Yannis V. Yaylalı / Demokrat Haber

9 Nisan günü Ankara’da akademisyenler ve araştırmacıların katılımıyla ”1.Dünya Savaşı ve Sonrası Trabzon Vilayeti ve Pontos Sorunu” başlıklı bir panel düzenlendi.

Akademisyen, yazar, aydın ve aktivistler tarafından yapılan sunumlarda soykırıma ve Pontos halkına uygulanan tehcir politikalarına değinildi. Ayrıca Türkiye devletine Pontos’ta Rum halkına karşı yapılan soykırım ile yüzleşme çağrısı yapılırken, yine devletten o süreçte kayıp olan on binlerce Rum çocuğunun yerleri ve adreslerinin açıklanması istendi.

Panel Newroz Dergisi ve Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi tarafından düzenlenen panelde açılış konuşmasını insan hakları savunucusu ve yazar Mahmut Konuk yaptı.

Çok sayıda akademisyen, yazar ve aktivistin katıldığı panelin açılış konuşmalarını yazar Fikret Başkaya ile Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) Genel Başkanı Sinan Çiftyürek yaptı.

“RUM VE ERMENİ MALLARI ÜZERİNDEN EKONOMİ MİLLİLEŞTİRİLDİ”

Panelin ilk bölümünde ilk konuşmayı sosyolog İsmail Beşikçi gerçekleştirdi. Beşikçi, İttihat ve Terakki Partisi’nin Osmanlı devletini Türklük üzerinden yeniden inşa etmek gibi bir planı olduğunu söyledi ve “Bu planın sonucunda Ege, Kapadokya ve Pontus gibi bölgelerde yaşayan Rumlar sürgün edildi, Ermeniler tehcirle yok edilmek, nüfusu çürütülmek istendi. Kürtler Türk, Aleviler de Müslümanlığa asimile edilmek istendi. İkinci ayağında ise Rumlardan, Ermenilerden kalan mal varlıkları ile Osmanlı ekonomisi millileştirilecekti” dedi.

Beşikçi konuşmasının devamında İttihat Terakki partisinin Türklük planının Balkan Savaşı yenilgisi ile birlikte uygulamaya girdiğini, 1911 yılı itibarı ile Rumlara karşı boykot, sabotaj ve katliamların başladığını, bu durumun 1914 yılı itibarı ile Pontos’a ulaştığını ifade ederken, Balkan savaşları sonrası başlayan süreçte 3 milyon insanın tehcire ve katliamlara maruz kaldığını ifade etti.

MUSTAFA KEMAL’İN ROLÜ

Ahmet Demirel ise, Pontos’ta Rumların katledildiği sıralarda 1. Meclis’te yapılan tartışmalara ilişkin sunum yaptı. Demirel, 1. Meclis kararları ile Pontos’ta gerçekleşen katliamın devletin, hükümetin, Meclis’in kontrolünde olduğunu anlattı. Konuşmasını Mustafa Kemal’in İkinci Meclis’in açılışında Pontos’ta yaşananlar ile ilgili sarf ettiği şu sözlerle tamamladı: “Karadeniz’in en güzel sahillerinde kurulmak istenen bir Pontos hükümeti, taraftarları ile bertaraf edilmiştir”.

"MUSTAFA KEMAL DE İÇİNDE OLDUĞU İÇİN HALI ALTINA ATILMAYA ÇALIŞILIYOR"

Attila Tuygan da bazılarının işin içerisinde Mustafa Kemal var diye, bu meseleyi halı altı yaptıklarını ifade etti. Tuygan şöyle devam etti:

“Gayriresmi tarih araştırmaları ve tarafsız kaynaklar ve hatta Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerinin arşivleri 350 binden fazla Pontoslu Rum’un ve 300-600 bin arası Asuri, Süryani, Nasturi ve Keldani’nin 1915-1923 arasında Türk askerî ve paramiliter güçleri ve Kürt milisleri tarafından imha edildiğine işaret etmektedir. Ancak genellikle Ermeni Soykırımı’na odaklanıldığı için başka ulusların çektiği acılar pek çok nedenden dolayı neredeyse ihmal edilmiştir.

Ermenilerin soykırım anılarını canlı tutmayı başardıkları ve insanlığın, Nazi Almanya’sının Yahudileri, Slavları, Çingeneleri ve başka ulusal grupları toptan yok etmeye çalışmasını unutamaması ve sonsuza değin unutmaması gerektiği gibi, Pontoslu ve de Anadolulu Rumların kadim anavatanlarından temizlenmeleri de unutulmaya bırakılmamalıdır. Adalet o insanların çocuklarının, torunlarının da hakkı. Karadeniz’deki Helen mirası olan Pontos artık yok. Pontos’taki tüm köyler ve kentler yakıldı, yıkıldı, arazilerine el konuldu; binlerce insan komşu ülkelere kaçmak zorunda kaldı.

Pontos Rumlarına yönelik soykırım iki aşamalı olarak gerçekleşmişti: İlk aşama 1916-1918 yılları arasında ittihatçılarca gerçekleştirilirken, ikincisi Mayıs 1919 ile 1923 arasında Kemalistlerce yürütülmüştür.

Savaş döneminde neler yaşandığını hepimiz biliyoruz. İmparatorluğun 1. Dünya Savaşı’nda yenilmesinin ardından, bu kez gücü eline geçiren Mustafa Kemal’in önderliğindeki Türk milliyetçi hareketi, Bolşeviklerin, İtalyanların, Fransızların ve Müslüman dünyanın yardımıyla ve Yunanistan’da monarşi ve Venizelos yanlıları arasında süren olayların yarattığı fırsattan yararlanarak kendi savaşlarını başlatmıştı. Mayıs 1919’da M. Kemal, Samsun’a ayak bastı ve Türk milliyetçi ordusunu organize etmeye başladı.

Yakın tarihlerde Ayşe Hür’ün bir yazısında geçtiği gibi, 19 Mayıs 1919’da ordu müfettişi sıfatıyla Samsun’a giden Mustafa Kemal’in esas görevi “Pontos belasından kurtulmak” idi. Mustafa Kemal, Havza’ya gelir gelmez bölgenin namlı kabadayılarından Topal Osman Ağa ile görüşmüş ve meseleyi onun tecrübeli ellerine bırakmıştı. Topal Osman da “Siz hiç merak etmeyin paşam. Bu Pontos Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” demişti.

Topal Osman o tarihlerde İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarındaki suçlarından dolayı aranıyordu. Muhtemelen Mustafa Kemal’in ricası ile Temmuz 1919’da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırıldı ve Topal Osman, Trabzon Valisi Cemal Azmi ve Giresun Mutasarrıfı gibi yerel yöneticilerinin itirazına rağmen Trabzon havalisinde Pontuslu Rumları temizleme işine başladı. Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı üç Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkencelerle bölgeyi Rumlardan tamamen temizlemiştir.

Pontuslular bunlar olurken Yunanistan’dan yardım istediler ama Venizelos hükümeti onlara cevap bile vermedi çünkü Venizelos’un kendine göre daha somut ve gerçekçi hedefleri vardı. Sovyet Rusya ise Kemalist hareketle yakınlaşma politikası uyarınca Batum’daki Pontos çetelerini dağıttığı gibi bunların liderlerini de Kemalistlere teslim etmişti. İtilaf devletlerinin 1919-1922 arasındaki suç ortaklığı Mustafa Kemal’in milliyetçi hareketinin Jön Türklerin yarım kalan işlerini tamamlamasına imkan vermiştir.

Birkaç istisna dışında Türk tarihçileri ülkelerinin militarist rejiminin çizgisini izler ve çeteci gruplarla mücadele bahanesini ileri sürerek Rumlara yönelik soykırımı gizlemeye çalışırlar. Bu tarihsel yalanı desteklemek için de uluslararası dikkatleri çeteci bir hareketin varlığına ve bunun üzerine imparatorluğun başvurmak zorunda kaldığı misilleme eylemlerine çekmeye çalışırlar. Ancak, o çeteci grupların niye doğduğundan hiç söz etmez ve Rumların Müslüman halkın şiddetinden ve devlet ötesi mekanizmadan kendilerini korumak için tek yollarının bu olduğunun üstünden atlarlar.

Geçmişte bir arada yaşamasını becerebilen, birlikte horon tepen, aynı türküleri farklı dilde aynı duygularla söyleyebilen, aynı yemekleri pişiren, aynı denizde, derede avlanan, aynı yaylada hayvanlarını otlatan, aynı yollarda yolculuk eden Rum, Ermeni, Süryani ve diğer halkların önünde saygıyla eğiliyorum…”

“KÜRT HALKI KAZANIRSA HALKLAR KAZANIR KAYBEDERSE HALKLAR DA KAYBEDER”

1 Eylül 2012 tarihinde Roboski’den Ankara’ya gerçekleştirdikleri barış yürüyüşünün ardından Roboski’ye yerleşen barış aktivisti Yannis Vasilis Yaylalı da ‘Pontos’dan Karadeniz’e yokluk, Karadeniz’den Pontos’a varlık mücadelem’ başlığı ile hazırladığı sunumunu gerçekleştirdi.

Yaylalı yaptığı sunum ile kendi yüzleşme sürecine geçmeden önce devletin Kürt halkına karşı giriştiği soykırım politikalarına değinerek, bu saldırılara karşı direnen Kürt halkı ve dostlarını selamladığını ifade etti. Yaylalı konuşmasının devamında devletin halklara karşı top yekun saldırısına karşı ortak tavır alınması gerektiğini ifade ederken şöyle konuştu:

“Kürt halkı Bizim Pontos’ta olduğu gibi bu saldırılara karşı direniş ile karşılık verdi. Belki tüm direnişimize rağmen inkâr ve katliam sistemine karşı hakların vermiş olduğu direniş mevzilerinden biri olan Pontos Rumlarının direniş mevziisi şimdilik düşmüş olabilir, Kürt halkı hala inkâr ve katliam sistemine karşı halkların ortak mevziisi haline gelen direniş mevziisinin düşmemesi için var gücü ile mücadele yürütüyor. Kürt halkının tüm çabasına rağmen, biz yeterince destek verdiğimizi söyleyemeyiz. Daha önce birçok yerde söylediğimi bir kere daha burada söylemek istiyorum. Kürt halkı yenilirse hepimiz yenileceğiz bunu unutmayın. Kürt halkı bu süreci kazanımlar ile perçinlerse o zaman diğer tüm halklar öyle yapmış olur, çünkü Osmanlı’nın son süreçlerinden günümüze tüm yönetimlerin önüne koyduğu hedef tekçi, inkârcı soykırımcı bir yapıdır. Halkların ve farklı inançların ancak birlik olduğunda kazanılabilecek bir geleceği olduğunu iyi anlaması gerekmekte.”

“NASIL YOK OLDUĞUMUZU TARİHÇİLER ANLATSIN”

“Karadeniz’den Pontos’a nasıl adım adım yok edildiğimizi burada bulunan değerli tarihçiler ve akademisyenler anlatsın” diyen Yaylalı “Benim ya da ailemin hikâyesine gelecek olursam, 1461’den Abdülhamit’e, İttihatçılardan Mustafa Kemal yönetimine kadar halkımızı nasıl bir kader karşıladıysa, biz de bu kaderden üzerimize düşen payı haylice aldık. Benim veya bizim gibilerin hikâyesi aslında Pontos’tan adım adım Karadeniz’e dönüştürülen yurdumuzun acılı hikâyesidir. Yukarıda belirttiğim gibi çok değerli akademisyenler ve tarihçi dostlarımız Pontos’un ve halkımızın adım adım nasıl yok edildiğini, Karadenizleşen Pontos’u anlatacaklar. Ben de size yok edilen ülkemizden sonra bizlerin de ülkemiz ile nasıl aynı kaderi yaşadığımızı anlatmak istiyorum” dedi.

Yaşamının, PKK gerillalarına esir düşme sürecine kadar olan kısmını ‘yokluk’ olarak nitelendiren Yaylalı, yaşadıkları Samsun’un Bafra ilçesinde dışarıda bakıldığında çok sevimli olan çocukluklarında aslında sistem tarafından her birilerinin katil olarak yetiştirildiklerini ifade etti.

“Böylesi bir yerde Türk ırkçılığı öğretisi ile yetiştirildim, ailemin bu duruma itiraz ettiğini hatırlamıyorum. Bu anlamı ile Türk ırkı ve inancı Müslümanlık hariç tüm değerlere düşman olarak yetiştiğimi çok iyi hatırlıyorum. Bu durumu her fırsatta göstermek için ise hep bir zaman kolladığımızı da unutamıyorum” diyen Yaylalı 90’lı yıllarda askere gitmeyi Kürt halkına karşı savaşmayı da bu fırsatlardan biri olarak değerlendiriyor. Kürt halkına karşı Kürt dağlarında savaşa sürüldüğünde yavaş yavaş ezberinin gördüğü gerçeklikler karşısında değiştiğini ifade eden Yaylalı yine de PKK gerillalarının eline esir düşünceye kadar verilen tüm savaş suçu sayılacak emirleri de harfiyen yerine getirdiğini ifade etti.

TOPAL OSMAN’IN TORUNU OLARAK GİTTİ, ELENİ ÇAVUŞ’UN TORUNU OLARAK DÖNDÜ

“Ben savaşa dahil olduğumda 90’lı yılların tüm karanlığı Kürt halkının üzerine çöreklenmişti. Bugün asla övünmediğim hatta benim için yıllarca kabuslu uyanmalar anlamına gelecek birçok kötülüğe de dahil olduk. Bugün boşalan, yakılan, öldürülen ve metropollerde ucuz iş gücü olarak yaşamak zorunda kalan Kürt halkının o büyük dramında büyük payımız var. O kadar çok kötülüğe bulaştık ki Kürdistan’da, PKK’nin eline esir düştüğümde ne tür işkence metodu ile öldürüleceğim hesapları dahi yapamıyordum artık” diyen Yaylalı şöyle devam etti: “Hayatımın belki de en büyük golünü o zaman yediğimi hatırlıyorum. Günlerce aylarca PKK tarafından nasıl işkenceye maruz kalacağım diye düşünürken, aylarca süren bir hesaplaşma sonrası esir düştüğüm yerde özgürlüğümü kazandığımı fark ettim.

Bugün Sur’da Cizre’de ortaya çıkan JÖH ve PÖH imzalı duvar yazılamalarında nasıl ‘Topal Osman’ın torunları Geldi’ deniyorsa, 90’lı yıllarda kötülükle beslenip, yine bir halkın katli için hiç bilmediği yerlere Topal Osman’ın torunu olarak giden ben, aslında yabancısı, devşirmesi olarak çıktığı Karadeniz’den yıllar sonra kendi topraklarıma yani Pontos’a son mermisine kadar direnen Çavuş Eleni’nin torunu olarak geri dönmüştüm.”

“RUM ÇOCUKLARININ İSİMLERİNİ AÇIKLA KİMLERE VERİLDİĞİ SÖYLE ÇAĞRISI”

“Unutulmamalı ki son Pontos’lu Rum ölmediği sürece her zaman umut var demektir. Biz derdimizi anlatmaya çalışacağız” diyen Yannis Vasilis Yaylalı Türk devletine şu şekilde çağrı da bulundu: “Bir an önce Pontos soykırımı ile yüzleşilmesi ve Pontos halkından özür dilenmesi gerekir. Yüzleşme sürecinin olmazsa olmazı çalınarak Türk ailelerine dağıtılan çocuklarının isim listesi ve kimlere verildiği açıklanmalı”

2. BÖLÜM

Panel’in ikinci bölümünde akademisyen Baskın Oran ‘Anadolu’dan Rumların Radikal Temizliği; A’dan Z’ye 1923 Mübadelesi ve 1964’te Tamamlanması’ adlı sunumunu yaptı. Yunanistan’dan gelen gazeteci aktivist Stergios Theodoridis, ‘Hafıza ve Erk’ adlı sunumunu gerçekleştirdi. Mert Kaya, ‘Evlad-ı Metruke: Pontos’un Kayıp Oğlu’ sunumunu gerçekleştirdi. Gazeteci yazar Mahmut Konuk ise ‘Soykırımın İki Figürü: Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman Ağa’ adlı sunumu yaptı. Daha sonra Yunanistan’da Pontoslu Rum çoğunluğun olduğu Katerine’de yapılan benzeri etkinliğe canlı bağlantı sağlandı. Avrupa’da sürgün yaşayan araştırmacı gazeteci Tamer Çilingir de ‘353 Bin Rakam Değil İnsan’ adlı sunumu ile panele katıldı.

Baskın Oran ise 1923 ile başlayan Rum halkına uygulanan tehcirin 1964 yılında tamamlandığını ifade etti. Rum halkına uygulanan tehciri kronolojik olarak anlatacağını vurgulayan Oran, Lozan antlaşmasının daha mürekkebi kurumadan saldırıların hak ihlallerinin başladığını vurguladı. Lozan barış antlaşmasının 42. maddesinin 1. fıkrası kendi adetleri dışında iş yapmaya zorlanamaz maddesinin ihlalinden tutun da, ‘Vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarından geçerek, Lozan dışındaki tüm antlaşmaların ihlali ile devam ederek, İmroz ve Bozcaada’dan yürüyerek , 20 kura askerlik yaptırılarak, Heybeliada ruhban okulunu kapatarak, soy kodu uygulanarak çok şey yapıldığını söyledi.

“EN BÜYÜK SERMAYE BİRİKİMİ 1915 ve 1945”

Baskın Oran yaptığı konuşmasının devam eden bölümünde gayri -Müslüm nüfusa karşı saldırının üç temel süreç üzerinde yürüdüğünü bunların ise 1) 1942 yılında uygulanmaya başlanan varlık vergisi, 2) 1955 yılında uygulanan 6-7 eylül pogromu ve yine kaynağının 1936 yılı beyannamesinden alan 1960 yılların sonlarına doğru uygulanan gayri-müslümlere ait mallara el konması yağmalanması olarak belirtti.

Baskın Oran üç temel süreci 1923 yılından ele alarak 1964 sürecine kadar, rum halkının artık nerede ise varlığının sonlandırıldığı dönemi kısa kısa örnekler ile anlattı.

Oran, “İmparatorlukta, vergi vermek ve imparatorluğa bağlı olmak koşulu varken, ulus devlet anlayışında devletin bir ulustan oluştuğu kabul görür ve azınlıkların asimilasyonları söz konusudur. Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet anlayışı ile göçmenleri, ulusal azınlıkları yaratmıştır” dedi.

Müslümanların en büyük sermaye birikimini 1915 Ermeni Soykırımı ve 1945 Varlık vergisi ile sağladığını aktaran Oran, “Yunan ve Türk Devleti tepişirken halklar ezildi” diye konuştu. Oran, aynı zamanda tehlikeli adledilen Rumların 1964’teki sürgünü ile birlikte Türkiye’de sanayileşmesinin ve laikleşmenin de geciktiğini ifade etti.

EVLAD-I METRUKE: PONTOS’UN KAYIP OĞLU

Hacettepe Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümü master öğrencisi olan Mert Kaya da bir sunum gerçekleştirdi. Kendi ailesinin hikayesinden yola çıkarak “1919-1925 yılları arasında Anadolu Rumlarının Müslümanlaştırılması” başlıklı tez çalışmasını devam ettiren Mert Kaya’nın sunumu şöyle oldu:

“Bugün burada tarihsel bir çerçeve çizmek yerine, olaya başka bir boyutta, başka bir pencereden bakmak istiyorum. Gizli kalmışlığı, baskıyı ve aslında Topal Osmanların hala nasıl yaşadığını gözler önüne sermeye çalışacağım.

ODTÜ’de sürdürdüğüm lisans hayatım boyunca Ermeniler özelinde azınlıklar ve azınlık haklarıyla ilgili çalışmalar yapmıştım fakat Rumlar, haklarında yazılanların az olmasından olsa gerek hep gözümüzden kaçmıştı. Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra Ermeniler üzerine yoğunlaşan bir Akademi de mevcuttu. Müslümanlaştırılmış Ermeniler ile ilgili yazılar çıkmış, konferanslar düzenleniyor olmuştu. Ulus-devletleşme sürecinde Ermenilerin başına gelen Müslümanlaştırma, elbette Rumların ve diğer azınlık gruplarının başına da gelmiş olabilirdi fakat haklarında kaynak bulmak kolay değildi. Bu konuda birilerinin konuşması gerekiyordu, bu görevi üstlenenlerden biri oldum. Bugün burada akademik bir konuşma yapmak yerine, aile hikayemi paylaşıp, sizin gerçekliğinize de dokunmak istiyorum.

Ufak bir çocukken aile büyüklerimden birinin Yunanistan’a gitmesiyle başladı her şey diyebilirim. Döndüklerinde tüm çocukları odadan çıkartmış, videoya aldıkları yaşlı bir adamı izleyip ağlıyorlardı. Sorduğumda ise devletin attığı resmi tarih yalanlarına benzer yalanlar uydurmuşlardı. Aslında Müslüman-Türk olduğumuzu, savaş zamanı askerlerin dedemizin kardeşini alıp Yunanistan’a kaçırdığını ve Hristiyan-Yunan yaptığından bahsetmişlerdi. Ulus-devlet yalanlarına yeni yeni aklım eriyor, bu hikayeyi kabullenemiyordum. Üniversite hayatım boyunca okuyup bu konular üzerine düşündüm ve hikayenin gerçeğini bulmak için çaba gösterdim. Baskılarıma dayanamayıp iki kardeşin birbirine gönderdiği mektupları bana verdiler. Birlikte çekildikleri fotoğrafları da. Mektuplar hasretliklerden bahsediyordu. Meseleyi öğrenmenin yolu Yunanistan’a gitmekti. 2008 yılında yola çıktım fakat acemi ve plansızdım. Olumsuz sonuçlandı. Sonrasında Yunanca alfabeyi okumasını, kendimi basitçe ifade edecek kadar Yunanca konuşabilmeyi öğrendim, çokça tarih okuması yaptım ve 2013 yılında tekrar Yunanistan’a gittim. İnternetin de yardımıyla, sanki kendi evime geri dönüş yapıyormuşçasına 90 yıl sonra akrabalarımızı buldum.

PEKİ HİKAYE’NİN ASLI NEYDİ?

1922 yılında, bugün Samsun’un Vezirköprü ilçesine bağlı Aydoğdu köyünde dünyaya gelen dedem İshak, kardeşleri Ioannis, Victoria ve annesi Anastas ile asker zoruyla mübadeleye katılırlar. Limanların yoğun olması sebebiyle bir müddet beklemeleri için Doğu’ya sürgün edilirler.

“Ermenilerin güzel şehri Bitlis” olarak hatıratında not ettiği Bitlis’te Ermenilerden boşaltılmış bir köye yerleştirilirler. O zaman 12 yaşında, evin büyük erkek çocuğu olan büyük dedem, bir Kürt ailenin yanında çoban olur. 6 ay kadar orada kalırlar. Daha sonra askerler gelir ve gideceklerini emreder fakat anne Anastas oğlunun bir evde çobanlık yaptığını söyleyince askerle beraber büyük dedemi almaya giderler. Dedem yakın zamanda yaşadığı şoklardan olsa gerek askerin sesini duyunca kaçar ve saklanır. Dedemi bulamayınca asker sinirlenir anne Anastası darp edip Rum gruba geri gönderir. Böylece Anne Anastas, çocukları Ioannis ve Victoria ile Mersin’e doğru hareket eder. 4

Büyük dedem hava kararınca ailesinin konakladığı köye gidip kimseyi bulamayınca hayatını o Kürt ailenin yanında besleme olarak devam ettirir. 60’lı yıllarda mübadillerin memleketlerini görme yasağı kalkınca, annesinin vasiyeti üzerine kardeş Ioannis Bitlis’e gelir. Kardeşi, büyük dedem İshak’ı bulur. İki kardeş 40 yıl sonra birbirlerini tekrar görürler. Bu konudan kimseye bahsetmeyeceklerine dair çocuklarından söz alır büyük dedem. 15 gün boyunca sadece fotoğraf çektirmek için dışarı çıkarlar. Komşu kadının şikâyeti üzerine jandarmalar gelir ve kardeş Ioannis önce Diyarbakır’a, oradan İstanbul’a gönderilir.

Büyük dedem İshak ve kardeşi arasında iletişim kurulur, birbirlerine mektup yazarlar. Daha sonra Büyük Dedem İshak İzmir’e taşınmaya karar verir. Burada da gerçek hikayeyi kimseye anlatmamalarına dair herkesi tembihler. Kendisi takkesi başında, iyi bir dindar olarak görülen İshak, 4 kızını da din konusunda serbest yetiştirir. Kendisi de vasiyetinde cenazesinin yakın arkadaşı tarafından yıkanmasını istediğini yazar çünkü sünnetsizdir.

Kardeş Ioannis, abisini İzmir’de de ziyaret eder. İshak dedemin uyarılarına rağmen gizli gizli teyzemin de yardımıyla kiliseye giderler ve aralarında bir bağ oluşur. Teyzem ile amcası arasındaki bağ kuvvetli olduğundan, dedem İshak öldüğünde bağlar kopmaz aksine daha da kuvvetlenir, Yunanistan’da akrabamız olduğu bilinir fakat hikaye değişmiştir. Benimle birlikte iki koca aile 4. kez, bir daha ayrılmamak üzere, gerçeklerle yüzleşerek bir araya gelebilmiştir.

Devlet’in anlattığı hikayeyle büyüyen gençler için bu gerçeği kabullenmenin zor olacağını biliyordum fakat sosyoloji geçmişimin yardımıyla kabullendirmeyi başardım. Her sene İzmir’den Yunanlıları denize döktüğünü boğazı yırtılana kadar bağıran gençler azalmaya başladı akrabalarım arasında. Ulus-devlet sürecinde yaratılan masalları ciddiye almamaya, yeniden gerçeği dinleme isteğine kavuştular. Ben birçok kez Yunanistan’a gittim, onlar da Türkiye’ye geldiler, dedemizin asıl köyü, Aydoğdu’ya gittik. Şimdi her hafta görüşüyor, hasret gideriyorlar. Gençler telefonlarla hep iletişim halinde.

SONUÇ NİYETİNE

Birilerinin kalanlarla ilgili konuşması gerekiyordu. Evet, gönderilmek istendiler, istemeyenleri öldürdüler, fakat az bile olsa kalanlar oldu. Ermeniler gibi. Başta bebek/çocuk olmak üzere kalanlar oldu. Peki onlara ne oldu? Asimile olmaları kaçınılmazdı. Asimilasyon, etnik temizlik veya soykırım, sosyal bilimlerde oldukça yer eden tartışmalar. Anadolu coğrafyası maalesef bu konularda oldukça zengin. Koskoca bir halkın zaman içinde eriyip gitmesi, bunun devlet eliyle gerçekleştirilmesi gözden kaçacak kadar önemsiz değildir. Zaman acıları gidermiyor. Bu zamana kadar “kalanlar”dan bahsedilmemiş.

Bu konuda çalışmalara başladığımdan beri güzel bir iletişim ağım oldu. Birçok yerden insan ulaştı bana. Kimisi aile gerçeğini öğrenmiş, daha detaylı öğrenmek isteyen, kimi detayları öğrenmiş ve öz kimliğine geçiş yapan. Ankara dahil çeşitli illerde var bu insanlar. Din haneleri Müslüman ve Türkçe isimlerle dolaşıyorlar fakat içlerinde bambaşka bir ateş yanıyor. Sadece susuyorlar. Birilerinin cesaret edip haklarında konuşması gerekiyordu burada, ben üstlenenlerden biri oldum. Elimden gelen ise akademik olarak konuyu ele alıp, akademinin imkanlarıyla bir çözüm arayışına girebilmek. Hem kendi ailemi, hem onların ailesini rahatlatmak için belki de. Çünkü devlet yok dese bile, gizlenseler bile, Rumlar hala buradadır!”

“ERKİN TARİHİNE DİNAMİT KOYMALIYIZ”

Panele Yunanistan’dan gelen Stergios Theodoridis ise şunları söyledi:

“Küçükken 60’ların sonlarında dedemin komşusuyla rakı içerken ilk defa vatana dönmek istediğini duydum. Neyi ima ettiklerini tam olarak anlayamıyordum. Kaldı ki rakı içilirken söylenen alışılagelmiş bir dilek değildi. Vatandan kastın üzerine bastıkları toprak değil de başka bir şey olduğunu, uzakta sadece kendilerinin vatanı olmayan, içinde başka insanların da yaşadığı ortak vatan olduğunu anlamam zaman aldı. Bugün burada Ankara’da o vatan hakkında konuşuyoruz ve kendimi çok mutlu hissediyorum. Solun Yolu gazetesi adına da 2011 yılında yaptığımız Osmanlı İmparatorluğundan Türk ulus devletine geçiş başlıklı özel dosyada metinlerinden faydalandığımız dostlara da teşekkür etmek istiyorum. Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Attila Tuygan, Sait Çetinoğlu, unuttuklarım varsa özür dilerim.

Bugünkü etkinlik, mükemmel bir etkinlik. Çünkü o dönemde tam olarak ne olduğunu Anadolu’daki Hristiyan toplumlara, dolayısıyla da Rumlara da bunun getirdiğinin araştırılmasına katkı sağlıyor. Benim sunumum halkın 6 hakkına odaklanacak. Bunun birincisi hafıza ve erk. Bilim adamları atomlardan oluştuğumuzu söylüyorlar. Ama bir kuş bana tarihlerden oluştuğumuzu söyledi. Erk veya otorite çok iyi biliyor ki devletin en kritik unsurlardan biri fikirler, semboller, hafıza ve anılardır. Devletin bir bölümüdür, devletin egemenliğinin bir bölümü. Devlet ideolojik mekanizmalarınca tarihi öğrendiğimiz şekildir. Geçmişin anlatımı, bu anlatımın nasıl hazırlandığı, her erkin ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor.

Eğitim sistemi, okullarda öğretilen fikirler, nasıl öğretileceği ve neyin öğretilemeyeceği gerektiğiyle ilgili erkin bir parçası. Devlet eğitim ve öğretim şekli aracılığıyla geçmişle ilgili fikirlerini insanlarına akıllarına yerleştiriyor ve onlar da inançlar ve değerler oluşturuyor. Ahlaki yaşam modelleri belirliyor, ahlaki toplum modelleri belirliyor. Özellikle gelecekteki insanların olması gereken ahlaki şekillerini belirliyor. Yani tarihin öğretim şekli aracılığıyla ve hafızayı yöneterek geleceği kontrol etmek istiyor. Hafızanın devlet tarafından yönetimi, devlet dayatmasına kıyasla biraz daha iç içe ve biraz daha gözle görülmeyen bir işlem. Ancak bu erkin korunmasına kıyasla, devletin kurumsal konumunun korunmasına kıyasla aynı hatta daha kararlı bir işlem. Bu noktada Benjamin’in bir sözünü hatırlayalım. Diyor ki, bizim oluşturmamız gereken devletin her inancı ve tarih anlatımını sürekli olarak reddetmek.

Yani kalikslerini suni ışıklara değil de güneşe döndüren çiçekler gibi. Yani mistik doğanın güneşe açılmışları, yaşanmışlıkların hafızanın gökyüzüne güneşe dönmeleri için çabalamak. Ve eğer geçmişi, gözlerimizi geleceğe dikmiş şekilde konuşuyorsak yani sorumuz geleceğe nasıl ilerleyeceğimizse. Ve bu sorun şu an reddeden daha gelişmiş ve toplumsal ilişkilerden söz eden başka bir toplum modeli, halklar arasında başka bir ilişki olan bir gelecekse erkin veya otoritenin mekanizmaları aydınları aracılığıyla kurduğu geçmişi, özellikle reddetmeliyiz. Bu aracı onların elinden almalıyız. Halkların tarihini ön plana çıkarmalı, erkin tarihine dinamit koymalıyız. Geçmişin anlatımı, düzenlenmiş olduğu şekliyle geçmişimizin anlatımı bugüne halkın moralini toparlamak, halklar aleyhine aşağılama ve istismarın dışında başka bir yolun da mümkün olduğunu, ülkeler ve halklar için daha kaliteli bir yol olan özgür halklar, özgür ülkeler yolunun mümkün olduğunu göstermek için gerekli bir parça.

İkinci nokta hafıza ve hafızanın yeniden üretilmesi. Bugün Anadolu’nun bir tarihi dönemini, 1908’de daha iyi bir şey için başlamış olan ve 1922’de İzmir limanında hepimizin bildiği bir şekilde bitmiş olan tarihini inceliyoruz. Baskın Oran bunun 1964’te “20 dolar, 20 kilo” olayıyla bittiğini söylüyor. Haklıdır, doğrudur. Tarih kazananlarca yazılır ve yenilmişlerin tarihi genellikle yıkılmış evlerin, okulların, kiliselerin vs altında kalmıştır derler. Öyle. Ancak bazı durumlarda tarih egemenlere cömert davranmıyor. Bazı durumlarda egemenlere çok uzun sürecek bir anlatımla hegemonyalarını tarihe kuramıyorlar. Bu şu sebepten oluyor. Birincisi talanın altında kalmış olanların hafızası, doğal yaşantısal şekliyle ortaya çıkıyor ve yeniden üretiliyor. Suni, otoriter şekliyle değil. İkincisi kurbanlar, istismarcılara, egemenlere karşı her daim etik bir üstünlük sahibidirler. Ve onları legalleştirebiliyorlar.

Üçüncü tarihin konusu halkların kendisidir ki onların tanınma ve özgürlük mücadeleleri, insanlığın kurtuluşu için tek ümidi oluşturmaktadır. Böylece bizi asıl düşündüren neden bu topraklarda nüfusun üçte biri toplu olarak bu topraklardan kazındı. Neden bu topraklarda yoğrulmuş olan insanlar eskiler, dün değil, önceki gün değil, her zaman bu topraklarda var olan eski insanlar bugün yok? Erk, bugün bu sorulara köşeye sıkışmış bir şekilde anlamsızca bu konular hakkında iki söz söylemeye çalışıyor. İki yalan. Elbette bu nüfusun yok olması kendiliğinden olmadı, doğal bir felaket değildi. Bu boyutta bir felaket bunu düşünmüş olanları, tasarlamış olan ve uygulamış olan kişiler gerektiriyor. Bugünkü panel buna somut bir cevap veriyor.

Üçüncü nokta hafıza, milliyetçilik ve revizyon. Ege’nin her iki tarafında da milliyetçiler açısından bakıldığında özellikle üzerinde durduğumuz tarihi dönem hafızanın ve tarihi olayların darmadağın edilişidir. Milliyetçilerin bir ağacı veya çamı görmek işlerine geliyor. Ancak bütün ormanı görmek işlerine gelmiyor”

“1914-1923 YILLARI ARASINDA 353 BİN RUM SOYKIRIMINA UĞRATILDI”

Panele skype ile bağlanan Tamer Çilingir de 353 bin Pontoslu Rum’un 1914-1923 tarihleri arasında katledilerek soykırımına uğratıldığını anlattı. Konuyla ilgili tüm belgelerin Genelkurmay arşivlerinde ve TBMM Gizli Meclis Tutanaklarında mevcut olduğuna dikkat çeken Çilingir, Mustafa Kemal’i, Kemalizm’i karşısına almak istemeyenlerin Cumhuriyetin kuruluş sürecine ait bu gerçeği ortaya çıkarmak istemediğini söyledi. Konuşmasında Pontos’ta Rumların katledildiğine dair devletin arşivlerinden iki belge sunan Çilingir şöyle konuştu:

1913-1915 arasında canlarını kurtarmak için pek çok Ermeni’nin, Rum’un ihtida ettiğini (Müslümanlığa geçtiğini ya da geçmiş göründüğünü) ve bunların devletin gizli kayıtlarında olduğunu Müdafaa-i Milliye Vekili Fevzi (Çakmak) Paşa’nın ağzından öğreniyoruz. Paşa, Meclis’in 22 Ocak 1921 tarihli gizli oturumundaki konuşmasında 300-400 bini Karadeniz sahillerindeki vilayetlerde, 100-150 bini Niğde, Kayseri, Akdağmadeni gibi Orta Anadolu vilayetlerinde olmak üzere tüm ülkede toplam 800 bin Hıristiyan bulunduğunu, bunların ekonomik hayattaki yerlerini korumasından duyduğu rahatsızlığı ifade ediyor. Fevzi Çakmak’a göre ya bunların imalathanelerde, nafıa işlerinde yani yol, köprü, tünel gibi bayındırlık işlerinde çalıştırılması ya da orta hallilerinden senelik 500, zenginlerinden 1000 lira ‘askerlik bedeli’ alınması gerekmekteydi. Bu tedbirler (!) o yıl alınmadı ama ileriki yıllarda sık sık gündeme geldi.

Geride kalan Rumların, Mustafa Kemal’in emriyle Karadeniz’de soykırıma uğratıldığını, 1918 yılına kadar katledilen 150 bin Rum’un ardından 1919’dan 1923’e kadar 200 bin Rum’un da katledilerek, toplam 353 bin Pontoslu Rum’un soykırıma uğradığını Patrikhaneye bağlı metropolitliklerin raporlarına dayanan araştırmacılardan biliyoruz. Mübadele ile Karadeniz’den sürgün edilenlerin sayısının 190 bin civarında olduğu gerçeğinden hareketle, Fevzi Çakmak’ın söyledikleri, rakamlar konusunda Patrikhane bilgilerinin tescili anlamına geliyor.

MİLLİ EĞİTİM BAKANI’NIN SOYKIRIMI İTİRAFI

Türkiye’nin eski Millî Eğitim Bakanlarından Yusuf Hikmet Bayur, 1928’de Yarbay Nihat tarafından Türkçeye çevrilip Genelkurmay Yayınlarınca yayımlanan La guerre Turque dans la guerre mondiale (Dünya Savaşı İçinde Türkiye Savaşı) adlı eserindeki “Savaşla İlgili Osmanlı Kayıplar” tablosu ve “Anadolu, bundan maada, Vilâyat-ı Şarkıye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000’ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum da katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür…” kaydını ve Yarbay Nihat’ın “Bizim [Türkiye’nin] resmi kaynaklara göre de doğru saymak gerekir” tespitini aktarır.

Osmanlı belgeleri doğru kabul edilse dahi ortaya çıkan gerçek 250 bin Pontoslu Rum’un yok olduğudur. 1. Dünya savaşı sonucu Rusya’dan Pontos’a geri dönen 250 bin Rum da eklendiğinde bu rakam 500 bini bulmaktadır. ”

Tamer Çilingir, öldürülenlerin sayılarını şu sözlerle açıkladı:

“1921 Ekim’ine kadar kıyıma uğrayan Pontos Rumlarına ilişkin bilgiler şöyledir:

134.078 Amasya, Samsun, Giresun; 27.216 Niksar; 38.434 Trabzon; 64.582 Tokat; 17.479 Maçka; 21.448 Şebinkarahisar.

1921 Ekiminden 1923 yılına kadarki süreçte katledilenlere ilişkin resmi bir belge yok. Yine tanıklıklar, özellikle TBMM Gizli Celse Tutanakları’nda geçen kimi operasyonlara ilişkin bilgiler değerlendirildiğinde, mübadele sürecinde hayatını kaybedenlerle beraber sayının aşağı yukarı 50 bin civarında olduğunu anlıyoruz. Böylelikle toplamda 353 bin Pontoslu Rum 1914-1923 yılları arasında hayatını kaybetmiş.”

“CUMHURİYET KAN ÜZERİNE KURULDU”

Çilingir, Cumhuriyetin temellerinin kanlı olduğunu, bunlar tartışılmadığı, gerçekler açığa çıkmadığı sürece bugün yaşanan ülke gerçeğinin anlaşılamayacağını ifade etti.

Bugün Karadeniz diye adlandırılan Pontos’ta Müslümanlaşan Rumların, yaşadıkları kimliksizlikleriyle devlete Türk olma ve Müslüman olma ispatı içinde olduklarına da dikkat çeken Çilingir, şunları söyledi:

“Geride kalanlar, 3 bin yıllık topraklarında büyük bir soykırımına uğrayan, ardından 1923 yılında ‘mübadele‘ adı altında sürgün edilen Pontoslu Rumların soydaşlarıdır. Ama sağ kalmanın bedeli ağırdır: Egemenlere biat etmeleri de yetmez, onlara güvenilmemektedir, bu yüzden kendilerini ispat etmek zorundadırlar. Bu, bir toplumsal travmadır ve adeta toplumsal reflekse dönüşmüştür. Bu yüzdendir Pontos ülkesindekilerin ‘en milliyetçi Türk‘, ‘en dindar Müslüman‘ olduklarını ispat etme telaşı. Bu yüzdendir gizli servislerin, Pontos ülkesinde ellerine silah verip çocuklardan katiller yaratma becerileri…”

“19 MAYIS PONTOS RUM SOYKIRIMININ SEMBOL TARİHİDİR”

19 Mayıs 1919 tarihinin Karadeniz’deki Rumlarının soykırıma uğratılmasının en önemli adımı olduğunu söyleyen Tamer Çilingir, “Pontos Rum Soykırımı 1894’te II. Abdulhamid ile başlayan ve İttihat ve Terakki ile devam ettirilip Mustafa Kemal tarafından tamamlanan Müslüman olmayanların imhası projesinin en önemli ayaklarından biridir. 19 Mayıs 1919 ilk olarak Ermeni, Süryani ve Rumları kapsayan Hristiyanlara yönelik planın, üçüncü etabının başladığı tarihtir. Ancak unutulmaması gereken önemli bir konu daha, soykırımın sadece Pontoslu Rumlarla sınırlı kalmadığı, Küçük Asya Rumlarına yönelik olarak da devam ettiğidir. Nitekim 1923 yılına kadar Küçük Asya’da yaşayan 800 bin Rum’un da akıbeti bilinmiyor” diye konuştu.

“SOYKIRIM SUÇLULARI DEŞİFRE EDİLMELİ, ARŞİVLER AÇILMALI”

Tamer Çilingir konuşmasını şu taleplerle bitirdi:

“Bugüne kadar resmi tarihin anlattığı yalanlara karşı, gerçeklerin açığa çıkartılması için seferber olunmalı.

Soykırım suçluları deşifre edilmeli, soykırımın sorumlusu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucuları yargılanmalı, mahkum edilmeli.

Geçmişine dair kuşkular taşıyan on binlerce Karadenizlinin geçmişlerini öğrenmelerinin yolu açılmalı, düzmece sahte belgeler yerine Osmanlı’nın gerçek tapu ve nüfus kayıtları ortaya çıkarılmalıdır.

Bu konularda yapılacak her türlü çalışma için arşivler açılmalı, bölgede yapılacak çalışmalara, bilim insanlarına ve araştırmacılara izin verilmelidir.”

YUNANİSTAN KATERİNİ’DEN CANLI YAYIN İLE VLASİS AĞDJİDİS BAĞLANDI

Panelin en sonunda Yunanistan’da düzenlenen benzer bir toplantıya skype aracılığıyla ilgili bağlantı kuruldu. O toplantıdaki katılımcılardan Vlasis Ağdjidis şöyle konuştu:

“Bu tarz etkinliklerle halklarımız çatışmalardan uzakta ortak hareketlerle düşünebiliyorlar. Bu özellikle de bizim açımızdan iki kez sevindirici. Çünkü ilk defa Türkiye’de akademisyenler tarafından, sosyal gruplar tarafından böyle bir etkinlik düzenleniyor. Özellikle bu dönemde Yunanistan’da bile on yıllar boyunca konuşulmamış böyle bir konuyu bölge olarak yaşadığımız koşullar altında, özel olarak Türkiye’nin faşizme doğru yönlendiği bir dönemde gerçekleşmesi bizim için ayrıca sevindirici. Şu an bu toplantının yapıldığı yer olan Pontoslu Rum ve göçmenlerin yoğun yaşadığı Katerini şehrinde her zaman sizi de misafir etmek isteriz. Başımızın üstünde yeriniz var.

Bu dramatik süreçte yaşananlar sadece orada konuşulmakta kalmayacak. Ümit ediyoruz ki burada da konuşulacak ve biz bunları Yunanistan’da da yayınlayacağız. Bizim için Ankara toplantısı tarihidir. Yeni bir dönemin başlangıcıdır.”