TBMM’de konuşması kesilerek saldırıya uğrayan HDP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, Meclis’te yaşananlar ve muhalefetin tutumuna ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Ahmet Şık, “Ben kimsenin kahramanı değilim. Her şey herkesin gözleri önünde olup biterken, bunlara dair sözümü söylüyorum. Esas soru şu: Sen niye sözünü söylemiyor, sen niye itirazını dile getirmiyor, “kahraman” olmuyorsun? Çünkü sen konforunu bozmak istemiyorsun. Fakat konfor kaygısıyla sessiz kaldıkça, tam da o konforunu kaybedeceksin. Olup bitenden rahatsız olduğu halde sesini çıkarmayan insanlar, CHP’yle veya CHP gibi hareket etmeyi, konforlarının garantisi olarak görüyor. O yüzden HDP veya HDP gibi yapılarla yan yana gelip mücadele etmekten geri duruyorlar. Fakat insanlar şöyle dönüp bakarlarsa ülkeye, konforlarının zaten kalmadığını görecekler. İnsanlar bir kurtarıcı bekleyip sessiz kalmaya, başkalarını kahraman ilan ederek işin içinden çıkabileceklerini düşünmeye devam ettikçe, ellerindekileri de kaybedecekler” dedi.

Ahmet Şık, Gazete Duvar’dan İrfan Aktan’ın sorularını yanıtladı.

23 Temmuz akşamı, TBMM Genel Kurulu’ndaki ilk konuşmanız olaylı bittiği gibi iki oturuma katılmama cezası da aldınız. Gerilim neden başladı ve nasıl bitti?

Açıkçası konuşma yapacağım sırada bir müdahaleyle karşılaşacağımı biliyordum. Metnim biraz sertti ama aslında herkesin bildiği şeyleri tekrarladım. OHAL’i kalıcılaştıracak uygulamalara da kapıyı aralayan yasanın içeriğini tartışmayı gerekli bulmadım o konuşmada. Çünkü karşımızda hukuku anlatabileceğimiz ve bunu öğrenebilecek bir yapı olmadığı için siyasi bir değerlendirme yapmayı ve bunu da TBMM kayıtlarına geçirmeyi daha gerekli buluyordum. Konuşmamın sonuna doğru sarfettiğim “ahlaksız” sözcüğüne AKP’liler tepki gösterdi. Oysa ben “ahlaksızlık” derken kimsenin kişiliğini kastetmedim. Gazetecilik yaparken de insanların özel hayatıyla uğraşmadım, siyaset yaparken de bunu yapmıyorum. Konuşmamın bütününe bakıldığında da ahlaksızlıktan kastımın, siyasi etiğin kaidelerine uyulmaması olduğu görülür.

Yani sizi yanlış mı anladılar?

Mesele beni yanlış anlamaları değildi. Bu sözümü gerilim ve kavga çıkarmanın bahanesi yapmak istediler. AKP’li Bülent Turan, yakası açılmadık küfürlerle üzerime yürüdü. Şimdi o küfürleri anlatsam ve yayınlasanız, ceza yersiniz. O kadar ağır sözlerdi yani. Diğer vekillerin üzerime yürümesinin işaretini veren de yine Turan oldu. Küfürler havada uçuştu, hengame sırasında bir tekme yedim. Fakat bu saldırıyla birlikte Meclis’te halk adına kimin gerçek muhalefet yürüttüğünü herkes bir kez daha gördü. CHP’yi küçümsemek için söylemiyorum ama halk adına gerçek muhalefetin odağı HDP’den başkası değil. Kaldı ki ülke yangın yerine dönmüşken koltuk kavgasına tutuşmuş olan CHP’den nasıl bir muhalefet çıkabileceği açıktır. AKP’liler de bunu çok iyi bildiği için daha ilk günden esas olarak HDP’nin önüne barikat kurmaya çalıştılar. Bize yönelik bu saldırıyla aynı zamanda toplumda hakim hale gelen Meclis’in işlevsiz olduğu kanaatini güçlendirmek, Meclis’i değersizleştirmek istediler.

BUNUN ADI “MIŞ GİBİ” DEMOKRASİSİ

TBMM’nin işlevsizleştiği kanaatini yanlış mı buluyorsunuz?

Meclis’in kimi yetkilerinin budandığı doğru. Ama aritmetik dağılım eskiden de AKP lehineydi. Ve istedikleri her şeyi yapabiliyorlardı. Şimdi de öyle. Eskiden de itirazlar kayda sokuluyordu şimdi de öyle. Değişen bir şey yok. Ama bunca yetki gaspına rağmen Meclis hâlâ bir kürsüdür. Nasıl bir kürsü olabileceğinin kanıtı da 23 Temmuz akşamında yaşananlardı. Konuşmalarımızın hepsi kayda girdi ve biz, bize oy veren veya vermeyen herkes adına söz aldık, alacağız. Meclis’e getirdikleri ve OHAL’i kalıcılaştıracak düzenlemeyi aslında pekâlâ KHK’yla da yapabilirlerdi. Fakat bu işi, yarın bu yasanın uygulamasına yönelik tepkiler geldiğinde “bu düzenlemeyi Meclis yaptı” diyebilmek, kendilerince kamusal meşruiyeti sağlamak için özellikle parlamentoya getirdiler. “Bakın, muhalefet itirazlarını dile getirdi, tasarı tartışıldı ve onaylandı” diyecekler. Bunun adı “mış gibi” demokrasisidir.

Siz yasanın görüşüldüğü komisyonda da görev aldınız. Bu yasa ne getiriyor?

Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin keyfi olarak engellenmesinin, yasal hakkın suç ilan edilmesinin önü açılmış oluyor. Güya sıkıyönetime dair maddeler kaldırılıyor ancak onun yerine daha kapsamlı ve içeriği daha genişletilmiş maddeler ekleniyor. Mesela Gezi isyanı tekrar yaşansa Seferberlik ilan edilebiliyor. OHAL KHK’larının 5’i hariç hepsi Meclis’e getirilip görüşüldüğü için kanun halini almıştı zaten. Soruşturma ve kovuşturma işlemleriyle ilgili 667 Sayılı KHK, OHAL süresince geçerliydi. Buna göre OHAL sürecinde gözaltı süresi 30 gündü, sonra 14 güne düşürüldü. Yeni yasada, tekil suçlarda gözaltı süresi 2 gün ama uzatmalarla 6 güne çıkartılabilecek. Örgütlü olduğu iddia edilen suçlarda da gözaltı süresi 4 gün olacak ve iki uzatmayla 12 güne çıkarılabilecek. 670 Sayılı KHK, kişisel verilerin paylaşım, mali suçlara ilişkin tedbirler ve yeniden ifade alma tedbirlerini kapsıyordu. Bu da kalıcılaştırıldı. Tutukluları istedikleri zaman hapisten sorguya götürebilecekler.

Kişisel verilerin paylaşımına ilişkin düzenleme neyi öngörüyor?

Şüpheli kişinin tüm yakınlarının şeceresini inceleyebilecekler. Üstelik hakim kararıyla değil, sadece savcılık talebiyle bu yapılabilecek. Eskiden savcıların verdiği kararların kontrol mekanizması hakimlikti. Şimdi bu tür işlemlerde hakimler devreden çıkarıldı. Dediğim gibi, sadece şüpheliyle ilgili değil, onun yakınındaki herkesin kişisel verileri incelenebilecek. Bu çok ağır bir uygulama ve Cumhuriyet gazetesi davasında bunun örneğini gördük. Turhan Günay’ın 44 yıl önce boşandığı ve sonradan hayatını kaybetmiş olan eşinin bütün MASAK raporlarında bilgileri vardı. Çünkü suçlayıcı bir delil bulamıyorlardı ve delil yaratabilmek için bunu yapıyorlardı. O zaman yaptıkları bir mevzuat ihlaliydi, şimdi bunu yasaya dönüştürdüler. Keza, rütbeli askerler meslekten atıldığında veya yaptırımla karşı karşıya kaldığında, daha sonra beraat etse bile özlük haklarını alamıyor, aynı yerde, aynı rütbeyle görevine devam edemiyor, tazminat davası bile açamıyor. Buna faşizm hukuku demek abartılı bir yorum değil ki! Yine akademisyenlerle ilgili öylesine bir düzenleme var ki, YÖK bile itiraz ediyor. Bu düzenlemeye göre örneğin bir öğretim üyesi ODTÜ’den atıldığında, yargı kararıyla görevine iade edilse bile kendi üniversitesine dönemeyecek. Ancak 2006’dan sonra açılmış üniversitelerde görev yapabilecekler. Bu açıkça sürgün kanunudur. Buna benzer çok sayıda faşizan hüküm söz konusu.

‘AKP YIKTIĞI REJİMİN YERİNE YENİ BİR REJİM KURAMIYOR’

Yeni hükümetin bu ilk icraatına baktığınızda nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?

Bütün bu yasal düzenlemeler, AKP’nin yeni rejimi kurumsallaştırma çabasının sonucu. “Cumhuriyet elden gitti” diyorlar da, bildiğimiz cumhuriyet zaten yıkıldı. Şu anki ikinci değil, üçüncü cumhuriyet. İlk cumhuriyeti biliyoruz, ikincisi AKP, Cemaat ve liberaller desteğiyle, hem kamusal hem de bürokrasi alanında ciddi bir tasfiye sonucu oluşturulmuştu. “Allahın lütfu” dedikleri darbeden sonra gerek yasal gerek siyasal alanda yapılanlarla da üçüncü cumhuriyet dönemi başladı. Fakat AKP yıktığı rejimin yerine yenisini kuramıyor. O yüzden faşizan uygulamalar ve yeni yasalar çıkarıyorlar. Ne var ki, TBMM konuşmamda da söylediğim gibi, bu uygulamalara toplumun yarısı karşı çıkıyor. AKP’nin neden rejimi kurumsallaştıramayacağının da umutlu olmanın da yanıtı o yüzde 50’de saklı.

OHAL koşullarını kalıcılaştıracağı söylenen yeni yasal düzenlemeye dönelim. Bu düzenlemenin OHAL koşullarını üç yıl daha uzatacağı söyleniyor…

Üç yıl filan değil, bu yasalar, Meclis’teki aritmetik dolayısıyla kesin hükümler haline gelecek. Bu siyasal iklim ve iktidar değişmeden artık bu yasalar değişmeyecek. Getirdikleri bu yasaların tümü kalıcı. Yani OHAL üç-beş yıl uzamadı, OHAL ömür billah var artık. Herkes bu ağır gerçeği bilmek, görmek zorunda. Kaldı ki şu an yapılan düzenlemelerle kalmayacaklar.

Neden?

Şu an ihtiyaç duydukları düzenlemeleri yaptılar ama bence “ekonomik OHAL’le” ilgili tasarıları da Ekim ayında Meclis tekrar açıldığında gündeme gelebilir. Mülklere daha rahat el koymak için böylesi bir tasarıya da başvurabilirler. Tabii bu, Ekim ayına kadarki ekonomik, siyasal gelişmelere, Batıyla ilişkilere bağlı. Malûm, sistem değiştikten sonraki altı ay içinde uyum yasaları çıkarılmalıydı ama bunu yapmayıp 24 Haziran sonuçlarını beklediler. Çünkü olur da seçimi kaybederlerse, bu kadar yetkiyi başa gelecek bir kişiye teslim etmemek istiyorlardı. Fakat seçimi kazandıktan hemen sonra, apar-topar Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle bu uyum düzenlemesini yaptılar. Bununla birlikte şu ana kadar yeni sisteme uygun herhangi bir yerel yönetimler düzenlemesi yapmadılar. Çünkü bunun için de yerel seçim sonuçlarını bekliyorlar.

‘KÜÇÜK ZAFERLERE İHTİYACIMIZ VAR’

AKP’nin yerel seçimlerde kaybetme olasılığı var mı sizce?

Terk edilmişlik duygusu içindeki küskün CHP’lilerin yerel seçimlerde sandığa gitmeme riski var. Fakat her koşulda bir kez daha herkes sandığa gitmeli. Bunu sandıktan demokrasi çıkar beklentisiyle söylemiyorum. Yerel seçimler, yaratılmış sistemin zırhını delebilecek bir fırsata dönüştürülebilir. Küçük zaferlere ihtiyacımız var. Fakat AKP’ye İstanbul’u kaybettirmek de büyük bir zafer olur. O yüzden insanların bir an önce üzerlerindeki inançsızlığı, umutsuzluğu atması lazım. Ben çok endişeli değilim, insanlar bir arada durmanın zeminini bulacak, bulmak zorunda.

Bu nasıl olacak?

Yerel seçimlerde ortak aday çıkararak zırhı delmenin yolu açılabilir. CHP, HDP ve bu ikisinin uzlaştığı ortak değerlere dâhil olabileceğini düşünen irili ufaklı parti ve yapılar kesinlikle yerel seçimlerde ortak adaylarla hareket etmeli. Örneğin İstanbul, İzmir gibi şehirlerde bu ortak adaylar çıkarılabilir. Çünkü ortada bir zorunluluk var. Faşizme karşı birleşik bir cephe kurulabilir. CHP, iktidarın yaratmaya çalıştığı HDP karşıtlığı tuzağından kurtulmalı. HDP, tıpkı CHP, AKP, MHP, İYİ Parti gibi yasal sınırlar içinde siyaset yapan bir partidir. HDP’yle iş tutmak değil, iktidarla iş tutmak bölücülüktür.

OHAL’i kalıcılaştıracak torba yasanın getirildiği komisyonda HDP, CHP ve İYİ Parti itirazlarda ortaklaşabildi mi?

HDP ve CHP’nin itiraz noktaları hemen hemen aynıydı. Haklarını yemeyelim, İYİ Parti de belli noktalarda itirazlarını dile getirdi.

23 Temmuz akşamı yaptığınız konuşmadan sonra TBMM Genel Kurulu’na iki oturum katılmama cezanız oylanırken CHP ve İYİ Parti nasıl bir tutum aldı? Ne yönde oy kullandılar?

Salonda bulunan AKP ve MHP üyeleri ceza almam yönünde el kaldırdı. Fakat ilginçtir ki İYİ Partililerin de bir çoğu el kaldırdı. Peki, İYİ Partililerin benim o kürsüde konuştuklarımın ifade özgürlüğü kapsamında olmadığına dair bir kuşkuları mı var? Aslında bana karşı tutumları, muhalefet bloğu içindeki pozisyonlarını da tarif ediyor. İktidarda Türkçü-İslamcı bir koalisyon var ve kusura bakmasınlar ama İYİ Parti de o kanadın muhalefetteki temsilcisidir. Bakın, Genel Kurul’da böyle bir tutum alıyorlar ama Meclis kulislerinde bir İYİ Parti milletvekili telefonunu bana uzatıp “abi telefonda seni çok seven bir arkadaşım var, konuşur musun” diyor.

CHP’lilerin tavrı ne oldu?

Gördüğüm kadarıyla CHP’liler lehte de aleyhte de el kaldırmadılar. CHP grubunun bu tavırsızlığını çok ayıplıyorum. Çünkü benim oradan atılmam ifade özgürlüğünün ihlaliydi. O kürsüde kimseye hakaret etmedim. Ne bir kişiyi ne de bir kurumu hedef aldım. Genel olarak bir anlayışı mahkum etmeye yönelik bir ifade kullandım. AKP’liler de saldırmak yerine gelip kürsüde benim sözlerime sözle yanıt verebilirlerdi. Medya onlarda, kürsü onlarda, Meclis başkanlığı onlarda. Ama söze sözle yanıt veremiyorlar. Bulunduğum noktanın ne olduğunun farkında oldukları için benimle söz zemininde mücadele edemezler. Çünkü ben hakikatin tarafındayım.

Konuşmanızı neden yazılı metin üzerinden yaptınız?

Belagat konusunda çok iyi olmadığımı biliyorum. Yakınlarım, sinirlendiğimde daha iyi konuştuğumu söylüyor. Öte yandan önceliğim fikrimi aktarmak ve bunun yazılı metin üzerinden olup olmaması önemli değil. Söyleyeceğim söze titizleniyorum. Ayrıca Meclis kürsüsünde süre sınırı olduğu için az zamanda olabildiğince çok hakikati kayıtlara geçirmek istiyordum. AKP’liler bunu bile malzeme yapmaya çalışıp “önüne konan metni okuyor” dediler. Çünkü onlarda işler böyle yürüyor.

Genel Kurul’da konuşma metninizi tamamlayamadınız. Süreye sığdıramadığınız sözleriniz şöyleydi: “Orwell, ‘Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder’ diyor. Bizler seçimlerimizin ve kararlarımızın toplamı olan bu yaşamı sürdürmeye, siz de bizlerden nefret etmeye devam edebilirsiniz. Ve fakat bilmelisiniz ki; bir yarısı sahiden çoğulcu demokrasi, adalet ve eşitlik talep ediyor, bunun için de mücadele etmeyi sürdürüyorsa; bir toplum, hak etmediği bir hayata ve bunu dayatan diktatörlüklere ancak bir yere kadar mahkûm edilebilir. Bu yer Türkiye için artık geldiğimiz noktadır.”

Aslında metnimin bu yerini konuşturmayarak tam da aktardığın o sözlerimi doğruladılar. O paragrafın hemen öncesindeki “Hakikati söyleyenlere yönelik saldırganlığınızı ise acizliğinizle besliyorsunuz. Ahlaksızlığınızı, yeterli gelmediğini biliyor olsanız da, yüzsüzlükle sıvıyorsunuz” sözlerim üzerine AKP sıralarından bana doğru saldırı başladı. Ama tekrar ediyorum, burada “ahlaksız” sözcüğünü ne AKP milletvekillerine ne de kişilere yönelik kullandım. Genel bir siyasi etik yoksunluğuna işaret ettim.

‘ESAS SORU ŞU: SEN NİYE “KAHRAMAN” OLMUYORSUN?’

Orwell’ın ‘Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder’ sözü, bir siyasetçi açısından sakıncalı değil mi? Sonuçta böylece sizi desteklemeyen toplumsal kesimleri karşınıza almış olmuyor musunuz?

Gerçeği söyleyenlerden nefret eden kesimleri karşıma almakta bir beis görmüyorum. İnsanlar bunu bir siyasal eleştiri olarak okumalıdır. Eleştirim sadece AKP’ye oy verenlere de değil. Ona oy vermediği halde bunca fiiline sessiz kalanları da eleştiriyorum. Başına talihsiz bir iş geliyor, çıkıp buna tepki gösteriyor, bir söz söylüyorsun ve herkes kendi mağduriyeti karşısında aynı tavrı alabilecekken, bunu yapmıyor, seni alkışlıyor. Ben bundan çok rahatsız oluyorum. O yüzden hakikati dile getirenden nefret edeni de, hakikati dile getireni kahraman göstereni de reddediyorum. Ben kimsenin kahramanı değilim. Her şey herkesin gözleri önünde olup biterken, bunlara dair sözümü söylüyorum. Esas soru şu: Sen niye sözünü söylemiyor, sen niye itirazını dile getirmiyor, “kahraman” olmuyorsun? Çünkü sen konforunu bozmak istemiyorsun. Fakat konfor kaygısıyla sessiz kaldıkça, tam da o konforunu kaybedeceksin. Olup bitenden rahatsız olduğu halde sesini çıkarmayan insanlar, CHP’yle veya CHP gibi hareket etmeyi, konforlarının garantisi olarak görüyor. O yüzden HDP veya HDP gibi yapılarla yan yana gelip mücadele etmekten geri duruyorlar. Fakat insanlar şöyle dönüp bakarlarsa ülkeye, konforlarının zaten kalmadığını görecekler. İnsanlar bir kurtarıcı bekleyip sessiz kalmaya, başkalarını kahraman ilan ederek işin içinden çıkabileceklerini düşünmeye devam ettikçe, ellerindekileri de kaybedecekler. Neden hep beraber yerel seçimleri bu çıkmaz sokağın bir çıkış noktası haline getiremeyelim? Ben HDP’li Ahmet, sen CHP’li Ayşe, İyi Partili, Saadet Partili Fatma, kendi durduğu yerden ama asgari müştereklerde buluşup hep beraber bu gidişata karşı ön almazsak, bizi çok daha karanlık günler bekliyor.

Söyleşinin tamamı burada.