Gülten Madenli / Demokrat Haber

Türkiye’de “aydın” kelimesinin yanına en yakışan isimlerden biridir İsmail Beşikçi.

Kürt sorunu üzerine araştırmaları ve yazılarıyla tanınan Çorumlu sosyolog Beşikçi, yazılarından dolayı sekiz kez cezaevine girdi ve 17 yılını cezaevinde geçirdi.

Sarı Hoca lakabıyla da tanınan Beşikçi için geçtiğimiz yıl İstanbul’da bir vakıf kuruldu...

Bir yılı aşkın bir süre kuruluş çalışmaları devam eden İsmail Beşikçi Vakfı, Resmi Gazetenin 29 Kasım 2011 günlü sayısında yayınlanan tescil ilanıyla birlikte tüzel kişilik kazanarak çalışmalarına başladı.

Vakıf bünyesinde İsmail Beşikçi Araştırma Kütüphanesi de oluşturuldu. Bu kütüphanede Beşikçi’nin 60 yıldır büyük bir emekle biriktirdiği onbinlerce eseri, kitap, dergi, gazete koleksiyonu ve özel arşivini bilime ve kültüre ilgi duyan araştırmacıların, öğrencilerin hizmetine hazır hale getirildi.

Vakfın kuruluşu 29 Kasım’da tescil edilmesine rağmen, ‘Sarı Hoca’nın 7 Ocak günü doğduğunu hatırlatan kurucu ve yöneticiler, bu nedenle kuruluşu 7 Ocak olarak belirlemenin özel anlamını vurguluyorlar.

İstanbul Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde Ayhan Işık Sokak 21 numarada çalışmalarını yürüten İsmail Beşikçi Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Gürbüz ile birinci yılına giren çalışmalarını ve İsmail Beşikçi'yi konuştuk…

İsmail Beşikçi’nin yaşamınıza, varoluşunuza katkılarını nasıl tanımlarsınız?

Kars Sarıkamış doğumluyum. 1960 yılında 5 yaşındayken ekonomik nedenlerle İzmir Tire’ye göç etmişiz. 1971-72 yılında Tire Lisesi’ni bitirdim.

Kürdistan’daki göçlerin bir kısmının nedeni ekonomik de olsa, aslında temelinde asimilasyon ve siyasal nedenler vardır. İnsanları yokluk, yoksulluk, açlık içinde bırakırsanız doğal olarak yaşadıkları topraktan kopacaklardır. Türkiye’nin, il-ilçe ve köylerine gidecek, kendi köklerinden ve kültürel değerlerinden uzaklaşacak ve asimile olacaklardır.

Ailemin de göç serüveni ekonomik görünse de temelinde siyasal nedenler var. Yüz yıldır yürütülen sömürgeci politika, Kürtleri esas olarak asimile etmeye yöneliktir.

“KUYRUĞUNUZ NEREDE!”

Tire’ye geldiğimizde ağır sözlerle aşağılandık, ulusal baskı yaşadık. Mahalledeki çocuklar bizimle alay edip “Kuyruğunuz nerede!” diyorlardı. Henüz Kürtlük bilincim yoktu ama 5-6 yaşlarında ilkokulda “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” andını söylettiklerinde, farklı bir halk, farklı bir kültür olduğumuzu anlıyordum. Dudaklarım öyle söylese de içimden, “Kürt’üm, doğruyum, çalışkanım” diyordum.

Aslında kimlik anlamındaki duygunun, bir embriyon halinde şekillenmesinin o yaşlarda filizlendiğini söyleyebilirim. Lise çağlarına geldiğimde 1968 Kuşağı’nın mücadelesi vardı. Mahirleri, Denizleri duyuyorduk. Edebiyat öğretmenim solcuydu. Bana Ant, Türk Solu, Varlık dergilerini verirdi. Yaygın olan Halkın Sesi vb. dergileri okuyor, kimliğimi keşfetmeye çalışıyordum. 1973-74 yıllarında üniversiteye başladığımda Türk Solu yaygındı. Kürt sorununu da tartışıyorduk. Ulusal sorun adı altında yapılan tartışmalar, teorik- akademik altyapısı olmayan tartışmalardı. Türk solunun hemen hemen tümü Kürdistan diye bir ülkenin olmadığını, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin, Türkiye’nin bir bölgesi olduğunu, Batı’da ise kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğunu, Doğu- Güneydoğu bölgesinde üretim ilişkilerinin feodal, yarı feodal olduğu gibi tespitler yapılırdı.

Bunlar tartışılırken Kürt sorununa ilişkin 1976-78 yılları arasında İsmail Beşikçi’nin de yazılar yazdığı Rızgari dergisi çıkıyordu. Dergiden önce elimize zaman zaman ulaşan teksir kâğıdına basılmış yazılar, broşürler geçerdi. Orada Beşikçi’nin Cumhuriyet Halk Fırkası’na ve bazı makalelerine rastladım. Beşikçi’yi okuyunca ufkumun değiştiğini söyleyebilirim. O, bende köklü değişikliklere neden oldu. Dünyaya, Türkiye’ye ve Kürt sorununa bakışım değişti. İzmir’deyken anlatılanlar genellikle, Mustafa Kemal’in ulusal kurtuluş önderi ya da küçük burjuva devrimcisi olduğu biçimindeydi.

Kürtlere yapılan baskılar, isyan süreçlerinde yapılan katliamlarda Mustafa Kemal’in hiç payı yokmuş gibi davranılıyordu. Bu beni arayışlara yönlendirdi. Beşikçi’nin o dönemlerde bile Kürt sorununa yaklaşımı bilimseldi. Sol hareketlerin Kürt sorununa yaklaşımı, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını kabul ancak bunun Türkiye’ de yapılacak devrimle çözülebileceği şeklindeydi.

Türk solunun Kürt sorununu devrimden sonraya ertelemeye çalışması, Kemalizm’e yaklaşımındaki şoven ve sosyal şoven tespitleri, Beşikçi yazılarıyla bertaraf edildi. Beşikçi’nin Kürt sorununu akademik olarak çözümleyişini, 1970’li yıllarda beynimizdeki resmi ideolojinin yarattığı bütün karakolları berhava etmesi olarak görüyorum.

Beşikçi’nin ruhumuzda, beynimizde, belleğimizde çok derin etkileri vardı. Bunu burada teslim etmekte yarar var diye düşünüyorum. Mutlaka başka etkiler de olmuştur ama Beşikçi’nin kitapları bilimsel bilgiyle yazıldığından, bilincimizde bir neşter gibi köklü değişiklikler yaparak, beynimizi, ruhumuzu etkiledi. Beşikçi’ye olan bağlılığımız, adını eserlerini düşüncelerini yaşatma isteğimiz herhalde buradan olsa gerek.

İsmail Beşikçi 1960- 61 yıllarında Kürt- Kürdistan çözümlemelerine başlıyor. Kemalist resmi ideolojiyle geçen uzun örtük karanlık bir dönem var. Kürt-Türk aydınlarından da örnek verebileceğiniz birileri var mı?

1961’de Beşikçi, Keban’da kaymakam vekiliyken Kürtleri tanıyor. Sosyolog olduğu için bilim merakıyla araştırmaya başlıyor. Staj sonrası askere gidiyor ve özellikle Bitlis’e becayiş yaparak gidiyor. Amacı Kürtleri daha yakından tanımak. Aşiret ilişkilerini, sosyo ekonomik üretim ilişkilerini daha yakından görüp araştırarak tezlere varmak için. Askerlik bitince Erzurum Üniversitesi’nde çalışıyor ve tezini de Alikan aşireti üzerine yapıyor. Alikan aşiretiyle birlikte aylarca yaşıyor, incelemeler yaparak bütün Kürdistan’ı büyük oranda soğuk, kar, kış demeden karış karış bir derviş gibi geziyor.

Kendisi Çorum’da yaşamış varlıklı eğitimli bir ailenin çocuğu. Babası Osmanlı’da müderris. Bilime olan bağlılığı ve gerçeğin peşinde olma isteği, zor koşullar onu rahatsız etmiyor. Forum dergisinde çıkan 3 makalesi o dönem için çok önemlidir. Kürt sorununa akademik bilim metoduyla yaklaşıp, çözümlemelere gidip, deklere ediyor. Dönemin bütün üniversitelerinde yankı yaratıyor. “Bu çılgın kim, Bu ne cüret ?” gibi kavramlar kullanılıyor. İnandığı doğrultuda hiçbir sınır tanımayan Beşikçi’yi ayrı kılan da bu zaten.

“Kürt”, “Kürdistan” dersem başıma bir felaket gelir mi, diye hiç düşünmüyor. Bilimin gereği bunların mutlaka yazılıp yayınlaştırılması gereğine inanıyor. Çok karanlık bir istibdat dönemidir, Kemalizm’in en karanlık dönemidir, Kürt kelimesini ağza almak bile risktir. Aba altından da sopa göstererek, “bu meseleye karışma sana her türlü koşulu sunarız…” Tehditler Beşikçi’nin umurda değil.

O yıllarda Kürt aydınları bile korkuyor, Kürt sözcüğünü açık bir dille ifade edemiyorlardı. Beşikçi’nin bu yanı da çok ayırt edici bir özelliktir. O dönemde 49’lar gurubu var, savunmaları da ortada. 1970’te DDKD savunmaları var. Beşikçi’nin bu dönemi de çok ayırt edici. Ocak Komünü’nde Tarık Ziya Ekinci, Fegi Hüseyin gibi birçok Kürt aydını var. Beşikçi o dönemde “Kürtçe siyasal toplu savunma yapılmalıdır” diyor. Müthiş bir şey bu. DDKO davasında “Kürtçe toplu siyasal savunma” yapılmasında ısrar ediyor, tartışıyor. Beşikçi’ye armağan kitabında yazısı olan Recep Maraşlı’nın da belirttiği gibi, Beşikçi Kürtçe savunmada ısrar ediyor. Ancak toplu savunma Türkçe yapılıyor.

DDKO SAVUNMASI KÜRTÇE YAPILABİLSEYDİ, KCK DAVALARI KÜRTÇE YAPILACAKTI

1970’te DDKO savunması Kürtçe yapılabilseydi eğer, şimdi KCK davaları tartışmasız Kürtçe yapılacaktı. Biliyorsunuz, Türkiye’de Kürt sorununu, TİP yarım ağızla, THKP-C, THKO çok soyut yüzeysel kavramlarla, siyasal bir söylemin ötesine geçemediler. Çoğu Kürt sözcüğünü dahi kullanmadan yerine Şark, Doğu kelimelerini kullandı. Kürt, Kürdistan kavramını kullanan çok az insan vardı. O dönemde devrimci gençlik içinde İbrahim Kaypakkaya var. Kürt realitesinin altını çizerek söylediğinden, çok ağır bedeller ödeyerek işkencede öldürüldü.

KÜRT AYDINININ AKIL EDEMEDİĞİNİ O AKIL EDİYOR

Şöyle de tanımlayabilir miyiz Beşikçi Hoca’yı? Kendisine verilenlerle değil de verilmeyenlerle, kendisinden de beslenerek, tarihin gömüsünden çıkarıyor ve çözümlüyor.

Evet, kendinden besleniyor. Hiçbirimizin akıl edemediğini, hiçbir Kürt aydınının akıl edemediğini o akıl ediyor. O dönemdeki öngörüsüne bakın, “Kürtçe toplu siyasi savunma yapmalısınız,” diyor. Çünkü senin dilin kimliğindir, toprağın, vatanın ve özgürlüğündür. Beşikçi nirengi noktasını 40 yıl öncesinden keşfetmiş tespitlerde bulunmuş. Şimdi ise Kürt sorunu dil sorunudur, toprak sorunudur deniyor ve tartışılıyor.

Türkiye Kürdistan’ı, İran Kürdistan’ı, Irak Kürdistan’ı, Suriye Kürdistan’ı var. Dört coğrafyanın Kürdistan’ı var ama “Kürtlerin bir Kürdistan’ı” yok diyor. Bu Kürtlerin geleceği açısından çok önemli bir tespittir. Diğerlerinden ayırt edici olarak, resmi ideolojiyi, Kemalizm’i akademik bir dille bilimsel metotlarla, anti Kürdoloji- gizli Kürdoloji tezlerini çürüten, yerle bir eden Beşikçi’dir.

Kapsamlı şekliyle Mecburi İskân, Güneş Dil Teorisi, Tunceli Kanunu, Dersim Jenosidi, Devletler Arası Sömürge Kürdistan gibi bir yığın kitaplarla, Aziz Nesin ile olan polemiklerle, bütün bunları topladığınızda resmi ideolojiyi Kemalizm’i, en bütünlüklü, derinlikli, detaylı bilimsel metotla yerle bir eden, beynini dağıtan yine Beşikçi’dir.

Şu tespiti de çok önemlidir. Kürtlerde milli duygu eksikliği vardır, diyor altını çizerek. Bu da çok doğru bir belirleme. Ulus, milli burjuvazinin önderliğinde geliştirilir, derinleşir, şekillenir. İdeolojisi, kültürel alt yapısı oluşmadan sağlıklı olmaz. Ulusun altyapısını oluşturmadan da sosyalizmi bekleyemezsin, özürlü olur, önce bu sürecin yaşanması lazım. Bugün Kürtlerin maalesef milli burjuvazisi yok. Altını çizerek Kürt hareketinin de milli duygu konusunda çok yetersiz olduğunu söylüyor. Kürtlerin milli burjuvazisi olsaydı bugün onlarca kütüphaneleri, kültür merkezleri, enstitüleri olurdu.

Bu tespitlerinizi başka bir sorumla ilişkilendirmek istiyorum. Kkültürel alanda mücadeleyi tercih etmenizin nedenleri neler?

1975-1981 arası dört buçuk yıl cezaevinde yattım. Yattığım süre içinde örgütsel yapılanmam bir anlamıyla dağılmıştı. Birçok Kürt hareketi ve Türk solu çok ağır darbe yemişti. Kürtlerin özgürlük mücadelesinde sanat, kültür, bilim alanında boşluk olduğunu düşünüyor cezaevindeyken fark ediyordum. Kürtlerin kültürel cephesinin boş olduğunu tespit etmiştim. Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün bu anlamıyla bilincimi etkilediğini söyleyebilirim. Paris’te kurulmuş; neden Türkiye’de, Kürdistan’da, İstanbul’da, Diyarbakır’da bu tür kurumlar olmasın diye kendi kendime sordum.

Mao Zedung yargılandığım örgütün önemli bir figürüydü. Bir ulusun özgürlüğü iki orduyla mümkündür, diyordu. Bunlardan birinin kültür ordusu olduğunu söylüyordu. Kürtler uluslaşma sürecinde olduğu için, kendi kültürlerini, dillerini çok iyi geliştirmeleri gerekiyor. Eğer bir ulusun dili, kültürü, sanatı, edebiyatı yoksa o ulus varlığını uzun süre sürdüremez, sonuçta asimile olur.

Çok büyük ordularınız, siyasal örgütlenmeleriniz olabilir ama sizin halkınızın, ulusunuzun kan damarları, can damarları kültür, bilim ve dille yoğrulmamışsa, bir müddet sonra o olgularınız bir şey ifade etmez.

Mustafa Kemal işadamlarıyla yaptığı bir toplantıda diyor ki: “Biz Balkanları niçin kaybettik. Balkan halkları önce dillerini, kültürlerini, sanatlarını öğrendiler, sonra ulusal duyguları gelişti. Ulusal özgürlük talepleriyle ortaya çıkıp özgür oldular, bizden kurtuldular.”

Bundan dil, sanat, kültür ve bilimsel çalışmaların çok önemli olduğunu anlıyoruz. Kürtler önce anadillerini öğrenecekler, kültürlerini edebiyatlarını tarihlerini öğrenecekler. Ulus bilinci, tarih bilinci, vatan bilinciyle ancak siz var olabilirsiniz. Bunları yapabilmek için de mutlaka sanata, kültüre, bilime önem vermelisiniz.

Maalesef Kürt hareketlerinin bunlara yeterince önem vermediği ortadadır. Bu mevcut Kültürel kurumlar kendi güç ve çabalarıyla ayaktalar. Bu da çok ciddi bir zaaf ve eksiklik. 12 Eylül öncesi arkeoloji müzesinde mühendis olarak çalışıyordum. Türkiye’de tarihi eserlerin kimyasal yollarla konservasyon ve restorasyon laboratuarında, uzun yıllar saklanması işiyle, yani bilimle uğraşıyordum. Tarihle, kültürle, arkeolojiyle olan bağlarımdan dolayı bu alanı kendime uygun buldum. Kültürel kurumlar oluşturulmasında katkıda bulunmayı düşündüm. Sonraki yıllarımda ekonomik altyapımı örgütledim ve kültürel arayışlarıma başladım.

MKM, Kürt Enstitüsü kurucularından olup bir süre başkanlığını da yaptınız. Tescilleri gerçekleşmeyen Kürt Kültür Vakfı, Mezopotamya Kültür Vakfı, Şeyh Sait Vakfı kurucularından da oldunuz. İsmail Beşikçi Vakfı kurucularının öznesi olarak mücadele verdiğiniz vakfın başkanlığını yapıyorsunuz. Uzun yıllara dayalı bu yürüyüşünüzde İsmail Beşikçi Hoca katkılarıyla yanınızda olmuş. Öyle oluyor ki canınızın yarısı hocayla geçmiş, geçiyor. Sizde kalan diğer yarı yanınızla İbrahim Gürbüz kimdir desem kendinizi nasıl tanımlardınız?

12 Eylül’ü yaşamış, Mamak’ta 25 gün, İstanbul cezaevlerinde 29- 38-43 gün açlık grevlerinde bulunmuş, bütün direniş faaliyetlerinde fiilen yer almış biri olarak duyarsız kalamazdım. Buna vicdanım elvermezdi. 1985-1989 arası ticari faaliyetle ekonomimi örgütledim. Cezaevinde ve sonrasında da düşündüğüm sanat, kültür, bilim alanlarında çalışmalarıma başladım. 1989 yılında her çevreden aydın kültür insanlarıyla ilişkilere girdim. Kuracağımız bu kurumlar her şeyden önce, Kürt Ulusal Kültür kurumları olmalıydı. Herhangi bir siyasal çizginin vesayetinde olmamalıydı. Tamamen özgür, sanat, bilim üreten birer okul işlevinde olmalıydı. Buna ihtiyaç vardı. Bir kültür merkezini siyasetin uzantısı haline getirirseniz orada sanat, kültür gelişemez, sadece siyasal kadrolar oluşur. Orası artık kültürel bir kurum olamaz.

Kurduğum ilişkilerde bir kısmı olumlu yanıt verirken uzak duranlar da oldu. Kürt ve Kürdistan adıyla kültür merkezi kurmak çok zordu. İlk bir yıl Yukarı Mezopotamya Kültür Merkezi koyduk adını, logosunu da oluşturduk. Bir gurup aydın ve tiyatrocuyla bir araya geldik. Ressam Fevzi Bilge, tiyatrocu Cemil Hoca, gazetede çalışan Cabbar Gezici ve ben, girişim komitesi oluşturduk. MKM’yi bu şekilde kurduk. İlk İstanbul Tarlabaşı’ndaki yeri kiraladık.

Daha sonra da İzmir, Adana, Diyarbakır, Erbil, Süleymaniye’de şubeler kurduk. Üç yıl içinde çok hızlı gelişti. Mezopotamya Aile Birliği, Mezopotamya Çocuk Bölümü, Sanatçılar- Ressamlar Birliğini kurduk. Ana baba günüydü, kültür merkezi ilgi odağı olmuştu. Üç buçuk yıl içinde ulusal kültürel kurumdu. Hiçbir örgütün vesayeti yoktu. Şöyle böyle yapın diye yönlendirmede bulunulmadı. Çalışmalarımızı kendi irademizle yürütüyorduk. Çizgimiz bu çerçevedeydi. Farklı bir ideolojiniz farklı bir siyasi çizginiz olabilir, ancak onu kurumunuz dışında bırakacaksınız. Bu kurumun içine geldiğinizde hedefiniz sanat üretmek, kültürü yaşatmak olmalı diye formüle etmiştik. 1994 yılı sonlarına kadar devam etti.

İnsanın Kürt’üm demeye korktuğu, faili meçhullerle günde üç- beş insanın öldürüldüğü karanlık bir dönemdi. Başlangıçta kültür merkezini, Sanat, Kültür, Bilim olarak üç bölümden oluşturduk. Sanat bölümünde müzik, resim, tiyatro; Kültür bölümünde komisyonlar şeklinde etnografik- geleneksel ve benzeri bölümler; Bilim bölümün de ise dil, tarih, edebiyat ve sosyoloji alanında faaliyetler yürütülüyordu. Bilim bölümü başkanı İsmail Beşikçi’ydi. Hocayla tanışmamız da 1991 yılında oldu.

TİYATRO DERSLERİNİ YILMAZ ERDOĞAN VERİYORDU

Musa Anter, Abdurrahman Düre edebiyat, felsefe her alanda dersler veriyordu. Cemşid Bender tarih dersleri veriyordu ve Fegi Hüseyin Kürtçe ders veriyordu. Bunların çoğu hayatta yok bugün. Öyle bir ekipti. Bodrum katında tiyatro çalışmaları yapılıyordu. Tiyatro derslerini Yılmaz Erdoğan veriyordu. Gösteriler için küçük bir sahnesi vardı. Dört katlı bina yetmiyordu artık. Kültür Merkezi kuruldu, ancak kısa bir zaman diliminde mekânımız yetmez oldu. Bilim bölümünü alarak enstitü biçiminde örgütlemeye karar verdik. Kürt Enstitüsü’nün doğuşu da böyle oldu.

Enstitüyü Fegi Hüseyin’le birlikte organize ettik. Fegi Hüseyin emekçi, çalışkan bir insandı. İstanbul, Ankara, Diyarbakır’dan gelen yaklaşık 40 aydınla Rojda Restoran’da ilk toplantımızı yaparak sekiz kişilik kurucular kurulunu oluşturduk. İsmail Beşikçi, Musa Anter, Yaşar Kaya, Fegi Hüseyin, Abdurrahman Düre, Cemşit Bender, Süleyman İmamoğlu ve benim de içinde yer aldığım bir kuruldu. 18 Nisan’da da açılışını gerçekleştirdik.

Nişantaşı’nda Rumeli Caddesi üzerinde büyükçe bir daire kiralayarak kocaman bir tabela astık. Emniyeti çok rahatsız etti, indirildi. Kapınızın üzerine küçük bir tabela koyabilirsiniz dediler. Açılan davalar takipsizlikle sonuçlandı. Kürt Enstitüsü 20 yıldır devam ediyor, MKM de. Bugünkü süreçte bana göre kültürel ve ulusal kurum olmanın gereklerini yerine getirememekteler. Siyasal söylemlerden uzak durmalıdırlar. Elbette bütün ülkeyi, ulusu ilgilendiren konularda sessiz kalmamalı ve duruşları olmalıdır. Bilimle, dille, tarihle, edebiyatla gelişerek asıl rollerini oynamalıdırlar.

Mezopotamya Kültür Merkezi ilk dört yıllık tempoyla gitseydi bugün kültür sarayına dönüşürdü. Eğer Ulusal Kültürel kurum rotasında ilerlemiş olsalardı, bugün iki kurum da çok önemli, üst düzey yerlere gelirdi. Kendi süreçlerini yaşayamadılar. Bu da elbette üzüntü verici bir durum. Daha doğrusu bu zor dönemde daha fazla eleştiriye gitmeden böyle ifade edeyim. En kötü ihtimalle bugün, kurucusu olduğum Kürt Enstitüsü’nün kitapları Sabancı Üniversitesi’nde okutuluyor ve benim oğlum da orada Kürtçe ders görüyor. Bu da benim için hoş bir şey, bundan da gurur duyuyorum.

Tescilleri onaylanmayanlar da var değil mi?

Normalde vakıf kurarak başlamak gerekiyordu, bünyesinde kültür merkezi, enstitü. O dönemde konjönktürel durum buna müsait değildi, siz vakıf için başvurduğunuzda bin bir gerekçeyle engellenirdiniz. Dernek olarak kursanız iki günde kapatılırdınız. Biz de ne yaptık, tersine yol izledik. Önce limitet şirketi biçiminde kültür merkezi kurduk. Bu da ince bir ticari atraksiyon. Şirket bünyesinde bir araştırma merkezi olarak enstitüyü kurmayı düşündük. Bunların üzerini şemsiye gibi kapsayacak Kürt Kültür Vakfı’nı düşündük. Kurucuları arasında Leyla Zana, Hatip Dicle, Ahmet Türk, Melik Fırat da var. İşadamları, bizler de varız. Çok geniş bir yelpaze. Dönem çok ağır ve her türlü yöneliş var. Başvurumuz reddedildi. Kürt adını kaldırıp Mezopotamya yapalım dedik. Kurucuların arasından biraz ayıklama yaptık, yine de reddedildi. Hatip Dicle parlamentoda gensoru önergesi vermişti neden kabul etmiyorsunuz diye. O iki kurum böylelikle gerçekleşemedi. Davalar açtık sonuç alamadık. Şeyh Sait ise önemli bir figür, ailesi de vardı. Nubahar çevresinden fanatik olmayan ılımlı Müslümanlar, Kürt kültürel değerlerine önem veren bir çevre. Sabah Kara, Kasım Fırat (Şeyh Sait’in torunu). Kültür merkezinde yaptığımız geniş katılımlı toplantılarla nakdi alt yapısı ve belgeler hazırlandı, maalesef başvurumuz yine reddedildi. Bu 3 kurum yıllarca tescil edilmedi.

Çocukluk- ilk gençlik yıllarınızda aile radyonuzun sizde bıraktığı etkiler nelerdi?

Dört yaşımdan itibaren, bizde radyo imajını yaratan Erivan Radyosu’nu hatırlıyorum. Belleğimize kazınmış radyodur. Köklerimizi orada buluyorduk. TRT vardı ama ondan bir şey anlamıyorduk. Ezgilerimiz, bizim müziklerimiz Erivan Radyosu’nda vardı. Aram Dikran, Garabete Haco, Meryem Xan vs. şarkılar söylüyor ve günün belli saatlerinde cızırtılı da olsa onları heyecanla dinliyorduk. Büyüklerimiz özellikle radyo saatini beklerlerdi. Çok dilli radyonun bende oluşmasında Erivan Radyosu’nun payı büyük.

Yaşam Radyo nasıl bir süreç izledi…

İsmail Beşikçi’yle 19 yıldır tanışıklığımız var. Aramızda bir dönem kopukluk yaşandı. 1994 yılında ben düşünce suçlusu olarak aranır duruma düşünce hoca da hapsedilmişti. Bu arada 2002 yılına kadar görüşememiştik. 2002 yılında çıkan yasayla cezam ertelendi ve suçlamalardan kurtuldum. Bu arada sürekli düşünüyorum neler yapabiliriz diye. Beşikçi’yle de ilgili bir kütüphane, bir kurum düşüncesi hep aklımdaydı. Bir de radyo projem vardı. Yaşam Radyo 1995 yılında kurulmuş, yayın çizgisi farklı bir radyoydu; ekonomik nedenlerle kapatılmıştı. Kurucularından Mehmet Gözcü bir süre sonra radyoyu tekrar kurabilir miyiz diye benimle iletişime girdi. Frekansını satın aldık. Yaşam Radyo adını, patentini de alarak 2004 yılında yayına başladık. Radyonun kurucuları arasında Mehmet Gözcü, Musa Ağacık, Cüneyt Uzunoğulları ve ben vardım. Kendilerinin düşüncesi özgün müzikler yapan radyo olması yönündeydi. Benim koşulum ise çok dilli, çok kültürlü bir radyo idi. Arkadaşlar bu düşüncemi kabul ettiler. Böylece Türkiye’de ilk kez çok dilli, çok kültürlü yayın yapan bir radyo doğmuş oldu.

Çok dilli olması bütünüyle yayın politikasını değiştiriyor…

Elbette, sivil ve demokratik bir kurum olmalıdır. Bütün siyasal parti ve düşüncelere eşit mesafede duran, sorgulayan, eleştiren, özgür birey, demokrasi kültürü oluşturmaya çalışan, kadın çocuk, emek haklarını korumaya çalışan, özü çok dilli ve kültürlü bir radyo. Amacımız; bütün dillerin, kültürlerin mutlaka sahiplenilmesi yaşatılması idi. Radyoda ilginç sloganlar oluştururduk: “Yok olmasın Akdeniz sırtlanı, yok olmasın Anadolu parsı, yok olmasın İstanbul nazendesi” diye.

Sadece diller, kültürler değil, hayvan ve bitkilerin de soylarının tükenmesine karşı çıkan bir radyo olsun istiyorduk. Her dil, her kültür bir tattır; bir dilin, kültürün yok oluşu, dünyada bir tadın, lezzetin, kokunun ve rengin yok oluşudur diye düşünüyorduk. Örneğin Lazca tehdit altında olan bir dil ve yok olmak üzere. Lazlar ise gaflet ve delalet içindeler. O kadar güzel bir kültürü, dili, müziği var ki. Ama yok oluyor. Sovyetler Birliği’nde Lenin döneminde Doğa Enstitüleri Merkezi’nde, en küçük dillerin korunması için enstitüler açılarak diller koruma altına alınmış. Özgürlüğün ana damarı, yok olmaya giden dillerin, kültürlerin korunmaya alınmasıdır. 11 dilde yayın yapan radyomuz büyük zenginlikti gerçekten. Kürtçe, Türkçe, Süryanice, Ermenice, Rumca, Çerkezce, Lazca, Gürcüce, Arapça… Çingeneler de program yaptılar. Anadolu’da ne kadar renk, kültür varsa, belki bizim bilemediğimiz ulaşamadıklarımız da olabilir, hepsinin radyoda sınırlama getirmeden program saatleri ve çeşitleri vardı. Aslında Türkiye’de 11 dilde yayın yapan ilk radyoydu. Maalesef RTÜK bizi rahat bırakmadı. Entefre eden yan frekanslar vardı. RTÜK tüm çabalarımıza rağmen hiç oralı olmadı. Radyonun karasal yayınını sonlandırmamız için özellikle entefre edilmemize sesiz kaldılar.

Şöyle de diyebilir miyiz: 89,4 frekanslı İstanbul Radyosu olan Yaşam Radyo, toplumsal renklilik ve çok kültürlülük temelinde yayın yaparak alternatif yayın kuruluşları arasında yerini aldı ve karasal yayınına son verdi. İnternet radyoculuğuna başlayan Yaşam Radyo ise sınırları aştı. Günümüzün iletişim dünyasında bundan sonra taşıyacağı vizyonu nasıl görüyorsunuz. Dolayısıyla önceki yayın politikasını da aşarak İsmail Beşikçi Vakfı ile organik bağ kuran Yaşam Radyo’yu bekleyen sorumluluklar neler ve Denge Jiyan radyosunun da?

İyi bir internet sistemi kurarak canlı yayın yapabiliyoruz. Çok kültürlü, çok dilli müziklerimiz, programlarımızla, vakfımızın etkinlikleriyle de bütün dünyaya ulaşmış oluyoruz. İBV, Beşikçi’nin konferansını canlı yayınladı, dünyanın birçok yerinde dinlendi. Elbette sorumlulukları daha da artacak, hassas ve dikkatli, vakfın tüzüğünün konseptiyle programına uygun olacak. Rehber edindiğimiz Beşikçi’nin duruşuyla tamamen örtüşerek yayın yapacak. Vakfın aktivitelerine, Beşikçi’nin konferanslarına da ağırlık veren formatta yayınımız devam edecek. Bu radyo vakfın radyosu zaten. Şu an İstanbul’da yayın yapan birkaç internet radyosu var. Hızla radyo ve televizyon da internet yayıncılığına dönüşmek üzere. Belki karasal yayınlar 3-5 yıl sonra tamamen kapanacak, internet yayıncılığına dönecek, karasal yayına ihtiyaç duyulmayacak. Yayına yeni başladığımızdan kendini yenileyen, geliştiren, teknolojiyi de takip eden, düşünsel yeniliklere açık olan bir radyo olacak. Bir süre sonra radyoyu internet TV’ye de çevirebiliriz, bunu denemeyi düşünüyoruz. Radyoyu 2 bölümde oluşturduk. Denge Jiyan Radyosu, Yaşam Radyo’nun Kürtçe adı. Paket yayın Kürtçe çevirisiyle yayınlanabilecek. Hocanın söyleşilerinde de çeviri yapılabilecek. Biliyorsunuz İsmail Beşikçi Vakfı’nın web sitesi 3 dilde. Türkçe, Kürtçe, İngilizce ( Kürtçenin üç lehçesi de var). Yakın zamanda vakfın danışma kurulu oluşacak ve önerilerini de alacağız.

“BEŞİKÇİ BİLİMİN NAMUSU, İNSANLIĞIN VİCDANI”

Kişisel tarihinizde, İsmail Beşikçi Vakfı’na hazırlanmış gibi bir görev üstlenmişsiniz.

30 yıldır, belki de Beşikçi’nin kitaplarını okuduğumdan beridir Hoca idolümdü. Yıllardır hayalini kurduklarım gerçekleşiyor ve daha da büyüyecek. Beşikçi, son yıllarda Türk entelejiyansı tarafından da keşfedilmeye başlandı. Beşikçi’ye bilimin namusu, insanlığın vicdanı diyoruz. Bağlılığımız bir kul, tebaa ilişkisi değil.

Feodal bölücülüğü de beraberinde getiriyor bu kültür…

Evet, kul olma, biat etme, reaya olma, “benim yerime ağam düşünür, şeyhim düşünür, hakanım, başkanım, başbakanım, cumhurbaşkanım, genelkurmayım düşünür” mantalitesidir biat kültürü; birey olmayı engelleyen, özgür yurttaşlık bilincini körelten, demokrasi kültürünü yok eden bir düşünce sistematiğidir. Bizim Beşikçi’yi sahiplenmemiz bilimi sahiplenmek olarak görülmeli. Yoksa biz onu putlaştırmıyoruz, o da bir insan. Sonuçta ruhunu, bedenini, her şeyini bilime adamış bir insan. Onun o güzelliğine sahip çıkmak zorundayız.

Bazı söyleşilerinizde dikkatimi çekti, yürekten katıldığım, inandığım yorumlarınızı okudum. İsmail Beşikçi bir okuldur diyorsunuz. Bu okul İsmail Beşikçi’nin kimliğinden süzülerek bir vakfa evriliyor. Vakfı gelecekte bekleyen okullar neler?

İnsanlık tarihini öğrenmeye çalışırken, İsmail Beşikçi’yle ilişkilendirebildiğim figürleri bulmaya çalışıyorum. Galileo’ya benzetiyorum, her ne kadar geri adım atmışsa da mahkeme salonundan çıkarken “Dünya dönmüyor demiş olsam da dünya yine de dönüyor” diyerek düzeltme yapmıştır.

Michel Servetus, kanda hemoglobin’i bulan Yahudi bir bilim adamı. Dönemin aristokratları, skolâstik düşünceye sahip kilise, kitabını geri alıp, düşüncelerinin yanlışlığını belirten yeni kitap yazacaksın, ölümden öyle kurtulabileceksin dediklerinde, Servetus asla geri adım atmıyor, kazığa çakılarak, yakılarak idam ediliyor.

Beşikçi de devlet karşısında asla geri adım atmıyor, bedelini çok ağır ödüyor. 50 yıldır bir başka halkın davasını kendi davan yapacaksın, bütün gençliğini, hayatını, feda edeceksin. Vakfa bütün mal varlığını, 2 evini, kitap, dergi ve arşiv koleksiyonunu, telif haklarını bağışlayacaksın. İçeriden ve dışarıdan tüm tehdit, ölüm, saldırılar karşısında asla duruşundan bir milim geri adım atmayacaksın. Benim gözümde kendisi günümüzün Sokrates’i ve Servetus’udur. Bir anlamda Beşikçi de, Sokrates gibi bir okuldur.

Kürt ittifakı rotasında Ahmede Xani’ye çok benzetiyorum. Ahmede Xani ısrarla Kürtlerin ittifak içinde, birlik içinde olmalarını söylüyor. Beşikçi de ısrarla Kürtler arasında birlik ve ittifakı savunurken var olmanın, özgür olmanın temel koşulu olarak “ittifak” diyor. Beşikçi bir okuldur, bilimin okuludur. Bu bilim okulunun içinde Kürtlerin ulusal okulu da vardır. Kürt ulusal inşasının okuludur, Beşikçi. Kürt gençleri Beşikçi’yi okuyarak kendi ulusal inşalarını gerçekleştirebilirler. Bizim kuşak çok olmasa da Beşikçi’yi tanıyor, fakat genel olarak gençler onu tanımıyor. Beşikçi aynı zamanda bir ekoldür de. Yaşamının her alanında, üniversitede, mahkemelerde, savunmalarında, cezaevlerinde, dik duruşuyla kendini ifade eden bir ekoldür. Kitapları, düşünceleri, felsefesiyle de bir okuldur. Don Kişot bir roman kahramanıdır, inandığı değerler uğruna, kötülükleri temsil ettiğine inandığı yel değirmenlerine savaş açıyor. Bir anlamda doğruluğu, dürüstlüğü temizliği ve saflığı simgeleyen bir roman kahramanıdır. İnançları uğrunda savaşması açısından bana Beşikçi’yi anımsatıyor. Beşikçi son derece mütevazı, samimi, gösterişten uzak bir şahsiyettir. Herhangi bir tehdit ile asla ve asla inancını söylemekten geri durmaz. Aslında son derece normal bir insan, özcesi insan gibi bir insan. Vicdan, adalet, özgürlük en güzel kavramlar ona yakışıyor. Doğruluk, dürüstlük, erdemli ve faziletli olmak, bütün bu değerler yakışıyor Beşikçi’ye.

“BEŞİKÇİ TÜM MAZLUM HALKLARIN SESİ VE VİCDANIDIR”

Kürt belediyeleri tarafından parklara, caddelere vs. adları veriliyor. Verilen kimlikler elbette değerlidir ama Beşikçi Hoca’nın öğrencileri de gibidirler. Bu konuda düşünceleriniz ne?

Tespitinize yüzde yüz katılıyorum. Beşikçi her şeyin en güzelini hak ediyor bence. Burayı oluşturduğumuzda kütüphane yeterli diyordu kendisi. Fakat Ruşen Ağabey hayır, İsmail Beşikçi bir kütüphaneye sığmaz dedi. İsmail Beşikçi ne bir kütüphaneye sığar, ne de bir üniversiteye dedi. Bize göre Beşikçi ismi Kürdistan’ın en güzel yerlerine konulmalı. Biraz da buradan sitem edeyim, gönül ister ki belediyelerimiz bu konuda daha duyarlı olur ve hepimizi mutlu edecek adımlar atarlar. Beşikçi bütün mazlum halkların sesidir. Mazlumluğu en çok kim yaşıyorsa onların insanıdır. Dolayısıyla Kürtlerin tarihi ona denk geldi. Eğer bu mazlumluğu Kürtler değil de başka halklar yaşasaydı, onların sesi olurdu. Beşikçi bana göre, köklerini Anadolu medeniyetinden almaktadır. Beşikçi Anadolu’dur, Mezopotamya’dır ve tüm mazlum halkların sesi ve vicdanıdır.