Söyleşi: Önder Birol Bıyık

Eleştirmen Sabit Kemal Bayıldıran'ın Ulusçu Türk Şiiri kitabı geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Bayıldıran kitabında Osmanlı'da başlayan uluslaşma sürecinin şiirdeki yansımalarını ve ulusalcı şiiri irdeliyor. Bayıldıran, analizlerinde sözünü sakınmayan bir yazar. Ulusçu Türk Şiiri hem konu hakkında bugüne değin yeterli sistematik incelemenin yapılmamış olması hem de içerdiği tespitlerle şiir dünyasında çokça tartışılacağa benzer. Doğrusu kimi zaman biz de söyleşi içinde ayrı tartışmadık değil.

Sabit Kemal Bayıldıran'la Ulusçu Türk Şiiri hakkında söyleştik.

- Öncelikle konunun terminolojik çerçevesi ile başlayalım. Kitabın ismini Ulusçu Türk Şiiri koymuşsunuz. Neden "Milliyetçi Türk Şiiri" değil de Ulusçu Türk Şiiri? 'Ulusçu' diye özellikle vurgulamanızın sebebi milliyetçilik kavramının yarattığı antipatiden sakınma refleksi mi? Ulusçuluk ile milliyetçilik arasında nasıl bir fark var?

Bu ülkede sosyoloji ve edebiyat alanında terimlerin yerinde kullanıldığı görülmemiştir. Sosyolojide 30-35 yaş aralığına ‘kuşak’ diyorlar, edebiyatımızda her on yılda bir ‘kuşak’ yaratılıyor. Dağlarca’ya da ‘toplumcu’, Nâzım’a da toplumcu diyorlar; ‘millet’ de bulanık bırakılmış bir terim. Edebiyat öğretmenleri, okullarda “O benimdir, o benim milletimidir ancak” dizesindeki ‘millet’i, ‘Türk ulusu’ anlamında yorumlarlar. “İstiklal Marşı”ndaki bayrak da ‘Türk bayrağı’ oluverir! Böylece Âkif, İslâmcılıktan istifa ettirilir! Oysa “İstiklal Marşı”ndaki ‘bayrak’, Osmanlı bayrağıdır; 1936’ya, Türk Bayrağı Kanunu çıkana kadar. Kitapta ‘millet’ kavramının ‘bütün Müslümanlar’ anlamında kullanılışını örneklerle anlattım. Mustafa Kemal de Millî Mücadele’nin başında terimi bu anlamda kullanır. 1920’de şöyle der: “Bu hudut dâhilinde tasavvur edilmesin ki anasır-ı İslamiyeden, İslam unsurlarından yalnız bir cins millet vardır. Bu hudut dâhilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anasır-ı saire-i İslamiye vardır.”

Ulusçuluğun olmazsa olmazı kendisine bir “öteki/düşman”ın varlığının mecbur oluşudur. 1920’de ‘öteki’, Anadolu’da Müslüman olmayan halklardır. Yani ulusçuluk ‘gavur’a karşı olmak şeklindedir. Müslüman olmayanların ‘malı helaldir’ denilmiş, mallarına el konulmuştur.

“Ulus”, Moğolcadır ve süreç içinde İslâmî tınısı olan ‘millet’ten ayrılarak seküler içerikle kullanılmaya başlanmıştır. Bizim ulusçular –Devlet’in paralelinde- ‘seküler’dirler genellikle. Sıkıştıkları zaman Türk-İslâm sentezine başvururlar!

- Bir de 'kültürel milliyetçilik' kavramı var. Türk uluslaşması sosyolojik temele oturtulurken ısrarla etnik milliyetçilik değil, kültürel milliyetçilikten söz edilir. Bu nedenle Mustafa Kemal'in "Ne mutlu Türk'e" değil, "Ne mutlu Türküm diyene" dediği belirtilir. Terminolojide yeri olan bir kavram mıdır kültürel milliyetçilik?

‘Kültürel milliyetçilik’ Batıcı, modernist ulusçuların bir argümanı. Ulusçuluk doğarken ‘yerel kültür’ü öne çıkarır. Yerel kültürün unsurları bir etnik kimliğe ‘intisap’ ettirilemez. Çünkü kültürel iletişim, etkileşim her çağda vardır. “Arnavutciğeri”nin Türk mutfağında bulunuşu gibi, bütün halkların yaratıları birer kardeş gibi iç içe geçerler. “Ben ulusalcıyım” demek nasıl ki halkları düşman eden ulusçuluğun ‘tahfif’ edilmiş görüntüsünde ise kültürel milliyetçilik ‘öteki’ni ürkütmemek için uydurulmuştur. ‘Öteki’leştirilen, sözgelimi bir Ermeni, ‘Ben kültürel milliyetçiyim’ dese hemen ırkçılıkla suçlanır.

- Şunu sormak istiyorum, Türkiye'de "Türk edebiyatı mı, Türkçe edebiyat mı?" tartışması zaman zaman gündeme geliyor. Düşünce sistematiğinize bakınca edebiyatı ulus gibi siyasi kavramlarla tanımlamamak gerektiği gibi bir sonuca ulaşıyorum. Ancak siz de "Türk şiiri", "Türk Edebiyatı" kavramlarını kullanıyorsunuz.

Sanatın başka alanları için bu konuda fikir ileri süremem. Ama edebiyatın temel malzemesi dildir. Bir dil yaşadıkça o dilde üretilmiş şiirler yaşar. Bugün İngilizce uluslararası dil durumuna gelmiştir. Herkes İngilizce öğreniyor, farklı uluslar birbirleriyle İngilizce iletişim kuruyorlar. Bu, ileride birçok dilin ortadan kalkacağını gösteriyor. Nitekim Lazca üretilen bir edebiyat yok, Lazların türküleri de Türkçeleştiriliyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ‘Lazistan mebusu’ vardı, yıllar sonra ‘Laz’ da olmayacak! Bugün Kürdistan mebusu yok ama ‘Kürt yok’ diyemiyorlar!

Cemal Süreya gibi büyük bir şairin 'Türkçe bilenin işi rast gider. Türkçe böylesine büyük bir dil.”, “Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır. Ama Türkçeden koparacaksın.” derken anadilinden ne kadar uzağa düşer. Süreç içinde İngilizce egemen olacağa benziyor. Bir büyükelçinin şaire kızına sordum: “Kendinizi Türkçeye mi İngilizceye mi daha yakın hissediyorsunuz?” Cevap; “Her ikisine...” Şaire İngilizce yazıp Türkçeye çeviriyordu şiirini. Beş torunum da Türkçe dışında en azından iki dil öğreniyor. Bunlar işaret.

Ulus devlet, toplumlar arası ilişkiler geliştikçe, ulaşım, iletişim hızlandıkça ‘ulusal kimlik’ çok geriye atılıyor. Bir ulusçunun kızı Alman’la, oğlu Fransız’la evlenince torunu hangi ulustan oluyor? Ablası Kürt’le evli bir ulusçu öğretmenin “Yeğenlerim Kürt olmayacak!” deyişini hatırlıyorum. Eniştesinin Kürt oluşuna kahırlanıyordu!

Yazanın etnik kimliği ne olursa olsun, eseri Türkçe yazılmışsa o Türk edebiyatındandır. Dokuzar dize Türkçe ve Rumca yazan Mevlana, Fars şairidir; babasının Türk olup olmaması önemli değildir. Eğer etnik kökeni temel alırsak Âkif ‘Arnavut’, Ömer Seyfettin ‘Çerkes’, Ahmet Haşim ‘Arap’, Ahmed Arif ‘Kürt’ edebiyatına dâhil edilir!

- Osmanlı'da uluslaşma tanımı sürekli değişkenlik gösteriyor. Etnik kimlik üzerinden değil, elde tutulan topraklar üzerinden bir tanımlamaya gidiliyor. Balkanlar, Ortadoğu ve en son Kafkas toprakları kaybedildikçe ulusun tanımı da değişiyor. Pan Osmanlıcılık, Pan İslamizm, Pan Türkçülük gibi değişen tariflere tanık oluyoruz. Mehmet Akif Ersoy gibi şairlerin ise ulusçuluktan anladığı İslam ümmetçiliği... İmparatorluk sınırları içinde yaşayan halklar parça parça bağımsızlıklarını ilan ettikçe ulus tanımı da bu derece değişkenlik gösteriyor. Örneğin Ziya Gökalp Turan Ülküsü'nden Misak-ı Milli'ye kolayca geçiş yapabiliyor. Osmanlı aydın ve şairinin kavramsal sorunundan mı, pragmatizminden mi kaynaklanıyor bu?

Değişkenlik, konjonktürden kaynaklanmıştır. Osmanlı, ‘kâğıttan kaplan’ olduğu dönemde de şairin, bürokratın bakışını, değerlerini ‘iktidar’ belirler. İktidar ise amacını kamufle etmek durumundadır. İttihatçılığın kurucularından yalnız biri Türk kökenlidir. Süreç içinde Türk ulusçuluğuna evrilen ideolojinin güdücüleri ‘üç kişi’ye iner. Hazinenin başına konan İttihatçılar, bu hantal bürokrasiyi örtülü ödenekle yönlendirirler. Mehmet Âkif, İslâmcı olduğu için onu Araplar arasında doğmakta olan Arap ulusçuluğunu bastırıp İslâmcılığı parlatmakla görevlendirirler. Ziya Gökalp, iktidarın sözcüsü, Galiçya Seferi üzerine şiir yazar (Galiçya’nın neresi olduğunu araştırmak zorunda kaldım!), Galiçya’yı savunmak ulusal görev olur. Sekülerliği savunan Gökalp, Osmanlı yenildikçe Arapları harekete geçirmek adına İslâm’ı, Kur’an’ı yüceltir! Batı’da aydınlar, Devlet’i yıkıp yeni bir Devlet oluşturmak için mücadele ederken bizim ‘aydınlar’, çökmekte olan devleti kurtarmak için mücadele etmişlerdir. K. Evren’in anayasaya yerleştirttiği “kutsal devlet” anlayışı bu çizginin devamıdır.

-Kitapta belirttiğinize göre Türkçülüğün doğuşunda Yahudi asıllı Fransız Gezgin David Leon Cahun önemli rol oynuyor. Turan kavramını ilk kullanan ise Siyonist Vambery. Türkçülük dışarıdan ithal edilen bir kavram mı?

‘Türkçülük’, Fransa’da doğan ulusçuluğun Osmanlı’da aldığı isimdir. Kuramsal olarak Fransa’dan ithal edilen bir ideolojidir ama pratikte Osmanlı’ya başkaldıran, bağımsızlık mücadelesi veren halklardan öğrenilen bir kavramdır. Osmanlı subayları Arnavutçu, Sırpçı, Yunancı, Bulgarcı hareketlerden öğrendiler Türkçülüğü. Araplar da Fransızların yanında Türklerden öğrendiler ulusçuluğu. Kürtler de ulusçu ideolojiyi Türklerden uyarlıyorlar. Nasıl ki hakkında net bilgi olmayan arkeolojik eserleri erken Cumhuriyet Türklüğe mal ettiyse kimi Kürtler de benzer yola girmiş görünüyor.

- "Kürtler de ulusçu ideolojiyi Türklerden uyarlıyor" derken bunu neye dayandırıyorsunuz? Kürtlerin kendi kimlik haklarını talep ederken başka kimlikleri yok saydığını söyleyebilir miyiz? Türk uluslaşması ile Kürtlerin kimlik talebi nasıl örtüşüyor?

Türk uluslaşması ile Kürt uluslaşması aynı yolu izliyor. Şu andaki fark, birinin iktidarda oluşudur. Ötekine düşman olmak ulusçuluğun genlerinde vardır. Türk ulusçuluğu da doğarken, ‘İslam’ kimliklerini yok saymamıştır. Laz, Çerkes, Gürcü... Hepten kardeştir. Yunan ulusçuluğu iktidar olana kadar Arnavutları ürkütmemiş, iktidar olunca hepsini ‘düşman’ ilan etmiştir. Türk ulusçuluğu için Müslümanlar arasında ilk ‘hain’ Arnavutlar, ikinci "hain" bağımsızlık isteyen Araplar olmuştur. “Ezilen” halkın ulusçuluk söylemi, iktidar olana kadardır. İktidar zehri AKP’de de görülür: ‘Çıraklık döneminde’, Ermenilere mülklerini iade eden, Alevi kurultayı yapan, AB savunucusu, dilinden demokrasiyi düşürmeyen parti, iktidarı perçinleyince nasıl değiştiyse, mazlumların milliyetçiliği iktidar olana kadar hoşgörülüdür!

-Tabii kimlik mücadelesinin hangi perspektifle yapıldığı ile de ilgili bir konu bu. Başka bir noktaya geleceğim; İttihat ve Terakki'nin Birinci Dünya Savaşında aslında İngilizlerle ittifak kurmak istediği ama İngilizlerin bunu kabul etmemesi üzerine yüzünü Almanlara döndüğü söylenir. Bu düşünceye Enver Paşa kitabında Şevket Süreyya Aydemir de dile getirir. Bir yandan uluslaşma sürecinde sınırsız bir Batı düşmanlığı yapılırken arka planda hep bir emperyalist güçle birlikte yürüme azmi göze çarpıyor. Bu paradoksu dönemin şairleri görmüyorlar mı? Nasıl usa büründürüyorlar bunu?

‘Biat’ etme kültüründen gelen bir toplumuz. Kişinin ‘birey’ olmasına imkân tanımayan bir üretim ilişkiler yumağı var. Bu yüzden bu şairlerin hepsi kapıkulu olmak durumundadır. Birey olma savaşı veren ilk şair Nâzım Hikmet’tir. Onun başına da neler geldiğini biliyoruz. Bu biat kültürü, profesörü dahi Fethullah soytarısına mürit yapabiliyor.

Devlet beslemesi şairler, hep liderin gösterdiklerini görürler. Günümüzde de sürüyor bu biat kültürü!

- Çanakkale muharebesi sırasında savaş şiirlerinin imparatorlukta çok az olduğunu belirtiyorsunuz. 1915 yılında altı broşür, 1916 yılında beş kitap, 1917 yılında iki kitap, 1918 yılında bir kitap yayınlanıyor savaş ajitasyonu içerikli. Ayrıca bu kitapları yazan şairler iyi paralar alıyorlar, savaş günlerinde rahat bir hayat yaşıyorlar. Bir bakıma bu şairlerin yüksek telifler karşılığında sipariş şiirler yazdığını söyleyerek yurtseverliklerini sorguluyorsunuz. Yine dönemin ulusalcı şairlerinin savaşa bizzat katılmadığı da bir vakıa. Sadece Ahmet Haşim gidiyor cepheye.

Ulus olma duygusu, burjuvazi ile oluşur. İttihat ve Terakki, Ermeni ve Rum sermayesini gasp ederek Türklere devreder ama bu ideoloji yeşerecek ortamı bulamaz. Genelkurmay başkanı Alman olan bir devletin, emperyalizmin emir eri konumuyla ulusçu düşünceyi yukarıdan aşağı oluşturma çabası elbette trajikomik durumlar yaratır. Kitapların sipariş edilmesini Almanlar önerirler. Kitaplar basılır ama bunlar satılmaz. Devlet bunları satın alıp cephede dağıtır. Askerler arasında okur-yazar yok gibidir. Ama bu ‘milliyetçi’ şairler, iyi para kazanırlar. Kitapların her birinde 20 dolayında manzume vardır. Verdiğim örneklerde görüldüğü gibi ulus duygusu imgelemi sınırladığı için çok ilkel manzumeler çıkar ortaya.

Haşim, cepheye gidiyor ama cephe gezisine şairler davet edilirken Haşim çağrılmıyor. Bu yüzden sitem eder: “Savaş olunca askersin, iş isteyince Arapsın!” Sosyalist şairler dışında kalanların hepsi resmî ideolojiye bağlıdır. Farklılaşma ufak ufak Garipçilerde başlıyor. Garipçiler ruhen, fikren ‘demokrat’ olmalarına karşın, geçim yüzünden CHP’den kopamamışlardır. Atatürk şiiri yazan Cahit Sıtkı, Fransa’da bir teneffüs yaşadığı için o muhteşem espriyi patlatmıştır. “Hitler’in bizim faşistlerden nesi fazla?” diye soran kişiye cevabı şudur; ‘H’si!

Ece Ayhan, İkinci Yeni için sürekli ‘sivil’ şairler derken Devlet’ten kopmalarına işaret eder. Edip Cansever dışındakiler, ‘devlet memuru’ olmalarına rağmen resmî ideolojiden önemli denecek bir mesafede kalabilmişlerdir.

Ben, geri çevrilmesine rağmen, nema Ankara’ya taşındığı için, Faruk Nafiz’in daha sonra Anadolu’ya geçtiği kanaatindeyim. Savaştan çıkmış, perperişan bir toplumda bir şiir için Faruk Nafiz’e elli altın değerinde telif ödenmesi çok önemli bir işarettir.

- Şiirimizde yazılan ulusçuluk ve Mustafa Kemal üzerine yazılan şiirlere bakıldığında bunların şiir olma vasfının çok zayıf olduğu görülüyor. Zaten siz de bunları şiir değil manzume olarak niteliyorsunuz. Sanırım, ideolojisi fark etmez, politikanın nesnesi haline gelen bütün şiirlerde benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Bu noktada Türk ulusçuluğu ekseninde biraz politika şiir ilişkisini konuşalım.

Türk ulusçu şiiri, ‘bağımlı’ bir şiirdir. Onun için yaratıcılık sınırlıdır. Yani şairler, ulusçuluğu kendileri seçmemiştir. Fransa’da uzun süre kalan Yahya Kemal, ulusçu düşünceye Fransa’da ermiştir. Kısa süre de olsa sosyalist olmak, onun ufkunu öbürlerine göre daha geniş kılabilmiştir. Oysa sivilleşen şairler, görece daha bağımsızlar devletten. Millî Edebiyat mensupları, Devlet’in politikasını bütün güçleriyle desteklerken Tercüme Bürosu’ndan geçinen Garipçiler, Devlet’in politikasıyla aralarına az mesafe koyabilmişlerdir. Devlet büyükleriyle rakı masasına oturmalarına rağmen yine de polis takibinden kurtulamamışlardır. Faşizm eleştirileri açık değildir, dizeler arasına sıkıştırılmıştır. Rosenberglerin kurtuluşu için dünya ayağa kalkarken 1953’te dahi şairler, Türkiye’de “Telefon” (Oktay Rifat) ve “Anı”yı (Melih Cevdet) yazsalar da niçin yazdıklarını yıllar sonra açıklayabilirler ancak! Şiir ve politika ilişkisini, hazırlamakta olduğum “Sosyalist Gerçekçilikte Üçüncü Kuşak” çalışmamda uzun uzun sergiliyorum.

- Cumhuriyetten sonraki ulusçu şiirlerde Mustafa Kemal'in adeta tanrılaştırıldığını görüyoruz. O kuran, kurtaran, yaratan, yol gösteren, güneş... Çankaya ise 'Kâbe'. Her uluslaşma sürecinde liderler kahramanlaştırılır ancak bu derece insan katından tanrı katına çıkartılan bir lider var mı, bilmiyorum. Yine gerek İttihat ve Terakki gerekse cumhuriyet dönemi ulusçu şiirlerinde ötekini yok etme arzusuyla el ele giden bir nefret söylemi var. Örneğin Arif Nihat Asya “Bayrak”ta "Seni selamlamadan uçan kuşun/yuvasını bozacağım" diyor. Bu nefret söylemi ve öteki uçta tanrılaştırmanın psiko-sosyal nedenleri olmalı.

Mustafa Kemal’in tanrılaştırma sürecinde, dikkat edilmeyen noktalardan biri de DP’nin payıdır. Mustafa Kemal’in koltuğuna geçen İnönü, banknotların üzerindeki Atatürk resimlerinin yerine kendi resimlerini koyar. İnönü’nün Mustafa Kemal gibi ‘ikon’laşmasının önüne geçmek için DP Atatürk’ü yüceltir, ona büyük bir anıt-mezar yapar.

Mustafa Kemal gibi yüceltilenler hep Doğu toplumları liderleridir. Stalin’e ‘güneşimiz’ diye hitap eden yazarların bulunduğu mecliste Nâzım, “Yoldaş Stalin, size güneş diye hitap etmeleri, ilkel toplumlardan kalma bir anlayıştır. Bir komünist için en büyük unvan ‘yoldaş’ olmalıdır” der. Ve Nâzım, Stalin’in huzuruna bir daha çıkamaz, hatta özgür bir birey kişiliğine sahip Nâzım’ı bir kazaya kurban etmek için çaba harcamıştır Stalin. Günümüzde Kuzey Kore’de böyle bir kutsallaştırma vardır. Çin’de Mao böyle kutsallaştırılmıştı. İktidar sahiplerine yazdıkları kasidelerden dolayı Kapıkulu şairlerini aşağılayanlar, unutmasınlar ki bunlardan hiçbiri bir padişaha “Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun/
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi
,”(Edip Ayel) deme cüretini gösterememiştir. Bu yüceltmeye sınır yoktur. Şöyle manzumeler bile yazıldı: “Türk’e bir hayır gelmez, Arap felsefesinden/ Gazi bize bir din ver, Türk’ün öz nefesinden “ derken, bir metafiziği reddederken yerine başka bir metafizik koyar ve Kemalistler buna ‘laik’lik, ‘bilimsellik’ yaftası yapıştırırlar. Mustafa Kemal’in her türlü hatadan ‘münezzeh’ gösterilmesinin sınıfsal bir nedeni var elbette. Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası’nda bunu şöyle açıklıyor:

"Yüceltme, mistifikasyon yaratmak içindir. Böylelikle tarihsel olaylar çarpıtılmak istenir. Tarihsel olayları çarpıtmaktan amaç da, sınıfsal çıkarları gizlemektir. Tarihsel olayların çarpıtılmasında, bir liderin kişiliğinin arkasına gizlenmek ekseri başvurulan bir yoldur. Bir Osmanlı Paşa’sını yarı-ilâh durumuna getirenler, elbette bunu boşuna yapmadılar. Sınıfsal çıkarların bir gereği olarak, Mustafa Kemal’i putlaştırdılar. Aslında Paşa’nın putlaştırılmasının nedeni, başarılan şeylerin büyüklüğünden çok, emekçi kitlelerden gizlenmesi gerekenin öneminden kaynaklanıyordu."

“Onuncu Yıl Marşı”daki “ İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” dizesi, bu yutturmacanın yansıyışıdır.

- Nâzım Hikmet 1939 yılında Kuvayi Milliye Destanı'nın ilk versiyonunu yazıyor. Nâzım, Destan’da daha çok bir halkın kurtuluş mücadelesi minvalinde yaklaşıyor konuya ve sınıfsal vurguları oldukça belirgin. Ancak aynı Nâzım Hikmet'in, dünyanın birçok halkının mücadelesine şiirler yazarken Kürtlere yönelik bir şiir yazmıyor. Bu, özellikle Kürtlerde büyük kırgınlık yaratmış durumda. Binlerce Kürt, Nâzım gibi mahpusta kalmış, birlikte aynı koğuşta yatmış. Türkiye ve dünya gündemini sıkı takip eden bir şairin Kürtlerin trajedisinden haberdar olmaması mümkün değil. Buradan yola çıkarak Nâzım'ı da genel ulusal söylem içinde mi görmeliyiz?

Nâzım, ‘Parti’li bir şair. Parti’sinin politikasına ters düşemez. Partisi ise Komütern’e bağlı. TKP, Komütern’in Türkiye şubesidir. Komütern’de TKP temsilcileri Kemalizmin kendilerini ezdiğinden söz ettiklerinde Stalin tarafından susturulurlar. “Kemalistlere karşı çıkmayın, yoksa karşı tarafa geçerler” gibi sözlerle ‘hizaya getirilirler’. Nâzım, 1939’da Kuvayı Milliye’yi yazmaya başladığında Hitler iktidar olmuştur. Parti, eli mahkûm, İnönü iktidarına sorun çıkarmamaya,’aydın’ları faşist safa yanaşmaktan alıkoymaya çalışmaktadır. Moskova’nın emriyle parti, “separat kararı” (uykuya yatmak) alır. Nâzım, kitabı bu ortamda yazar. Elinde Millî Mücadele’ye ilişkin tek kaynak vardı: Nutuk!

Nâzım’ın partisi Sovyetlerin yönlendirmesiyle Millî Mücadeleyi yanlış okumuş, bu da Türkiye solunun ulusalcılıkla malûl olmasına yol açmıştır.

TKP, Millî Mücadele’nin -özünde Birinci Dünya Savaşı’nda-, el konulan Rum/Ermeni mallarının geri alınmasına karşı bir ‘mütegallibe’ direnişi olduğunu görmemiş ya da görmek istememiştir. Bu nedenle bunu ‘bir halkın direnişi’ olarak görmüş, Rumların el konulan mallarının geri alınma mücadelesi olduğu üzerinde durmamıştır. 1919’da Ayvalık’ta Türkçe konuşan bir kişi yoktur! Ege’de yüz yıldan daha eski bir tapu yoktur bu yüzden.

- TKP ve Nâzım, Kürt isyanlarını feodal ve kökü dışarıda, gerici dinci isyanlar olarak mı görüyor? Böyle görse bile halka yapılan onca zulüm var. Nâzım gibi bir şairin bunun hakkında yazacak iki dizesi olmaz mı? Nitekim ömrünün sonlarında Bedirhan'a yazdığı mektupta Kürtlere haksızlık yapıldığını belirtir Nâzım.

Sovyetlerin ders kitabı olarak okuttukları Yakın Çağlar Tarihi’nde onların Milli Mücadele’ye nasıl baktıkları çok açık. “Ulusal kurtuluş mücadelesinin başına Türk ulusal burjuvazisi geçti” tespitini (C.II, s.202) “Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları üzerinde ulusal burjuva bir devlet bir dizi yasayla, idari ve kültürel reformlarla sağlam bir temele oturtuldu,” diye sürdürür. Şeyh Sait isyanını, öğrenciliğim sırasında tarih kitaplarının yazdığı gibi yorumlar: “Gerici güçler, genç cumhuriyet hükümeti tarafından kararlaştırılan önlemlere karşı çıkmaya çalıştılar. 1925 ilkbaharında, İngilizlerle yakın ilişkisi olan Şeyh Kürt Sait’in el altından hazırladığı gerici oldu.” (s. 206) TKP’nin kulağı Sovyetlerde olduğuna göre...

Bu ‘İngilizlerle yakın ilişki”de olan, yani emperyalizmin maşası (!)‘gerici’ Kürtlere yapılan zulmü Parti’sine rağmen Nâzım’ın savunmasını bekleyemeyiz!

-Fazıl Hüsnü Dağlarca “Malazgirt Ululaması” şiirinde Alparslan'ı Türk olarak niteliyor. Kitapta da belirtiyorsunuz oysa Alparslan'da Türklük bilinci yok. Askerleriyle Farsça konuşuyor. Bu anakronizmin nedendir? Bir kök bulma çabası mı bu? Bununla bağlantılı olarak Türkiye'de şairlerin tarih bilgisi kıt mı?

Dağlarca ve benzerleri olaylara ulus devlet paradigmasıyla bakıyorlar. Alparslan’ın çağında ‘ulus bilinci’ olamaz, olsa olsa aşiret asabiyeti olur. O zamanlar herkes için kimlik, Müslümanlık ile tanımlanır. Müslümanlar arasında ayrım, etnisite üzerinde değil de tarikat ve mezhep üzerinde olur. Orta Asya’dan gelen göçebe Türkler, İran’da yerleşik ve güçlü bir kültüre intisap ettiler. Bu kültürün dilini kullanmaları doğaldır. Bize lisede Tolunoğulları, İhşidler’i Türk Devleti olarak okuttular. Bu anakronizmdir. Bunlar Arapça konuşuyor, Abbasi devlet örgütlenmesini sürdürüyorlardı. Ulus devlet olunamayacağı bir çağda ulus devlet icat etmek tarih çarpıtmasıdır. Sokullu Mehmet Paşa’yı Sırp fatihi göstermek ne kadar çarpıtmaysa, Selçuklu İslâm Devleti’ni ‘Türk Devleti’ olarak göstermek de öyle bir çarpıtmadır.

Türkiye’deki şairlerin ve ‘aydınlar’ın tarih bilgisi, devletin öğrettiği kadardır. Sorun çevrenizdeki öğretmenlere, Çanakkale Muharebesi’nin komutanı olan Liman Von Sanders’in adını çoğu duymamıştır ama orada 38 yarbaydan biri olan Mustafa Kemal adını şıp diye söylerler.

-Kitapta Hasan Ali Yücel'in Kültürel Türk milliyetçisi olduğunu, diğer kimliklerin asimilasyonunu bu kavram altında meşru gördüğünü belirtiyorsunuz. Oğlu Can Yücel ise ülkemizin sosyalist kimliği ile bilinen seçkin şairlerinden biri. “Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” şiirinde ideal bir baba portresi çiziyor. Baba-oğul ilişkileri bakımından bu yüceltmeyi olağan karşılamak gerekir. Ancak sosyalist Can Yücel'in, ulusçu Hasan Ali Yücel ile ideolojik bir hesaplaşma içine girdiğine rastlamadım ben. Ha keza Gülten Akın 13-14 Kasım Gecesi şiirinde Ermeni Virjin'in, Fransız subayı Andre ile dans etmemesini Maraş'ta Türk bayrağının dalgalanmasına bağlayarak Türk düşmanı Ermeni kadın tiplemesi yaratıyor. Gülten Akın sosyalist bir şair. Oğlu 12 Eylül döneminde Mamak'ta mahpus yatıyor. Konu ulusçuluk olunca sosyalist şairler de resmi söylemin içinde mi kaldılar? Sosyalist şairler ulusçu şiirle hesaplaşmış mıdır?

Türk ‘aydın’ı Hasan Âli’yi, ırkçılarla olan mahkemesi dolayısıyla ve Köy Enstitüleri nedeniyle tanır. Çok kişi de TC’nin ırkçıları överek beraat ettirdiğini bilmez! (Çünkü bu gizlenir!) H.Â. Yücel, Dinle Benden’de (İnkılâp Kitabevi, 1960) kendini manzumelerle savunur. Yücel, kendisinin öz be öz Türk olduğunu ama ırkçı olmadığını söyler. Kemalist ideolojiyi dillendirir: “Ya biz Türkler ne idik, nasıl bir ulustuk biz?/ Bize baş eğmişti hep kara toprak, gök, deniz,// Bir göz at sen geçmiş günlerimize;/ Beyler, krallar, çarlar, şahlar gelmişti dize.” Kısacası ırkçılara karşı yumuşatılmış bir ırkçılıkla savunma yapar. Nihal Atsız faşistine karşı Türk ‘ilerici’ler, ‘ehven-i şer’ kabilinden H. Â. Yücel’den yana tavır alırlar! Can Yücel’den, hesaplaşacak o kadar sorun varken, babasıyla hesaplaşmasını beklemek insafsızlık olur.

Gülten Akın da Kırmızı Karanfil’de (1971) sınıf meselesinin farkına varır. Emekçiden yana şiir yazmaya başlamasında oğlunun payı olsa gerek. Ama unutmamak gerekir ki Türkiye’de genellikle ‘sosyalizm’ biat kültürünün dönüşmüş şekliyle, inançla benimsendi. Onun için her darbede karşı mahalleye taşınan oldu. Gülten Akın, sonraki şiirlerinde Kırmızı Karanfil’in öncesine döndü.

- Analitik olmaya çalışıyorum. Sizin kitabınızda yaptığınız eleştirileri, komünist kimliği ile bilinen Can Yücel'den beklemek neden insafsızlık olsun? Önümüzde bir Yağmur Atsız örneği var. Kendisini "inançlı demokrat" olarak tarif ederken babasının ırkçılığını açık bir dille eleştirir. Bunun başka sorunların önceliği ile ilgisi olduğunu sanmıyorum. Daha ideolojik nedenleri olmalı. O nedenle sosyalist şairler ulusçu Türk şiiri ile yüzleşmiş midir, diye sordum.

Türk sosyalistlerinin Kemalizmle, dolayısıyla ulusçulukla hesaplaşmaları, 12 Mart’ta ‘gerçek’ Kemalistlerin kendilerini içeri tıkması üzerine başladı. Bir kısım sosyalist ‘Bunlar gerçek Kemalist’ değil diyerek Yön’ün parlattığı Kemalizmi sürdürürken bir bölümü de Kemalizmi sosyalist terazide tartmaya başladı.

Kemalizmi sosyalist kesimde ilk sorgulayan İbrahim Kaypakkaya’dır. Kaypakkaya’nın ardından sorgulamayı, af yasasıyla dışarı çıkan Birikim dergisinin (1974) yazarları sürdürür. Can Yücel de derginin kurucuları arasındadır.

Can Yücel iki nedenden sorgulamaz ulusçuluğu; “Hayatta En Çok babamı Sevdim” diyen şair, “Hal Çaresi”nde ‘Allah’ı iktidardan düşürüp yerine babasını ikâme eder: "Sen bezmimize geldiğin akşam/ Neler neler olmaz ki bize, bir güzel haller olur/ Hallolur eşek dâvâsı, bütün dâvâlar/ Düşer isfehan, yıldızlar, Bağdat ve Şam/ Kalkar ayağa ayaklar, türkülerle bir halk olur/ Sen bezmimize geldiğin akşam/ Kâinatın padişahı salavatla hal olur"

İlk dize güftesi ve bestesi Hasan Âli’nin olan şarkıdan alıntıdır. Şair, tutumu olan ‘dille oynama’yı ‘hal’ kelimesi üzerinden sürdürmüş. “Kâinatın padişahı”nı hal eden (tahtından indiren) Hasan Âli, şairin gönlündeki tahta oturur. Yağmur Atsız babasına böyle sevdalı olmadığı için onun yanlışlarını görebilir!

İkinci neden, Türkiye sosyalist hareketinin Kemalizmin modernizmini, sınıfsal bağlam dışında ‘ilerici’ diye okumasıdır. Dönemin başbakanının "Türk milletinin ölülere saygısını çok görmemek lazım” sözünün arkasından Hürriyet’teki “Ankara’da dört satılık(!) serseri (!), Hasan Âli Yücel’in mezarını alt üst etmiş” haberinden sonra şunu ekler: “Hani ölülere saygınız vardı, diye soracaksın... Onu bilmeyecek ne var! Hasan Âli Yücel ölü değil bir kere!... SOLCU...”

Türkiye solu, terimleri biraz gelişi güzel kullanıyor: Başını açan, Batılı gibi giyinen, baloya katılan, sömürücü, ırkçı olsa da ‘solcu’ sayılıyor! Bu bakış, grev çadırı nöbetçisi Emine’yi başı örtülü olduğu için ‘gerici’ kategorisine koyar! Altıok’un ‘milliyetçilik’ ilkesini, ‘şapka devrimi’ uğruna görmezlikten geliyor; oysa en sivri oktur ‘milliyetçilik’. 6. Filo Türkiye’ye “abaza tayfalarının matrakukası hatırı için” geldiğinde Can Yücel “N’olur ‘orospu’ denilen sevgili yurttaşlarım, boykot edin Amerikalıyı! Yatmayın Amerikalıyla. Milyon verseler yatmayın!” der. (Düzünden, s.91) Kadının ‘mal’ olmasına karşı çıkacağına şairimiz “yerli ve milli fahişe” istemektedir!

- Bugün de Türkiye'de ciddi bir milliyetçilik ve şovenizm rüzgârı esiyor. İslamcı cenahta kapalı devre de olsa bir şiir yoğunlaşması var ama milliyetçi-ulusalcı kesimden şiir çıkmıyor. Ulusal eğilimleri olan şairler ise ortalama şiir anlayışının dışında yazmıyorlar. Milliyetçi çevrenin neden şiiri yok?

Ulusçu çevrenin imgelemini ideolojileri çok sınırlar. Bayrak kandır, şanlıdır, göklerde dalgalanır, düşmana korku salar... Burada tıkanır! Bu, yaratıcılığı dar bir çembere almaktır. Türk atlıdır, cesurdur, öç alır, kan döker, canını seve seve verir... Burada biter! En son ulusçu şiir, Kore Savaşı dolayısıyla yazılır. Kahraman Türk askeri, Kore’de vatan için kanını dökmektedir!

Günümüzde ulusçu şiir yazılamaz. Çünkü ‘öteki’ Kürtlerdir! Ama devlet politikası gereği, Kürtleri asimile etmek için ancak “Kürt-Türk kardeştir/Ayıran kalleştir”den öteye gidilememektedir. Ulusçular için ‘düşman’ belli ama onun adını vermek Devlet politikasına ters düşer. Onun için eşitlik mücadelesi veren Kürtlerin adı ‘terörist’tir!

Şiirde değilse de sosyal medyada, Nakşibendî Araplar üzerinden Arap düşmanlığı alabildiğine sürmektedir.