusu olaylara müdahale edecek diye ikna edilerek ellerindeki silahları yerel yöneticilere teslim ettikten sonra katliam şiddetlenmiş, 23 Nisan 1909 günü Hareket Ordusu’nun bir bölüğü şehre girdiğinde ise ortalık kan gölüne dönmüştü. Şiddet olayları buna rağmen durmadı. Sadece Adana’da değil Misis, İncirlik, Ceyhan (Hamidiye), Osmaniye, Tarsus, Sis (Kozan) kazalarında da sürdü. 25 nisanda Adana’da bazı Ermeni gençlerinin askerî kışlaya silahlı saldırıda bulunması üzerine Adana’da yeni bir alevlenme yaşandı. Ardından kan gövdeyi götürdü.


Meclis heyeti gönderiliyor

Nisan ayı sonunda Vali Cevad Bey ve Ferik Mustafa Paşa azledildi. Yeni Vali Babanzade Zihni Paşa’nın yaptığı ilk tahkikat sonunda ölü sayısı yaklaşık 1.900 Müslüman, 1.500 Hıristiyan olarak verildi. (Ancak daha sonra gerçek sayının daha çok olduğu anlaşılacaktı.) Zanlıları yargılamak üzere biri Adana’da diğeri Cebel-i Bereket’te (Osmaniye) olmak üzere iki Divan-ı Harb-i Örfi kuruldu. İstanbul’dan da iki heyet gönderildi. Heyetlerden biri Mersin Mutasarrıfı Esad Bey başkanlığında Şûra-yı Devlet üyesi Faik Bey ile Cinayet Mahkemesi üyesi Artin Mosmorciyan Efendi’den; diğeri ise Meclis-i Mebusan üyeleri Yusuf Kemal (Tengirşenk) başkanlığında Tekirdağ Mebusu Hagop (Agop) Babikyan, Arif Bey ve Musdikyan Efendi’den oluşuyordu.

Mahkemeler ve heyetler işe koyuldular. Ermeni çevrelerine göre Bağdadizade Abdülkadir adlı biri Müslümanları Ermenilere karşı kışkırtmıştı. İki Ermeni gencin öldürüldüğü 13 nisandan beri Müslümanların dükkânlarına bir zarar gelmemesi için beyaz tebeşirle işaretlenmesi, hükümet yetkilileri de dahil bütün Müslümanların fes yerine sarık giymeleri, Payas Hapishanesi’nden üç bin tutuklunun silahlandırılarak salıverilmesi, Ermeni tarafınca olayların kasıtlı ve planlı olduğunun karinesi olarak görülüyordu.

Türklere göre ise suçlu 12.-14. yüzyıllar arasında Adana havalisinde varlığını sürdüren Kilikya Ermeni Krallığı’nı yeniden kurmak için Ermenileri kışkırtan Hınçak Partisi’ne yakın duran Piskopos Muşeg Seropyan’dı. 14 nisan günü taraflar arasında arabuluculuk yapmaya çalışan İngiliz Konsolos Yardımcısı Doughty-Wylie ise Müslümanların hepsinin olaylara karışmadığını, hatta bazı Müslümanların Ermenileri koruduğunu anlatacaktı.

Meclis-i Mebusan heyetinden Yusuf Kemal Bey hatıratında (sadeleştirilmiş Türkçe ile) şöyle demişti: “Yabancı müdahalesi sayesinde ayrı bir krallık kurmak amacıyla girişilmiş bir Ermeni ihtilaline kesinlikle inanmam. Eğer böyle bir amaçları olsaydı, topluca dağa çekilir, oradan kendilerini savunabilirlerdi (...) Bundan başka revolver ve av tüfeklerinden başka bir şeyle silahlı olmayan Ermenilerin gelişkin Osmanlı ordusuna karşı gelebileceklerini varsaymak saçma olur. Yabancı müdahaleye gelince, biraz siyasetten anlamak, böyle bir fikrin saçmalığını kanıtlamaya yeter. Müslümanlara gelince onların pek çoğunun, hükümetlerinin, yaşamlarının, dinlerinin tehlikede bulunduğuna gerçekten inandıkları düşüncesindeyim. Cehaletleri böyle bir durumun olanaksızlığını anlamayacak kadar çok idi. İçlerinden birçoğu Ermenilerce verilen küstahça söylevlerle kışkırtılmış (...) bundan başka yağma hırsı çevrenin çapulcularını çekmişti.”


Cemal Paşa Adana’da

Uzun bir süreçten sonra, tutuklu bulunan 130’u Müslüman, 95’i gayrımüslim (çoğu Ermeni) 225 kişiden, dokuz Müslüman, altı Ermeni suçlu bulunarak 10 Haziran 1909’da idam edildi. Ancak idamlardan sonra da olaylar devam etti, ortalık ancak, ağustos ortalarında Adana’ya vali olarak atanan Cemal Paşa’nın 47 Müslüman ile bir Ermeni’yi daha idam ettirmesinden sonra duruldu.

Olaylarda kaç kişinin öldüğü hâlâ bilinmiyor. Çünkü Yusuf Kemal Bey ve Hagop Babikyan görüş ayrılıkları yüzünden raporlarını hazırlayamamışlar; bir süre sonra da Babikyan evinde şüpheli biçimde ölmüştü. Adana Piskoposluğu’nun raporuna göre 17.844, Patrikhane’nin Adana’ya gönderdiği heyete göre 21.236 ölü (Ermeni?) vardı. Ayrıca kiliseler, okullar, tiyatro binaları, değirmenler, camiler, han ve oteller, evler, dükkânlar hasar görmüştü. Almanya’da yayımlanan Frankfurter Zeitung gazetesinin 20 Haziran 1909 tarihli nüshasında çıkan bir asker mektubunda ise “Kanları Adana sokaklarında akan 30 bin gâvur köpeğini öldürdük” deniyordu.

Cemal Paşa da anılarında, Adana’da 17 bin Ermeni ile 1.850 Müslüman’ın öldüğünü yazacaktı. Ölümünden sonra Babikyan’ın evine giden bir Ermeni ve bir Türk mebus Babikyan’ın raporunu mühürleyerek resmî olarak yayımlanana kadar eşine teslim etmiş, ancak bir grup Ermeni mührü kırarak mektubun bir kopyasını almıştı. 1912 yılında Kilikya gazetesinde yayımlanan bu kopyaya göre Adana İğtişaşı’nda hayatını kaybeden Ermeni sayısı 21 bindi.

Hangi rakam doğru olursa olsun, ortada büyük bir katliamın olduğu açıktı. Cemal Paşa yaraları sarmak için kolları sıvadı. Yıkılan binaların onarımı için bir komisyon kurdu, 200 bin lira banka kredisi buldu. Bu sayede Müslüman ve Ermeni mahalleleri yeniden ayağa kalktı, bir süre sonra da şehir tekrar eski günlerine döndü. Bu arada ilginç bir durum da şuydu: 1895’te Fransa’nın Ermenilere karşı sorumluluğuna dair ateşli konuşmalar yapan J. Jaures, A. France ve J. Clémenceau, Adana olaylarının haberleri geldikten sonra ya açık ya da örtük bir şekilde 1908 Devrimi’ne güvenmek gerektiğini savunmuşlardı. O günlerde en önemli hedefleri Osmanlı İmparatorluğu’nun yabancı ülkelerle ticaretinden daha büyük pay olmak olan ABD’nin tavrında da bir değişiklik olmamıştı.


İttihatçı-Taşnak kopuşu

Ancak Adana olayları, 1908’de II. Abdülhamid’e Meşrutiyet’i ikinci kez ilan ettiren İTC-Taşnak ittifakında ciddi bir kırılmaya neden oldu. Taşnaklar içinde bazı kesimler olayların liberaller, dinciler ve Abdülhamid arasında kurulan bir ittifakı sorumlu tutarken, bir grup doğrudan İTC’yi suçluyordu. Bunun ilk meyvesi parti içindeki Rusya yanlılarının (ayrılıkçı radikallerin) güçlenmesi oldu. Taşnaksutyun’u İTC’nin politikalarına fazla bel bağlamakla suçlayan Hınçakçılar da biraz mevzi kazandılar.

Taşnaksutyun’un 1909 ağustosunda yapılan V. Kongresi’nde bu durum uzun uzun tartışıldı ve birlikçiler galip geldi. Sonuç bildirgesinin ilk maddesinde İTC ile dayanışmayı devam ettirmek kararı alındı. İttihatçılar ve Taşnakçılar yeni bir ittifak antlaşması imzalamak için Selanik’te biraraya geldiler. İlk görüşme başarısız olduysa da İttihatçılar adına Mithad Şükrü (Bleda), Dr. Nâzım; Taşnaksutyun adına Karekin Pastırmacıyan (nam-ı diğer Armen Garo) ve Vahan Papazyan’ın yaptığı ikinci görüşmede “Vatanın hürriyeti, ülkenin birliği ve toprak bütünlüğü için, anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması ve Osmanlı halkları arasında en iyi ilişkilerin kurulması için” İTC ve Taşnaksutyun arasında tam anlaşma sağlandı. Bundan böyle partideki çatışmalar Rusya Ermenileri ile Osmanlı Ermenileri arasında ya da genç kuşaklarla yaşlılar arasında değil, sosyolojik kökenlere göre gelişecekti.

 

***

Abdülhamid’in halli

İstanbul’da ve Adana’da olaylar bastırıldıktan hemen sonra İttihatçılar Abdülhamid’i hal etmeye karar vermişlerdi. Hal fetvasının ilk müsveddesini sarıklı mebuslardan Elmalı Hamdi Efendi (Yazır) hazırlamıştı. Fetva Emini Hacı Nuri Efendi, fetva metnini imzalamak istememişti, çünkü Padişah’a isnat edilen “31 Mart Olayı’na sebep olmak”, “dinî kitapları yaktırmak” ve “devlet malını israf etmek” suçlarına katılmıyordu. Ama sonunda imzalamak zorunda kaldı. Şeyhülislam’ın hal fetvasını padişaha okumak için Draç Mebusu Jandarma Mirlivası Esat Toptani Paşa, Selanik Mebusu Emanuel Karasu, Ermeni Katolik Cemaati temsilcisi Aram Efendi ve Ȃyan Meclisi’nden Gürcü Arif Hikmet Paşa görevlendirilmişti.


Emanuel Karasu anlatıyor

Emanuel Karasu’nun Alman gazetesi Frankfurter Zeitung’un 30 Nisan 1909 günkü nüshasında çıkan mülakatına bakılırsa, 27 Nisan 1909 günü Saray’ın girişinde kendilerini üç subay karşılamış, subaylar asker selamı verdikten ve kendilerini kucakladıktan sonra heyeti içeri yollamışlardı. Saray’da büyük bir sessizlik vardı. Tek ses heyetin adım sesleriydi. Nöbetçi subaylardan Selanikli Salih Bey heyeti sarayın bahçesindeki ufak nöbetçi kulübesine götürerek şapkalarını ve paltolarını burada bırakmalarını istemişti. Emanuel Karasu “Burası benim için garip buluşma yeriydi. Aylar önce tutuklu olarak buraya getirilmiş ve tam burada sorgulanmıştım. Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesinden kısa süre önce Abdülhamid’in askerleri tarafından yakalanıp buraya getirilmiştim” diye devam ediyordu mülakatına.


Padişahı öldürecektik

Sultan’ın kaldığı köşkte Mabeyn Başkâtibi Cevad Bey tarafından karşılanan heyetteki bir diğer üye Esad Paşa, “Bir ilanı bildirmek için Sultan’ı görmek istiyoruz” demişti Cevad Bey’e. Devamını yine Emanuel Karasu’dan dinleyelim: “[Esad Paşa’nın] Kardeşini Galata Köprüsü’nde kiralık katile öldürtmesi nedeniyle, Abdülhamid’den öldüresiye nefret ettiğini biliyorum. Bundan dolayı Sultan’ın karşısında heyecanını kontrol edemeyip patlamasından korkuyordum. Fakat sakin görünüyordu. Abdülhamid sürekli olarak silah taşırdı ve bir suikasttan korktuğu anda bunu kullanmaktan çekinmeyecekti. Ani bir kol hareketiyle pek çok masum insanı öldürttüğünü biliyoruz. İyi bir nişancı olarak tanındığından, kendimizi korumak için tabancamızın kınını açtık; böylelikle tabancamızı kolaylıkla çıkarabilirdik. Bu bize güven verdi. Sultan eğer bize bir silah çekerse, kendisini birkaç saniye içinde öldürecektik.”


Padişaha “sen” mi dediler?

Abdülhamid’in heyeti gördüğünde “bir Türk padişahına, bir İslam halifesine hal kararını bildirmek için bir Arnavut, bir Yahudi, bir Ermeni’den ve bir nankörden başkasını bulamamışlar mı?” dediği rivayet olunur, ancak olayın tanıkları bu ifadeleri doğrulamazlar. Emanuel Karasu’ya göre küçük oğlu Abdürrahim ile salona gelen Abdülhamid korkulu gözlerle ve çaresizlik içinde heyete bakmıştı. Esad Paşa kaba bir Arnavut lehçesiyle “Milletimizin Şeyhülislam’ın verdiği fetvayla seni tahttan indirdiğini sana bildirmek için geldik” deyince Abdülhamid ürkmüş, yüzünde ve vücudunda bir ürperme görülmüştü. Padişaha “sen” diye hitap edildiği, Abdülhamid’in son Mabeyn Başkâtibi Ali Cevad Bey’in fezlekesinde de belirtiliyordu. Abdülhamid tebligatı duyduktan sonra derin bir yeis ifadesiyle sekiz on saniye suskun kaldıktan sonra “Milletin arzu ve amalinden zerre kadar inhiraf etmem,” diyecekti. Böylece “milletin arzu ve amali” ilk kez padişahın yetkilerinin kısıtlanmasının gerekçesi olmuştu. Abdülhamid önce Çırağan Sarayı’nda ikamet etmek istediğini söylemiş, İttihatçılar bunu kabul etmeyerek kendisini Avrupa’ya göndermek istemişler, Avrupa’yı da Abdülhamid kabul etmeyince, ailesi ve hizmetlileri ile birlikte Selanik’te Alatini adlı bir İtalyan un tüccarının köşkünde (Alatini Köşkü, sonradan Ordu Köşkü diye anılacaktı) mecburi ikamete tabi tutulmuştu.

Abdülhamid’in yerine Veliaht Mehmed Reşad Efendi’nin padişah ilan edilmesinden sonra İTC iktidara yerleşmeye başladı. 5 Mayıs 1909’da kurulan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde cemiyetten bakan yoktu ama Hüseyin Hilmi Paşa’nın temmuz ayında kurduğu kabinede Talât Bey Dâhiliye Nazırı’ydı. Bu tarihten itibaren hükümet işleri İTC Merkez Komitesi’nin eline geçmeye başladı.

Abdülhamid’e gelince; İddialara göre, her tarafı sıkı sıkıya kapatılmış olan Alatini Köşkü’nde halı veya kilim parçası dahi bulunmadığı gibi, başlangıçta Abdülhamid ve ailesi yerde yatmak zorunda kalmıştı. Daha sonra ikamet şartları nispeten düzelecek, hükümet kendisine bazı şirket hisselerini ve Osmanlı Bankası’ndaki parasını teslim edecek, ancak gazete bile okumasına izin verilmeden, toplumdan tecrit edilmiş şekilde yaşayacaktı. Bu durum, I. Balkan Savaşı sırasında Selanik’in elden çıkması üzerine Abdülhamid’in İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı’na nakline kadar böyle sürdü. Abdülhamid 10 Şubat 1918 günü bu sarayda son nefesini verdi.


Özet Kaynakça:
 Meltem Toksöz, “Adana Ermenileri ve 1909 ‘İğtişaşı’”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri, Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları, İstanbul Üniversitesi Bilgi Yayınları, 2011, s. 153-162; Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, Bahar Matbaası, 1967;Hatıralar, Cemal Paşa, Hazırlayan: Alpay Kabacalı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001; Necmettin Alkan, “II. Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesi”, Toplumsal Tarih, Nisan 2008, S. 172, s. 22-28; Ziya Şakir, Sultan Abdülhamid’in Son Günleri, Çatı Kitapları, 2006; Atıf Hüseyin Bey,Abdülhamid’in Sürgün Günleri, Yayına Hazırlayan: M. Metin Hülagü, Timaş Yayınları, 2010. (TARAF)