Kandıra F Tipi Cezaevi’nde bulunan eski HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, fasikul.altyazi.net sitesinde yayınlanan röportajında cezaevinde kendisinin ve Selahattin Demirtaş ile Gültan Kışanak’la birlikte yaptıkları çalışmalar hakkında bilgiler verdi.

Selhattin Demirtaş, İdris Baluken ve Gültan Kışanak ile yaptıkları ortak çalışmalara değinen Sırrı Süreyya Önder, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” açıklamasına atıfta bulundu.

Önder, “Bir de imecenin, yol arkadaşlığının kıymeti, zenginleştiriciliği boyutunu hatırlatan bir yanı var. Demirtaş’la da sadece yazma-yönetme bağlamında değil, bir film üretme komününe dair ortak düşüncelerimiz var. Baluken sessiz ama güçlü bir dalga gibi gelmekte… Kısacası zindanlar ‘yan gelip yatma yeri değil.’ Bizim için mümbit üretim alanları olmakta. Korkarım günün sonunda bizi buralara atanlar “Keşke hiç atmasaymışız” diyecekler. : )” dedi.

Sırrı Süreyya Önder’in fasikul.altyazi.net sitesinde yayınlanan söyleşisinin bir bölümü şöyle:

Sinema, 12 Eylül dönemi ve bugüne dair soruları yanıtlayan Önder, “Gültan Kışanak’ın yeni bir senaryo yazmaya başladığını ve sizin de kendisine destek olduğunuzu duyduk. Hapishanedeki bu senaryo dayanışması nasıl gelişti, nasıl ilerliyor? Bu gibi başka işbirlikleri de bekleyebilir miyiz yakın gelecekte? Örneğin Selahattin Demirtaş’ın bir hikâyesini filme uyarlamayı düşünür müsünüz?

“Gültan Kışanak’la hayatımız, ilk gençliğimiz, zindan süreçlerimiz birbirine çok benzer. O fazladan kadın mücadelesinde de izi olan bir güzel sosyalist feministtir. Hücrelerimiz birbirine 20-30 metre mesafede. Bizzat yaşadığı özgün bir hikâyesi var. 80’lerde Diyarbakır Cezaevi’nde başlayıp, aynı kente Belediye Eş Başkanı olduğunda düğümlenen ve gelişen, çarpıcı bir finale sahip çok özel bir hikâye… Geldiğimin 2. haftasında yazışmaya başladık. Ben onun yazma sürecine yol arkadaşlığı yapıyorum. Synopsis aşamasını yeni bitirebildik. Çünkü haftada 1 kez mektup veriliyor. Geri dönüşü 15 gün olan bir periyotla çalışabiliyoruz. İleride bu filmi çekebilirsek, senaryo yazım sürecini kitaplaştırmayı düşünüyoruz.

Senaryo yazmak isteyenler için anlamlı bir rehber olabilecek bir külliyata ulaşmış durumda mektuplarımız… Tercüme ve teorik birçok senaryo yazım kitabından daha yararlı olacağı şüphesiz. Yaşanmış çekirdek bir olaydan yola çıkarak ve gerçekliğe saygı duyarak adım adım ete kemiğe bürünmesi, güçlükler, çözümler, teorik ve pratik tartışmalar, seçenekler, tercihler bakımından iyi bir kaynak olacaktır.

Bir de imecenin, yol arkadaşlığının kıymeti, zenginleştiriciliği boyutunu hatırlatan bir yanı var. Demirtaş’la da sadece yazma-yönetme bağlamında değil, bir film üretme komününe dair ortak düşüncelerimiz var. Baluken sessiz ama güçlü bir dalga gibi gelmekte… Kısacası zindanlar ‘yan gelip yatma yeri değil.’ Bizim için mümbit üretim alanları olmakta. Korkarım günün sonunda bizi buralara atanlar “Keşke hiç atmasaymışız” diyecekler. : )”

Sinema-senaryo işlerine hapisten çıktıktan sonra başladınız. Şimdi hem filmler yapmış, hem de aktif siyasette yer almış biri olarak içerdesiniz. O zaman çekinmeden soralım: Dört duvar arasında olmak denildiği kadar yaratıcılığı besliyor mu? Bir roman yazdığınızı duyduk. Hapishane ve yaratıcılık arasındaki ilişkiye ve bunun Türkiye’deki ‘efsaneleştirilme’ biçimlerine dair ne söylemek istersiniz?

Dört duvarın yaratıcılığı beslemesi bence de bir ‘Efsane’ ama tüm efsaneler gibi beslendiği bir gerçeklik var. O da ülkemiz tarihinde, kendini çağına ve topluma karşı sorumlu hisseden aydın ve sanatçıların yani ‘sıraya girmeyenlerin’ epeycesi hapishaneyle tanıştırılmıştır. Zaten üretken ve yetenekli olan bu insanlar, dört duvar arasında da düşünmeye ve üretmeye devam etmişlerdir. Bu yüzden özellikle Cumhuriyetin ilk 50 yılından zindan mukimlerini çıkardığımızda, şiir, roman, sinema ve düşün dünyamızın bir hayli çoraklaştığı gerçekliği ile karşılaşırız. Yine bu özelliğinden dolayıdır ki halkımız cezaevlerine ‘Taş Medrese’ gibi bir adı yakıştırmıştır. Sadece bu yetkin insanların üretimiyle sınırlamak da eksik bir yaklaşım olacaktır. Çünkü bu Taş Medrese’lerde ustalar, kendileri kadar yetenekli çıraklar da yetiştirmişlerdir. Balaban, Orhan Kemal gibi birçok değerimiz, sonradan ustası olacağı alanlara dair esaslı eğitimleri burada almışlardır.

Senaryosunu yazdığınız ve Muharrem Gülmez’le birlikte yönettiğiniz 2006 tarihli Beynelmilel, 12 Eylül sonrasında geçen ve kendi deyiminizle “kışla mantığıyla hesaplaşan” bir filmdi. Ama bir söyleşide “filmin başına 1982 değil de başka bir tarih de yazsanız bu ülkenin siyasal tarihinde, herhangi bir dönemde de geçebilecek bir hikâyedir” demiştiniz. Beynelmilel’in hikayesi bugünün Türkiye’sinde geçse yine de işler miydi? Yapacak olsanız ne gibi değişiklikler yapardınız?

O tabir biraz eksik, tamamı “Dar Kışla Mantığı”dır. Toplum kendi dinamiklerine, evrimine ve hal-i tabiîsine bırakıldığında, gideceği noktalardan korkan, sakat bir Toplum Mühendisliği, bu ülkeyi bir kışla düzeninde şekillendirme anlayış ve iradesini hiç bırakmamıştır. Bu mantık kurucu iktidarla başlamış ve iktidarlar değişmiş ama bu heves ve yöntem hiç değişmemiştir. Dolayısıyla Beynelmilel’de anlatılanlar değişik kisvelere bürünerek bugün de hayatımızdadır. Ortak ve değişmez özelliği topluma yaklaşımda siyasal yol ve yöntemler yerine ‘zor’un hep kılıç misali sallanmasıdır. “Bu böyle olmaz, başka bir yaklaşım da mümkün!” diyenler uzun yıllarını zindanlarda geçirmişlerdir.

Soruyu bir de tersinden soralım. Bugün yeni baştan 1982’ye bakan bir senaryo yazsaydınız, farklı noktalara değinme gereği duyar mıydınız, yoksa aynı hikâye mi çıkardı?

Buna cevap vermek güç ama sanırım ilk senaryo ve ilk yönetmenlik denemesinden kaynaklı çapakları giderirdim. Günlük yaşam ritüellerine müdahil olma biçimlerine biraz daha odaklanırdım.

Gerek dava gerekse de hapsedilme sürecinizde sinemacı, ondan da öte sanatçı kimliğiniz çok öne çıkarılmadı. Bu durum, tabii ki davaların içeriğiyle ilgili ama şunu da sormak isteriz: Sizin bu yönde herhangi bir tercihiniz, “sinemacılığımı bu işe karıştırmayın” gibi bir tavrınız oldu mu?

Artık ‘içeride’ olduğum için daha rahat söyleyebilirim. Ben bu “öne çıkarılma” meselesine biraz mesafeliyim. Bizim başımıza gelenler “özel” şeyler değil. Bu ülkede ifade özgürlüğü gasp edilen onbinlerce insandan biriyiz. Daha fazla tanınıyor diye belirli insanlar üzerinden oluşturulacak duyarlılıklar, sesini duyuramayanlara haksızlıktır, eksiktir. Meseleyi “Herkes için özgürlük” temelinde ele almak gerekiyor. Vekillik dönemimin büyük kısmı Adliye koridorlarında ve cezaevlerinde “yeterince bilinmeyen” mazlumların yanında geçti. Kişiler yerine, Demokratik ilkeler temelinde bir sahiplenme yaygınlaşmalıdır. Bir tweet attığı için yaşamdan, aşından, işinden koparılıp cezaevine atılmış olan binlerce insan var buralarda…

Bugün, özellikle de İdris Baluken’in romanı ve Selahattin Demirtaş’ın hikâye kitaplarının yarattığı ilgi ile birlikte, siyaset ve sanat alanlarının birbirine daha fazla nüfuz ettiğini ya da en basitinden bir siyasetçinin “bu işlerle” uğraşmasına daha doğal bakılabileceğini söyleyebiliriz. Sizin durumunuzsa biraz farklı, orada “sinemacıydı siyasetçi oldu” gibi bir intiba oluştu. Bu intiba ne kadar doğru? Siz kendinizi bu anlamda nasıl görüyorsunuz?

İkisi de insanlar ve insanlık için sonuçta… Benim sinemacılığım siyasetten, siyasetim de sanattan beslendi. Ama hayatıma baktığımda siyasetteki emeğim sinemadakinden bir hayli fazladır.

Son 10-15 yılda gerçekleşen pek çok siyasal olgu ve olay, ifade özgürlüğüne yönelik baskıların da etkisiyle henüz filme aktarılmadı; Gezi Direnişi gibi tarihi bir ân bile aradan altı yıl geçmiş olmasına rağmen kurmaca filmlerde karşımıza çok seyrek çıkıyor. Sizin bu son dönemde “şunun filmi olsa” dediğiniz bir olay var mı?

O kadar çok ki birazını başlık olarak yazayım…

Savaş göçü ve göçmenler, Muhtarlık seçiminde işlenen cinayetler, Kadına yönelik şiddet, Orta yaş üzeri işsizlik, Süratle boşalan, ıssızlaşan köyler, KHK mağdurlarının yaşama tutunma hikâyeleri, Darbe sürecinde tanka, topa, uçan F-16’lara direnenler, teammüden katledilen derelerin intikamı… Yaz yaz bitmez.

Söyleşinin tamamı burada.