Kadir Kaçan / Demokrat Haber

Bir dönem Hrant Dink davasında görev alan, Zirve Yayınevi davasının müdahil avukatı olan, Birleşmiş Milletler Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne Dersim 37-38 katliamı ve devam eden asimilasyon politikalarını 'soykırım' ve 'kültürel soykırım' ile 'insanlığa karşı suç' olarak taşıyan avukat Erdal Doğan ile Ermeni Soykırımı’nın hukuki boyutunu, soykırımla yüzleşmeyi, Kürtlerin soykırıma dair yaklaşımlarını, Ermeni-Kürt ilişkilerinde soykırımla ilgili güncel tartışmaları konuştuk.

Erdal Doğan şöyle diyor:


‘Ermeniler Ruslarla anlaştılar’, ‘onlar da bu kadar insan öldürdü’ gibi, Türkçülerin ürettikleri mazeret politikalarından kaçınmak lazım. 'Kullanılmak' soykırıma ve büyük insanlık suçuna mazeret bulmak, bu mazeret ile suçu hafifletmeye çalışmak anlamına gelmektedir. Suçu hafifletmeye çalışmak hem samimiyete gölge düşürür hem de yüzleşmenin önüne geçer.

Erdal Doğan, 2000 yılından itibaren serbest avukat olarak çalışmakta.

2003-2007 yılları arasında “Humanite” isimli 3 aylık periyotlarla yayınlanan, yoğunlukla insan hakları hukuku ve felsefesi alanında teorik bir yayın yapan dergide yazarlık, editörlük ve yayın kurulu üyeliği yaptı.

Yaklaşık 12 yıldır çeşitli dergi ve günlük gazeteler ile halen Demokrat Haber sitemize gündem ve genel insan hakları alanlarında makaleler yazmakta. Haftada bir de Taraf Gazetesi’nde yazısı yer almakta.

Ermeni Soykırımının yüzüncü yılı yaklaşıyor. Başından başlayacak olursak; Soykırım nedir?

Soykırım ve İngilizce ifadesiyle “Genocide” kavramı Musevi bir hukukçu olan Raphael Lemkin’in 1915’de Osmanlılar tarafından Ermenilere yapılmış olan tehcir, imha ve mallarına el koyma şeklindeki politikalardan çıkardığı hukuki bir tanımdır. Yani Lemkin, fiziki soykırımın ve kültürel soykırımın tanımını 1915’te Osmanlı’da Ermenilere yapılan uygulamalardan çıkarıyor.

Bu tanımlamalardan sonra ne yazık ki Lemkin’in mensup olduğu halk da bu soykırım politikasının en unutulmaz vahşi pratiğini yaşıyor. Çünkü Lemkin Polonyalı bir Musevi ailenin çocuğudur. Lemkin’in 1939-45 yılları arasındaki Almanya’da ve Avrupa’daki milyonlarca Musevi’ye uygulanan vahşete tanık olması, yaşaması onu soykırım politikalarına karşı daha etkili, önleyici ve cezalandırıcı hukuk politikaları ve aygıtlarının oluşumu için çalışmasına itmiştir.

O dönem bu tür politikalar sadece Musevi’lere değil aynı zamanda Romanları da içine alan birçok halka yapıldı. Geçen sene ilk kez Almanya’da Merkel, Roman kurbanları anan Berlin’deki anıtın açılmasında yer aldı. Çok geç de olsa Romanlar da hatırlandı. Musevileri ve Romanları da kapsayan sistematik hedefli imha politikalarından dolayı bir grup Nazi yönetici subayı Nürnberg Mahkemelerinde yargılandı.

Savcılık makamı Lemkin’in tespitlerinden yola çıkarak bu yapılanlara soykırım demedi ama ‘İnsanlığa karşı suç’ kavramı ile sanıkları suçladı ve yargılattı. Bugün o mahkemeden Musevilere yapılanın bir soykırım olduğuna dair bir karar çıkmasa da yapılanın soykırım olduğuna kimsenin şüphesi yok. Başka herhangi bir uluslararası mahkemede de Musevilere yönelik yapılanları soykırım olarak hükme bağlayan karar olmamasına rağmen, yapılanın soykırım olduğundan kimsenin ne şüphesi var ne de böyle bir tartışmaya girerler. 

Ama birçok ülkede Musevi soykırımına ilişkin alınan mahkeme kararları var. Avrupa’da birçok ülkede soykırımı tanımanın ötesinde parlamentolardan alınan Musevilere uygulanan soykırımın inkârını haklı olarak suç kabul eden karar ve yasalar var.

Peki, ‘soykırım tanımı’ nedir? Bir parlamentoda ‘Soykırımın inkârının suç olması’ kararı ne anlama geliyor?

Lemkin’in soykırım ile ilgili tespitleri daha da sadeleştirilerek 9 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda soykırım suçunun önlenmesine ve cezalandırılmasına dair 13 maddelik bir sözleşme kabul edilmiş ve 12 Ocak 1951 yılında yürürlüğe konmuştur. Bu sözleşmeyi Türkiye 1950 yılında onaylayarak taraf olmuştur. Türkiye ilk taraf ülkelerdendir. Birleşmiş Milletlere üye ezici bir çoğunluk bu sözleşemeye taraftır.

Sözleşmenin ikinci maddesinde soykırım 5 madde olarak tanımlanır. Bunlardan herhangi birinin gerçekleşmesinin soykırımı oluşturacağı hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde tanımlanmıştır.

Sözleşme metninin 1. maddesinde, Sözleşmeci Devletler, ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlensin, önlemeyi ve cezalandırmayı taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğunu teyit eder.

Sözleşmenin giriş kısmı aynen şöyledir: “Sözleşmeci Taraflar, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 11 Aralık 1946 tarihli ve 96(I) sayılı kararında soykırımın, Birleşmiş Milletlerin ruhuna ve amaçlarına aykırı olan ve uygar dünya tarafından lanetlenen, uluslararası hukuka göre bir suç olarak beyan edilmesini dikkate alarak, tarihin her döneminde soykırımın insanlık için büyük kayıplar meydana getirdiğini kabul ederek, insanlığı bu tür bir iğrenç musibetten kurtarmak için uluslararası işbirliğinin gerekli olduğuna kanaat getirerek aşağıdaki hükümlerde anlaşmışlardır.

Sözleşmeci Devletler, ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlensin, önlemeyi ve cezalandırmayı taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğunu teyit eder.” deyip 2. maddesinde de:

Ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunun oluştuğunu üye yani taraf devletlerin teyit ettiğini hükme bağlamıştır. Bunları da şöyle sıralamıştır:

a) Gruba mensup olanların öldürülmesini;

b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesini;

c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesini;

d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler alınmasını;

e) Gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakledilmesinden herhangi birinin gerçekleşmesi halinde soykırım suçunu oluşturacağını;

3. maddesinde de hangi eylemlerin cezalandırılacağını saymıştır:

Soykırımda bulunmak; Soykırımda bulunulması için işbirliği yapmak; Soykırımda bulunulmasını doğrudan ve aleni surette kışkırtmak; Soykırımda bulunmaya teşebbüs etmek; Soykırıma iştirak etmek olarak beş beş grupta kategorize etmiştir.

5. maddesinde de sözleşmeye taraf devletlerin, bu sözleşmenin hükümlerine etkinlik kazandırmak ve özellikle soykırımdan veya üçüncü maddede belirtilen fiillerden suçlu bulunan kimselere etkili cezalar verilmesini sağlamak için, kendi Anayasalarında öngörülen usule uygun olarak gerekli mevzuatı çıkarmayı taahhüt edeceklerini hükme bağlamıştır.

Bu hükümlülüklerin amacı ne ve neden önemli?

Bu hüküm mesela Ermeni soykırımını parlamentolarında tanıyan devletlere ayrıca bu soykırımın inkarının, yok sayılmasının da cezalandırılması gibi yasal adımların atılmasını içerir.

“İNKAR ŞİDDETİN SÜRDÜRÜLMESİDİR”

Musevi soykırımında yapıldığı gibi Ermeni soykırımında da yapılması gereken budur. İnkar, kurbanların yakınlarının yaşadığı acıyı, travmayı sürdürerek, şiddetin manevi ve maddi bedende sürdürülmesidir. Haliyle bu inkar, mağdurların yaslarını tutmasının engellenmesi ile sonuçlandığı gibi diğer mağduriyetlerinin de giderilmemesi demektir.

Soykırımlara dair inkarın suç sayılması ve bunun idari ya da cezai yaptırımlara bağlanması Türkiye’de çok sıkça dillendirildiği üzere bir düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamına girmemektedir. Ülkeler bu tür engelleyici yaptırımları almakla mükelleftir. Parlamentolar bu şekliyle yine söylendiğinin aksine tarih yapmıyorlar aksine yükümlülüklerini yerine getiriyorlar.

1998 Tarihli Roma Statüsü ile de Birleşmiş Milletler yarım asır boyunca oluşturmak istedikleri uluslararası ceza mahkemesi ile yargılama konusu yaptığı suçlara az önceki soykırım suçuna ek olarak 7. maddesinde İnsanlığa Karşı Suç kategorisinde, daha fazla eylemi yargılanacak suç kategorisinde saydı. Onunla yetinmedi savaş esnasında işlenen bazı suç sayılan eylemleri bu kapsamda statüsünde yer verdi. Yani bu konudaki hassasiyetler, önlemler ve yaptırımlar insanlık ailesi adına giderek gelişmekte.

Çünkü sözleşmeyi imzalayan taraflar suçun önlenmesiyle ilgili önlemler almakla yükümlüdür. Mesela tarihteki acı bir olayla ilgili tanıma da bir yükümlülüktür aynı şekilde tanımakla yetinmeyerek önlemek için de çaba sarf etmekle de yükümlüdür.

Nedir bu çaba?

Az önce belirttiğim gibi önce tanıma sonra da soykırımın inkârının önlenmesi için çaba sarf etmek. Ki kendi devletinin sorumluluğu varsa kurbanlarının her türlü zararını karşılamakla yükümlüdür. İnkarını da suç kabul eder ve resmi tarihinde buna yer verir. Bir daha olmaması için yeni kuşaklara bu utancı tüm yönleri ile anlatmaya, kınamaya çalışır.

Diğer ülkeler ise bunu insanlık ailesinin yaşadığı bir trajedi olarak önce tanır sonra da soykırım inkârını cezalandırma yoluna gider. Bunu hapis cezası ile düzenleyebileceği gibi para cezası ile ya da herhangi bir idari ceza veya etiksel bir kınama şeklinde de gerçekleştirecek mekanizmalar oluşturmakla mükelleftir.

Daha somut bir örnek verir misiniz?

Mesela bir üniversitede bunun inkârını savunan bir kürsünün bu konuyla ilgili üniversiteler arası kurulca uyarılması bir örnek olabilir. Yani ille bir hapis cezası olması gerekmiyor bu hususta.

İnkâr neden bu kadar önemli bir yaptırıma bağlanıyor?

Şu nedenden dolayı, az önce dediğim gibi yaşanan olay en iğrenç ve utanç duyulacak bir insanlık suçudur. Böyle bir acının travması uzun yıllar kuşaktan kuşağa da aktarılıyor. O olaydan sağ kurtulabilenlerin, kurtulmasa bile başka bir topluluğun üyeleri, soykırıma uğrayan üyeleri dünya ailesinin ortak üyesi olarak bu acıyı yaşar ve öyle tanımlar.

Birleşmiş Milletlere üye herhangi bir medeni ülkenin halkı Musevi ve ya Ermeni değildir ama onun acısını hisseder, yaşar hatta benzerinin başına gelmemesi için de insanlık tarihi içinde onunla her türlü yüzleşilmesi için çaba sarf eder. Çünkü bu aşağılayıcı vahşet bir nevi ona da yapılmıştır. Toplu olarak yok edilmeyi veya sürgün edilmeyi içinde hisseder. Dünya halklar ailesinin bir parçası olmaktan kaynaklanır bu. Ve bu acıyla birlikte başka bir ailenin, başka bir grubun başına gelmemesinin empatisini de yaşar.

Soykırımın inkârı, tarihte böyle bir şey olmadığının inkârı yalnızca o grubun üyesini değil başka grubun üyelerini de incitir. İnsani bir nedenden dolayı ve aynı zamanda diğer insan gruplarının da hayati fonksiyonlarını sürdürebilmesi, canlı olarak fiziki, kültürel tüm yaşamsal fonksiyonları için de, bu suçun önlenmesi açısından, önleyici olması bakımdan da bu tür yaptırımlar önemlidir. İlle cezalandırma olması gerekmiyor bu durumun.

Soykırım kabulünde son durum nedir? Diğer dünya devletlerinin bakışı nasıl? Geçmişe oranla ilerleme var mı?

Şimdi bu konuda dünyada ciddi bir ilerleme sağlandı. Musevi soykırımından sonra Romanların da başına gelen soykırım kabul edildi. İkinci Dünya Savaşının sonrasında tüm dünya devletlerinde insan hakları konusunda bir ilerleme ve hassasiyet oluşmaya başladı. Bu hassasiyetlerin oluşmasında Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin oluşturulması süreci önemli rol oynadı.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yapılması da ayrıca önemlidir. Avrupa insan hakları sözleşmesinin amacı 2. Dünya savaşının içinde yaşanan felaketlerin bir daha yaşanmamasıdır. Sözleşmenin ve mahkemenin kurulmasının nedeni ortak insani ve demokratik değerler oluşturmaktı. Aynı zamanda da bu amaçla ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ olarak çok tanıdık ve bildiğimiz mahkeme kuruldu.

Yani Avrupa kıtasında böyle bir sözleşmenin ve mahkemenin kurulması geçen yüzyıl ortasında yaşanmış bu soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçtan dolayıdır. Türkiye de 1987’de bu mahkemeye bireysel başvuru yetkisi verdi. 1950’lerden beri Türkiye Avrupa Konseyi üyesidir. 87’den beri de Strasburg’taki mahkemeye Türkiye’den bireysel davalar açılır.

Ve Avrupa’da özellikle Almanya’da o dönemle yüzleşme çok ciddi bir çalışma alanıdır. Çocuk eğitiminden üniversiteye kadar eğitimin her alanında, medyada bu utançla yüzleşilmeye çalışıldı ve devam ediyor halen.

Unutulmaması için sokaklarda Musevilerin alınıp götürüldüğü evlerinin önüne yürürken ayağınızın değeceği şekilde parke taşlara pirinçten bir levhaya o evde bir dönem kimlerin yaşadığı yazılır ve o utancın hatırlanması ve anılması sağlanır.

Veya ev yıkılmışsa ya yan apartmanın duvarına ya da evin bulunduğu yere bir panoya bu hatırlatma yapılır. Bunlarla değil tabi tek, soykırım müzeleri ya da hissedişi güçlü anıtlarla sürekli hafızayı taze tutmak, ırkçılığı ve ayrımcılığı önlemek ve mağdurları anmak için büyük bir çaba sarf ediliyor.

Hafızayı diri tutmaktan bahsettiniz mesela başka neler yapılabilir?

Türkiye’de de Ermenilere ve diğer Hıristiyan halklara yapılanlar filimler, belgeseller ya da daha fazla edebi eserlerle gündemde tutarak ya da hatırlatarak geçmişte yaşanan ve halen devam eden olaylar insani, siyasi, kültürel ve sosyolojik izler işlenebilir.

Soykırımla yüzleşmek için çekincesiz ve korkusuzca daha somut, inandırıcı ve samimi adımlar atılabilir. Mesela o dönemdeki insanların anısına yapılan anıtlar, özür kampanyaları veya bu konuyla ilgili alınan gasp edilmiş malların ayni ya da nakdi karşılıkları iade edilebilir.

1960’larda yine usulsüzce vatandaşlıktan çıkarılmış Osmanlı Ermenileri vatandaşlığa tekrar geri alınabilir.

Emlakı Metruke yasası ile oluşturulan komisyonların tuttukları defterlerin kayıtları bir an önce açıklanmalı, tapu ve nüfus kayıtlarının ulaşılabilir olması için her türlü imkan sağlanmalı. O dönemlerde insanları dini, etnik ve en önemlisi de ekonomik vaatlerle soykırıma motive etmiş oldukları hepimizin malumu.

Yani o dönemlerde insanların soykırıma çok büyük bir paydada buluşarak katılmasının en önemli bir sebebi de Ermenilerin mallarıydı. Yani sadece etnik, sosyal bir itekleyici güç değil büyük oranda da ekonomik bir gasptır soykırımın yapılmasındaki amaç. Yüzleşme soykırım mağdurlarına, mağdurların çocuklarına, torunlarına veya ailesinden herhangi bir kişiye verilecek tazminatlarda bunun içerisinde yer alır.

Ve soykırım konusunda sol fikirlisinden, sağ fikirlisine, Hıristiyanı’ndan Müslüman’ına hassasiyetler oluşturularak ciddi bir sorgulamalar yapılmalı.

Bu sorgulamanın genel amacı nedir?

Bu sorgulamalarda amaç biraz önce dediğimiz gibi kurbanların anısını öncelikle vicdanlarda yaşayarak onlara insani borcumuzu yerine getirmek ve biraz uhrevi olacak ama dindar olmayanların bile eminim ki çok önemli buldukları husus olan kurbanların ruhlarını rahatlatmak için. Bu somut adım aynı zamanda cumhuriyet döneminde yaşanan Zilan, Dersim gibi diğer soykırım ve insanlık suçlarıyla da esaslı biçimde yüzleşilmesi için bir ön açıcı eşik veya anahtar diyebiliriz. Vicdanlarda ve akılda kalmasını sağlamak ve bu suça benzerlerin tekrarının da önüne geçmektir. Bu ülkede sağ olarak yaşamını sürdüren her etnik grup üyesinin mutlaka sorumluluk duyması gerektiği bir hattır 24 Nisan 1915 dönemi, öncesi ve sonrası ile birlikte tabi.

Pratik bir örnek verebilir misiz?

Almanya da hiçbir zaman şu söylenmez, söylenmemiştir de: “İkinci Dünya Savaşında Museviler öldü, Romanlar öldü ama karşılığında da iki buçuk milyon da Alman askeri öldü”.

Bu gerçektir gerçek bir rakamdır. Yani iki buçuk milyon Alman’ın öldürüldüğü gerçeği, yapılan soykırım suçunu hiçbir şekilde hafifletmediği gibi karşı argüman olarak ileri sürülemez, utanılır ve ayıplanır. Ama dediğiniz gibi Türkiye’de ise utanmasalar tarihteki her tarihi hatadaki sorumluluğu Ermenilere yükleme yapıldığı gibi bugünkü enflasyonu, faizdeki artışı, kurların yükselmesinin sorumluluğunu bile Ermenilere çıkaracak birçok sorunlu bir zihniyet dünyası var.

“KULLANILMAK SOYKIRIMA MAZERET BULMAKTIR”

Peki Ermeni soykırımında bazı halklar örneğin Kürtler kullanıldıklarını söylüyorlar. Bu söylem için ne düşünüyorsunuz?

Kullanılmak şu anlama gelir; yapılan büyük soykırıma ve büyük insanlık suçuna mazeret bulmak. Bu mazeret ile suçu hafifletmeye çalışmak anlamına gelmektedir. Suçu hafifletmeye çalışmak hem samimiyete gölge düşürür hem de yüzleşmenin önüne geçer. Az önce bahsini ettiğim soykırım sözleşmesinin 3. maddesinin failler bölümünün nasıl geniş tutulduğunu gördünüz. Pozitif ceza hukukundan daha geniş bir faillik sorumluluğu tanımlanmıştır bu maddede.

Bu 3. maddedeki kapsama girmeseniz dahi manevi olarak ise sorumluluğun yükü daha fazladır. Çünkü yüzleşme doğrudan olur. Herhangi bir takıntı, virgül ve ‘ama’nın arkasına saklanmakla olmaz. Mazeret üretmek veya başka resmi tarihler örmekle olmaz.

“BİNLERCE YILLIK KADİM BİR HALK, İNSANLIK SUÇLARIYLA KAZINDI”

Mesela Türkiye de 4.000 yıl veya daha fazla geçmişi tarihi olan halklar vardı. Mesela Ermeniler, Keldaniler ve Rumlar vardı ama şimdi bu halkların büyük bir kısmı bu coğrafyadan silindi. Bir halk özellikle 1890’lardan başlayan bir politikayla 1923’e kadar devam eden bir süreç içerisinde imha ve yok edildi. Bu politikanın en büyük aşamalarını biliyorsunuz ilki 1896’da 2. Abdülhamit ile başlayan soykırım süreci, ikincisi sonraki aşamaysa 1915 yani 24 Nisan’la başlayan soykırım süreci. Bu ikinci aşamada daha kitlesel olarak insanların yollarda toplu olarak katledilmesi, yerlerinden yurdundan alınıp başka yerlere götürülmesi ve o götürüldüğü yerlerde aç susuz ya öldürülmeye devam edilmesi ya da doğrudan evlerinde öldürülmesi. Her türden vahşetin yaşatılması. Sonuç olarak binlerce yıllık kadim bir halk, halklar bu topraklardan unutulmayacak insanlık suçlarıyla kazındı.

Peki bu bahsettiğimiz politikaların soykırım sayılması yönündeki gerekçeleriniz neler?

Soykırım yalnızca sistematik olarak ve sayılarla yok etme olgusu taşımıyor. Mesela az önceki yasal tanıma göre veya uluslararası tanıma göre bir toplum, bir topluluğu veya bir grubu bir yerden başka bir yere pamuklar içinde dahi götürse, çok özenerek götürüp o yerleşim yerlerine yerleştirse dahi, o halkı alıp başka yere götürdüğünüz ve onlara artık burada yaşayacaksın dediğiniz an o soykırımdır.

Çünkü binlerce yıldır yaşadığı topraklardan koparıp insanı başka bir yere götürmek, tehcir etmenin kendisi bile başlı başına soykırımdır, yani bir kişinin bile burnu kanamadan bu tehcir, sürülme gerçekleşse dahi hukuksal tanımı soykırımdır. Bunun şu anlamı var; insanların doğduğu yerlerden, toprağından edilmesi çok ciddi bir şekilde insanlık suçudur.

Anadolu’nun en eski otokton halklarından olan Ermenilere, Keldanilere, Ezidilere, Süryanilere, Asurilere, Pontuslulara bu sürülme her türlü vahşet yaşatılarak yapıldı. Sözleşmenin sayılan tüm tanımlarını içeriyor.

Sözleşme tanımı Ermenilere yapılanlar üzerinden tanımlanarak yapılmıştır. Hatta Lemkin bu tanımlamayı daha geniş tutmuştur ama BM’de kabul edilen bu 5 unsur olmuştur.

1948’deki sözleşme 1951’de yürürlüğe girmekle da kalmıyor, o dönemden itibaren uluslararası bir mahkeme kurulma çabası 1998’de Roma statüsü ile nihayetlendi. Bu uluslararası mahkemenin amacı, soykırım yapan devletlere veya bu gibi girişim yapan gruplara anında müdahale etmesidir. İnsanlık suçunu yapan devletleri ve grupları yargılaması ve derdest etmesi açısından önemli bir rol verilmiştir kendisine. Bu ceza mahkemesinin hukuki statüsü de Roma statüsü oldu.

Şimdi 1998’den beri Türkiye Roma statüsünü tanıma konusunda bir direnç gösteriyor. Direnç göstermesinin nedenlerinden birisi de hala Türkiye’deki var olan politik nedenlerden kaynaklanıyor. Kürtlerin veya diğer etnik ve inançsal yapıdaki grupların kimliklerinin vatandaşlık düzeyinde tanınmamış olması. Bu konuyla ilgili çatışmalarda normal hukuki sınırları aşarak, çatışma noktalarına varmış olmalarıdır.

Mesela Roboski, insanlığa karşı bir suçtur. Roboski olduğu zaman Türkiye Roma Statüsüne taraf ve haliyle Uluslararası Ceaz Mahkemesi (UCM)’nin yargılama yetkisini tanımış olsaydı o mahkemelerde yargılanacaktı.

Kimler, Genelkurmay başkanından, hava kuvvetleri komutanına, bombalayan pilotlardan siyasetten sorumlu başbakanına kadar o mahkemelerde sanık sıfatıyla yargılanacaktı. Bu sözleşmeyle ilgili Türkiye kendi iç hukukunda düzenlemelere, 2004 yılında Türk Ceza kanununda 76 ve 77. Maddelerinde yeni değişikliklere gitti. İnsanlığa karşı suç ve soykırıma ceza maddelerine yer verdi.

Ama bu konuyla ilgili 2008 yılında tam da taraf olmaya niyetlenirken genelkurmay ve savunma bakanlığı başbakan ve kabinesini uyardı. Açıkça dediler ki; üye olursanız bizim operasyonlar ve askeri hareket alanımız daralır. Türkiye o dönemden itibaren taraf olmama konusunda bir direnç gösteriyor.

Bununla ilgili Türkiye’de insan hakları kurumları uluslararası ceza mahkemesine taraf olmak için bir koalisyon grubu oluşturdular ve uluslararası koalisyon grubu ile birlikte bu statüye taraf olmayan devletleri taraf olmaya çabalayan değerli bir çaba veriyorlar.

Hukuksal durum bu, yani insanlığa karşı suçlar ve soykırım konusuyla ilgili medeni olmaya çalışan, ama buradaki medeniyet kriterleri bildiğimiz o emperyal nedenlerin dinamizmi olan modernist medeniyet kültürü değil, doğayı ve insanı merkeze alan medeniyet unsurları taşıyan gruplar olabildiğince bu konuyla ilgili eğitimden hukuka, siyasetten medyasına kadar olabildiğince hassaslar ve derinleşmekteler.

Bu konuda oluşan insancıl hukuk ve kültür herhangi bir kişinin acısı üzerinden yola çıkarak, onu küçümsemeyi, onun yaşadıklarının inkârını çok ciddi yaptırımlara bağlamaktalar. Etik değerler açısından sorgulanıyor ve yaptırımlara bağlanıyor.

Türkiye’de ise bunlarla ilgili hangi kesimden olursa olsun konuşulurken dehşet verici bir rahatlık var. Hassasiyetlere eğilmeden, akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler dillerine gelen ne varsa konuşabiliyorlar. 1915’i bırakın 1937 ve 1938’deki Dersim’i bile konuşurlarken çok rahatlıkla dile gelen her şey konuşuluyor ve soykırıma çeşitli bahaneler ve gerekçeler uydurulabiliniyor veya ileri sürebiliyorlar, ki o dönemin halen yaşayan ilk mağdur kuşağı varken bu yapılıyor.

Böyle bir küçümseme, yok sayma o mağdur insan üzerinde travma üzerine travmalar oluşturabilmektedir. Dünyada yaşayan tüm Ermeniler ilk elden bu soykırımın kurbanları ve mağdurlarıdır. İnkâr edildikçe travmanın sürekli yaşanmasını, devamını sağlıyor ve kapanmayan yaraları daha da kapanmaz hale getirebilmekte. Yani toplumsal barış ve huzurun ve bir arada yaşamanın önüne geçen hususlardır. İnkâr ettikçe veya mazeretler koydukça bu travmayı yaşatıyorsunuz.

Ermeniler de içlerine kapanıklar ve hala o travmayı yaşıyorlar diyebilir miyiz?

Türkiye’de sadece Ermeniler dertli değil. Başka halklar ve inanışlar da dertli ve içe kapanıklardır. Örneğin; Aleviler, Dersimliler, Kürtler de uzun bir zaman kendi içlerine kapanıktılar ve kendilerini anlamak istemeyenlere, kendi kimliklerini yok edenlere, kendilerini yok sayanlara veya kendilerini küçümseyen, aşağılayanlara karşı haklı nedenlerle diğer gruplar ve otoriteler karşısında kendi içlerine çekildiler.

Kendi dertleriyle, kendileri çaba harcayarak bir anlamda kendi iç dünyaları kendi topluluklarını oluşturdular. Yakın zamana kadar Kürtler de böyleydi, Aleviler de böyleydi. Şimdi yeni yeni açılmalar başladı. Artık Aleviler “Aleviyim” demeye başladı. Kürtler de siyasal mücadelenin sonucunda her yerde rahatlıkla ben “Kürdüm” diyebiliyor ve müziğinden, ismine kadar büyük bir özgüvenle bunu yaşıyorlar. Ama 1915’den geriye kalan ve nüfusları yok olmuş ve sembolik bir duruma gelmiş Ermeni halkı, diğer küçük gruplar ve halklar açısından bu durum hala çok rahatlıkla konuşulamıyor. Bu konuyla ilgili travmayı halen çok şiddetli biçimde yaşadıklarını söyleyebiliriz Türkiye’de.

İsterseniz güncel tartışmalara gelelim. Bugün Ermeni soykırımı birçok alanda tartışılmaya başlandı. AK Parti bu tartışmaların neresinde, AK Parti’nin tutumu için ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de mevcut statükocu parti politikalarının içerisinde inkâr politikası hep var. Bu inkâr konusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti de soykırım politikasıyla ilgili Türkiye halklarını çok ciddi bir şekilde yanılttı. Yani bu politikayla yüzleşmek her bakımdan yüzleşmeyi gerektirdiği için kurumsal sorumluluğu üzerinden atabilmek için ulus devlet de kendisini daha yüceltebilmek için ciddi bir inkâr hattı oluşturdu.

Bununla ilgili olarak devlet sürekli bir inkar komisyonunu içinde kurgulayarak, yaşattı ve toplumun ve her kurumdaki herkesime bu inkar ideolijisini yaymak için bütçe ve kadro oluşturdu. İnkârın karşısındakileri emperyal yayılmacı ve işgal oyunlarının bir uzantısı olarak gösterdi ve ulusal güvenlik mazeretleri koydu. Ve her siyasal temsilci bu kültürel atmosferden öyle veya böyle payını almıştır.

“KENDİ YAPTIKLARINI NORMALLEŞTİRİP KURBANI DÜŞMANLAŞTIRDILAR”

Çok uzağa gitmeyelim çok yakın zamandaki Roboski’de katledilen vatandaşına “Kaçakçı” denildi. “Onların suçu yok mu dendi” ya da “yardım yataklık yapanlar” denildi. Bakın ilk söylem buydu. Bu söylemler geliştirilerek, kendi yaptıklarını normalleştirip kurbanı düşmanlaştırdılar.

Bu düşmanlaştırma hali Ermenilerle başlatıldı ki bundan ayrımsız olarak tüm Türkiye toplumunu etkilenmiştir. Türkü, Kürdü, Lazı, Alevisi bu düşmanlaştırma projesinden etkilenerek o ideolojik hat içerisinde Ermeni meselesiyle ilgili yüzleşme ve tarihi doğru okuma konusuyla ilgili bilgiye erişme konusunda hep bir sakatlık yaşamıştı. Bu sakatlık son 3-5 yıl içerisinde biraz çözülüyor. Ben bu çözülmeyi tüm kesimlerde görüyorum.

Ama hükümetler hala bu kurdukları bu yüzyıllık yalanı yıkmak tarihteki rolünü oynamak konusunda halen cesaret sahibi değil. Ak Parti evet, bu konuyla ilgili bir tartışmayı bazı noktalarda başlatsa da mesela Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun en son Yeravan ziyaretinde sarf ettiği sözler çekingen de olsa önemli ama halen gerektiği kapsam ve içeriğe sahip olmamakla fazlasıyla eksik.

Peki halkın 1915 ile yüzleşmesi, özellikle İslamcı cenahın yüzleşmesi ne anlama geliyor?

Bence tabandan yani halktan gelecek açık bir yüzleşme hareketinin çok etkili olabileceğini düşünüyorum. Çünkü biliyorsunuz ki, soykırıma damgasını vuran ideoloji ulus devlet yaratma projeleri, ulusları arıtma, insanları tekleştirme politikası, Türkçük politikalarıydı. Planlamacılar bir tetikçi ideoloji olarak İslam dinini kullandı. İslam dini bir motivasyon aracı olarak kullanıldı. Burada İslamlaştırmaktan öte önce Türkleştirme, Türk devleti kurma politikaları vardı. İttihatçıların kafasındaki yapı buydu. Bu yapı cumhuriyet ilan edildikten sonra da devam etti. Bunu Zilan katliamında, Ağrı’da ve Koçgiri’de de görebildiğimiz gibi, Dersim’de de ve son dönemde olağanüstü hal 1980 sonrasındaki bütün Kürt bölgelerinde çok açık ve somut olarak görüyoruz. Ve bu konuyla ilgili Müslüman nüfusun çok yoğun olduğunu düşünürsek Müslümanların Türkçülük ideolojisinden arınması, ayrılması ve bu geçmişte yapılanlar konusuyla ilgili ya da planlarla ilgili yüzleşmede ittihatçılardan kopması çok büyük bir kaldıraç olacaktır.

Peki Alevilerin Ermeni soykırımı ile yüzleşmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Aleviler bilindiği üzere yüzyıllardır benzer soykırımların mağduru bir kesim. Bu ortak kader geçmişi ile Kemalizmden kopuşu sağlayan kesiminde 1915 ile yüzleşmede çok ciddi bir direnç görünmüyor.

Zaten onlar devlet idari hukukunda ve yaşamında fazlasıyla ötekiler. Ama Müslüman Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler yani diğer Müslüman kesimlerin Türkçü politikadan ayrılıp da Müslüman kimlikleri üzerinden bununla yüzleştikleri noktada çok ciddi şekilde bu yüzleşmeyi devlete de yaptırabilme etkileri çok yüksek.

“KÜRTLERİN YÜZLEŞMESİ DEVLETİN SOYKIRIMA YAKLAŞIMINI ETKİLER”

Özellikle bence 1915’te sorumluluk sahiplerinden Kürtlerin yüzleşmesi devletin bu soykırıma yaklaşımını etkiler. Ve bu konuyla ilgili Türkçü ideolojik idarenin kendi inşa ettiği inkar politikasının anlamsızlaşması tehlikesini gördüğü noktada sorumluluğu tümden Kürtlere yıkma şark kurnazlığı ve tehdidine sarıldığını görmekteyiz.

Bence bu konuyla ilgili Kürtler bu tehditlere aldırış etmeden tarihsel tüm sorumluluğu ile dolaysız biçimde soykırımla yüzleşerek bu yüzleşmenin daha derinleşmesine katkı sağlayacaklar ve sonuç olarak devlet idaresinin sorumluluk almasında çok önemli bir rol oynayacaklar.

“MAZERET POLİTİKALARINDAN KAÇINMAK LAZIM”

Yani her alanda Kemalizm ve İttihatçılık’tan kopmakla mümkün olur bu durum. Bu kopuşun da 19. ve 20. yüzyıllarda neler olduğuna dair olanı biteni verili resmi tarihten tamamen tersine bir okumakla mümkün olabilecektir.1915’te yaşanılan olaylara gerekçe bulmaya çalışmak yüzleşmenin önünü keser. Mesela sıkça söylenilen bir gerekçe var; ‘Ermeniler Ruslarla anlaştılar’ veya başka bir savunma gerekçesi ise ‘onlar da bu kadar insan öldürdü’ gibi, Türkçülerin ürettikleri mazeret politikalarından kaçınmak lazım. Ayrıca bu Türkçülük politikalarını üretenlerin Türk olmadıklarını görüyoruz.

Benim yaptığım tarih okumalarında Ermeni soykırımını Kürdistan’da yapanlar, İttihatçılar, Eşraf, Mirler ve şeyhler olduğunu görüyoruz. En alt kademe olarak tetikçiler var. Halk ise soykırımda gerçekten kandırıldıklarını düşünüyor. Bu konu üzerine düşünceniz ne?

Biraz önce yüzleşmek dedik ya, yüzleşme konusuyla ilgili edilgen söylemler veya mazeret üretilmesi bu gibi trajedi olaylarında yüzleşmeyi önleyen barikatlardır. Elbette ki sorumluluk paylarında büyük rol sahiplerini, ki bunlar bir anlamda o tarihte ve bölgede kurumsal bir işlev de görüyorlar, bunları da belirtmek doğrudur. Ama tüm bu sorumluluk paylarına rağmen bu durum tetikçinin masumiyetini sağlayamıyor.

Soykırım projesini üreten, hayata geçiren daha doğrusu bu konuyla ilgili bir mekanizmayı kuran ittihatçı kadrodur. Bu ittihatçı kadro merkezi İstanbul olan bir yapılanmadır. Teşkilat-ı Mahsusa’da bütün kesimlerden Kürtler de dâhil olmak üzere insanlar vardı. 1896’da Hamidiye alaylarından kaynaklı kitlesel, aşiret düzeyindeki katılımlar vardı. İttihat Terakki’nin sorumluluk alanı çok genişti. Sorumluluk alanının geniş olması soykırım hukukunda diğer kesimlerin sorumluluklarını ortadan kaldırmıyor.

Söylem olarak ‘kullanılmak’ kelimesini kullanmak, yüzleşmenin önünde edilgenlik yaratır ve önünü kesen bir husus olur. Ve bu konuda yüzleşmenin asıl kurumsal olarak sorumluluğu devlete aittir. Yani birçok zararın giderilmesi ve yüzleşmede her tür mekanizmanın çalıştırılması gibi. Bu konuyla ilgili Kürtler sanırım en çok zararlarla ilgili böyle korkuları ve kaygıları var. Gelip tekrar topraklarımızı mı alacaklar gibi korkuları ve kaygılar var.

Birinci dereceden kurumsal sorumluluğun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde olduğu unutuluyor.

Tarihsel açıdan şimdi Anadolu, etnik yapılar topluluğunun yaşadığı yakındoğu veya Anatolia veya daha eski tarihsel bir şekilde söylersek yukarı Mezopotamya topraklarında Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Rumların ve Kürtlerin yaşadığı topraklarda yeniden bir yaşam oluşturmak çok zor bir şey değil. Demokratik bir konfederasyon şeklinde yapabilmek, özerk yapılar oluşturabilmek çok mümkündür. Yani bu konuyla ilgili korku ve kaygıların olmaması gerektiğini düşünüyorum. Daha billur bir şekilde geçmişe bakmak lazım, hem de geleceği öyle örmek lazım. Korku insanın yüzleşmesini de engelleyen bir şey, biraz önce dediğim gibi geçmişten arınmanın tek bir yolu kendine öğretilen birçok ideolojik yapıdan, formatlardan kurtulmakla mümkün olabilir. Yoksa beraber yaşamak için zararların giderilmesiyle ilgili konular çok önemli de olsa tali meseleler.

Kürt Hareketinin Demokratik Özerklik projesi için ne düşünüyorsunuz? Bu fikirle sizce beraber yaşama ve geçmişle yüzleşme olanağı sağlanır mı? 

Ee tabi yalnızca Kürtlerin değil, Türklerin de bir arada bunu yapması lazım. Çünkü İstanbul’da da Kürt var, Ermeni var, Süryani var. Bu nedenden dolayı yalnızca bir bölgenin değil, Türkiye’nin demokratik bir geçişiyle yani hakların var olduğu gerçeği üzerinden bir geçişle mümkündür.

Doğrudan demokrasi ilkeleri de çalışırsa tabi. Tek ırk veya tek din ideolojisinden ayrılarak, tüm ırkların ve dinlerin bir arada yaşadığı bir konfederasyon tarzı yapıya geçmekte bence çok önemli oluyor. Öcalan’ın bu konuyla ilgili vurgusunu çok önemli buluyorum. Demokratik konfederasyon meselesi bu topraklara sanırım en gerçekçi, uygun yönetim tarzı olur.

Şimdi ulus devlet kavramı üzerine belki yüzyıl önce başka şeyler söylenebilirdi ama şimdi herhalde doğrudan demokrasi de sağlanabilirse konfederasyon biçimi Türkiye için en uygun yönetim tarzı olur. Ortak paydada buluşabilmek ve herkesin kendini temsili ama aynı zamanda çoğunluğun azınlığı ezmeyeceği, azınlığın çoğunluğa tahakküm kurmayacağı bir yapı doğrudan demokrasinin olabileceği bir sistem oluşabilirse mümkündür.

Peki Kürt Hareketinin son dönemde kullandığı dil konusunda ne düşünüyorsunuz? Öcalan ve Besê Hozat Ermeni, Rum vb lobilerine ilişkin eleştirilen bir takım sözler söylediler?

Bu dönemlerde düşmanlaştırılmış bir lobi kavramı var. Her milletin lobileri var. Herkes belli bir sayıda ortaklaşıp dernekleşiyor. Buradaki amaç kendi haklarını alma ve kendi aralarında dayanışma ağı oluşturmadır. Yapılan bu lobileşme kötü algılanmamalı. Lobiler dünyada geçerli olan ve en sağlıklı, demokratik bir şekilde politikalar üreten araçlardan birisidir. İsrail’in kendi devleti var, ama Anadolu kökenli Rumlar, Ermeniler ve Süryanilerin kendi varlıklarını ülke dışında sürdürebilmelerinin tek aracı, demokratik sivil araçlar olan dernek, vakıf ya da basın araçları olacaktır. Bunları yapan ve ayakta kalma savaşı yürütenler bu toprağın binlerce yıllık soykırım kurbanı çocuklarıdır. Bunları devlet düşmanlaştırdıkça düşmanlaştırdı zaten. Türkiye’nin demokratikleşmesini onlarca yıldır en çok isteyen kesimler bunlar. Yüzyılı aşkın bir süredir bunun mücadelesi veren halkların çocukları. Unutmayalım ki, yüzleşmenin en önemli ayağı, bu topraklardan kovulan insanların tekrar bu topraklara dönüşünü sağlamaktır. Bunu sağlamanın tam zamanıdır. Çünkü silahın sustuğu zamanlarda ancak konuşabilirsiniz. İşte bu zamanlarda silahlar susmuş.

Etyen Mahçupyan ile geçen haftalarda bir röportajımız oldu. O röportajda Mahçupyan ‘Türkiye’de silahların susmasını istemeyen Ermeni lobileri de vardır’ dedi. Madem Ermeniler yüzleşmek istiyor ve yüzleşmenin de ancak konuşarak olduğunu siz de ifade ediyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?

Çatışma halinden ve savaştan Kürdü, Türkü ve Ermenisi de zarar görüyor. Bugüne kadar Devlet; PKK ve yöneticilerine “Ermeni Tohumu” diyerek hem Kürdü hem de Ermeniyi direkt düşman ilan ediyordu. Ayrıca Kürtler yıllardır Kemalizm’in ve İttihatçı politikaların altında inleyen bir halk. Kürtlerin içinde Ermeni akrabalıkları var. O yüzden bu meselede rahatlıkla konuşma ortamı bulmak zorlaşıyor.

Karşında yıllardır düşmanlaştırılan iki halk var, halklarla konuşmayı normalleştirme gerçekten zora giriyor. Birçok siyasi kesimde de PKK’nin savaşmasını isteyen kesimler var. Yani PKK’nin savaşmasını isteyen ve yöntem olarak bunu öneren kişiler her kesimde bulmak mümkündür. O yüzden bunu bütün bir halka veya halklara mal etmek fazlasıyla sakıncalıdır. Kürtler içerisinde de savaşsız bir sürece karşı olan ve kendince radikal olan bazı kesimler var. Şimdi bizler Kürtler savaşmak istiyor diyebilir miyiz? Soykırım kurbanı halklar hukukunu ancak demokratik ortamın sağlanması ile mümkün olacağını çok iyi bilirler. Çünkü onlar savaşın karanlık şemsiyesi altında soykırıma uğramış olduklarını çok iyi bilirler.

Peki yüzleşmenin ilk somut adımları neler olmalı?

24 Nisan ve Dersim 37-38 ile yüzleşmek iyi ama sadece bu soykırımlarla yüzleşme yetmez. 25 Nisan’dan sonra yaşamayı başaran Ermeniler ve 37-38 soykırımından sonra yaşamayı başaran Kürtlerin yaralarını sarmak lazım. Ermeni ve Kürtler bu süreçten sonra topraklarından koparılmış, kimliklerinden arındırılarak asimilasyona tabi tutulmuş, dünyanın birçok şehrine göçertilmiş insanlar. İşte bu insanların kendi topraklarına tekrar dönebilmesi ve kendi vatanlarında tekrar yaşayabilme olanakları tanınmalıdır. Bu geri dönüşlerin ne şekilde yapılması gerektiği çok ciddi bir şekilde tartışılmalı. Bu da eşit vatandaşlıkla sağlanabilir. Bunun da ilk adımı demokratik bir anayasaya geçmektir.

Burada topraklarından koparılan insanlara vatandaşlıkları tekrar verilmeli, mağdurlukları giderilmeli, dilleri ve inançları ile rahatlıkla yaşamalarının önü açılmalı.

“SÖZÜNÜ DİNLETECEK İNSANLARIN ELİNİ TAŞIN ALTINA KOYMALARI GEREKİYOR”

Soykırımda canını kaybeden insanların hatırlanması için anıtların yapılması da yüzleşmenin somut adımlarındandır. Ders kitaplarında soykırımı işlemek de aynı zamanda yüzleşmenin bir adımıdır. Çünkü; ders kitaplarında halen Ermenilere, Alevilere karşı ayrımcı ifadeler mevcuttur. Bu kitaplardan ırkçı ve ötekileştirici ifadelerin kaldırılması çok önemlidir. Bu somut adımların atılması için aydınların devlete baskısı önemlidir, söz söyleyecek ve sözünü dinletecek insanların elini taşın altına koymaları gerekiyor.

Halen kendi kimliğini yaşayamayan Müslümanlaştırılmış Ermeniler var. Bu insanların kendi inanç ve kimliklerini yaşayabilmeleri için de ortam hazırlanması gerekir. Bu ortamın hazırlanmasında biz hukukçular, gazeteciler, akademisyenler ve diğer insanlar çözüm yolları üzerinde tartışma yürütmeliyiz.

Sonuç olarak 1915’in Ermeniler için ne ifade ettiği belli, asıl Ermeni olmayanlar için bir şey ifade ediyor mu? Asıl buna bakmak lazım. Vicdanlar hala bu durumu kabul ediyor mu? Hala insanlar katili gizliyor ya da kolluyor mu?