Selma Kara / Kayseri

 

Recep İhsan Eliaçık, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta ‘Antikapitalist Müslümanlar’ örgütlenmesi ile meydanlara inen grubun içinde ilgi çeken isimlerden biri oldu. Aslında ilgi çekmesi bu tarihten çok öncelere dayanıyor. Medya onu, İslamiyet’in yaşam biçimine dair ezber bozan söylemleriyle tanıdı. Daha çok mülkiyet ve adalet kavramları üzerinde duran bu söylemleri, bazı kesimler tarafından çokça eleştirilirken, bazı kesimlerce de onay gördü. Onun derdi onay görmek değildi, hatta eleştirildikçe daha da mutlu oluyordu, çünkü eleştiren kesim kendisinin sürekli eleştirdiği mülk sahipleri idi. 1 Mayıs’taki çıkışı ile İslami sosyalizm kavramının konuşulmasına kapı açmış olan Eliaçık, tüm bu özelliklerinin yanı sıra Kayserili.

 

28 Şubat sürecinde kendisine açılan çok sayıda davadan sonra İstanbul’a gitmiş, 20’ye yakın kitabın yazarı bir Kayserili hatta.

 

Eliaçık, 1 Mayıs’taki çok konuşulan çıkışı, neden eleştirildiği, İslamiyet’te mülk ve adalet kavramlarını Anadolu Haber’e konuştu. Her zamanki gibi dilini törpülemeden…

 

“İLMİN YOLU ŞÜPHEDEN GEÇER”

İlahiyat Fakültesi’ni bırakmışsınız, sorgulamanızla alakalı bir karşı çıkıştan mı kaynaklıydı o da?

Doğrudan o değil. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne 1985 yılında girdim. Okudum ama diploma almadım. İlahiyat Fakültesi’ne ben Arapça, dini ilimler öğrenmek için girdim. Üçüncü sınıfa kadar bunlar veriliyor zaten, ondan sonra da staj ve benzeri, benim alaka duymadığım şeylere yöneliniyor. Buradan alacağımı aldım diye düşündüm, zaten diploma, akademik kariyer yapmak, öğretmenlik yapmak, memurluk yapmak gibi bir düşüncem yoktu. Daha da okula gelmeme gerek yok dedim, o günden bu yana da ilahiyat meselelerinden hiç kopmadım, 20 kitap yazdım…

 

Bu ilgi nereden gelişti, salt İlahiyat Fakültesi’nde okumaktan kaynaklı değildir herhalde?

Biz öteden beri İslami çalışmaların içerisindeyiz. Babam dindar birisiydi, hep benim dini yolda ilerlememi isterdi, oradan gelen dini öğrenme merakı, alışkanlık, meyil var zaten. Bir fihrist çalışması yaptım; konularına göre Kur’an çalışması. Başkalarının mealini kullanıyordum. O zaman Arapça’yı da çok yoğun bir şekilde çalışıyordum. Baktım mealler hoşuma gitmedi, biri bir şey söylüyor, öbürü başka bir şey söylüyor. O ayetin metnine bakıyorum tam yansıtmıyor. Dolayısıyla ben bu mealleri kullanamam diye düşündüm ve kafamda ilk kez o zaman böyle bir şey oluştu. Bunları kendim çevirmem lazım dedim ve Kur’anı-ı Kerim Meali ortaya çıktı. Sonra onun tefsirini yazdım 2007 yılında.

 

Sizinle birlikte birkaç kişiyi Yeni İlahiyatçılar olarak tanımlıyorlar?

Bu, onların tanımlaması, benim koyduğum bir isim değil. Ben çok sorgulayan birisiyim, ilmin yolunun şüpheden geçtiğine inanıyorum. Bir şeyin hakikatine ulaşmak istiyorsanız, önce o konudaki bildiklerinizden şüphe etmeniz lazım, bunlar acaba doğru mu, ne derece doğru, bunların doğru olması için sağlam kaynaklar var mı… Şöyle dedim, var olan din, şu anda gördüğümüz din; ezanlar okunuyor, cuma namazları kılınıyor, Hac kafileleri gidiyor, geliyor… Peygamber’e indirilen, Peygamber’in yaşadığı dini hayat bu muydu? Din namına bana aileden, babadan gelen, okulda din dersi hocasının söyledikleri, camide öğretilenler ne derece doğru? Bundan şüphe ettim bayağı. Sonra başladım araştırmaya, baktım ki birçok şey fazlalıktan bize öğretilmiş.

 

“DİNDARIM DİYENLERİN KUR’AN’DA TARİF EDİLEN YAŞAMA UYMADIĞINI GÖRDÜM”

Şüphe etmenize gerek olan şey neydi tam olarak, bir şey olması lazım. Ailenizi dindar olarak tanımladınız, orada bir baskı mı vardı örneğin? Toplumun çoğu kendine öğretilenleri öğretildiği gibi yaşıyor çünkü, sizi buna ne yöneltti?

Camiye gidiyorsun kimse kimseyle konuşmuyor, herkes tesbih çekiyor, eğiliyor, kalkıyor… Bunun için devasa camiler yaptırılıyor, 80 bin camide bu yapılıyor. Dedim ki acaba Peygamber’in kıldığı namaz böyle miydi, sonra etraftaki dindar psikolojilerini, dindar tipleri gördüm. Baktım, özellikle, para konusunda vurdumduymazlar. Yani adam hem ahirete inanıyor hem de sanki bin yıl yaşayacakmış gibi dünya hayatına yatırım yapıyor. Biriktiriyor, acayip bir hırs, parayı çok seviyor, bunları gördüm… Başka insanlarla karşılaştırdım, mesela adam ateist ama benim dediğim gibi yaşıyor, yani mütevazı yaşıyor, biriktirmiyor, bölüşüyor. Bizim dindara bakıyorum tam tersi. Kitabı okuyorum, uymuyor, halbuki bir taraftan Kur’an’a hizmet ettiğini söylüyor. İsmet Özel’in bir şiiri var: “Her şey biz yaşarken oldu” der. Ben 49 yaşını bitirdim, 50 yaşıma giriyorum. Etrafta arkadaşlarımız vardı, onları gördüm, gençlik yıllarımdan beri teşkilatlar, oluşumlar, cemaatlerin içinde yer aldık. Bunların kimi belediye başkanı oldu, kimi bakan oldu, kimi daire başkanı oldu, kimi ihale zengini oldu, Dolayısıyla ben, bu dini kültürden böyle insanlar mı çıkmalıydı diye sorgulamaya başladım.

 

Siz onun içinde bulunmayı arzu etmediniz mi?

Hiç arzu etmedim. Ben zaten resmiyeti sevmedim. Okuldan da dediler ki bana, sen burada kal, Amerika’ya gönderelim, şöyle yapalım falan. Sevmem bunları. Fakat, gördüğüm olumsuz değişimler bende bir zihinsel değişime de yol açtı. Demek ki, bu işin kaynağından bir yanlışlık var. Bu Kitabı okuyanlardan, bu dini savunanlardan, bu dine hizmet ettiğini söyleyenlerden nasıl böyle insanlar çıkabilir?

 

“ADALET VE MÜLKİYET DİNİN EN ÖNEMLİ MESELESİDİR”

Bunda bir kasıt arıyor musunuz?

Kasıttan ziyade onun doğru olduğunu düşünüyorlar. Kendileriyle konuştuğumuz zaman da, senin yaptığın yanlış diyorlar. Ama içlerinde şöyle olan da var: Bu din işleriyle uğraşmak bize para getirmez, bu işlerde yoğunlaşan adam yükselemez, bir yere gelemez, para biriktiremez, dolayısıyla bunu bırakmamız lazım: Ki bırakması da mümkün değil, çünkü ailesi var, çevresi var… O zaman inanmaya inanmaya o işlerle uğraşmaya başlıyor, gerçek niyeti o değil yani. Ama bunun bir çevre getireceğini, rant getireceğini, işine yarayacağını, bir yerlere getireceğini biliyor, böyle bir kasıt taşıyanlar olduğunu biliyorum. Ama genel dindar kitle bu işlerin böyle olacağını düşünür, bu konuda yeterince bilgiye sahip değildir, dinin derinliklerine inmemiştir. Türkiye’nin genel dindar muhafazakarları Allah’a inanırlar ama güvenmezler. Hıristiyan menkıbe kitaplarında geçen şöyle bir rivayet vardır: İsa’ya birisi gelir der ki;

“Ben senin yoluna girmek istiyorum ne yapmam lazım?”

O da der ki;

“Üzerinde ne var ne yok hepsini sat, bir kasenin içerisine koy, ırmağa bırak geri gel.”

Adam gider üzerinde ne var ne yok hepsini satar, bir kaseye koyar, ırmağın kenarına oturur, ama içinden bir türlü kaseyi ırmağa bırakmak gelmez. Der ki;

“Bu bana böyle söyledi ama iyi gün var, kötü gün var, ben bunu bıraksam ne yapacağım?” Şüpheler içerisinde bunu düşünürken gözüne bir çalı ilişir ve

“En iyisi bunu şu çalıya bağlayayım” der.

Döner gelir, bıraktığını söyler.

İsa da gözlerinin içine bakar der ki;

“Sende teslimiyet gösteren bir göz yok.”

Ve adam gider bir daha da gelmez. Bu, tipik dindar, muhafazakar tipidir. Gerçekte imansızdırlar, Allah’a inanmak demek aslında güvenmek demektir. Eğer güvenmezseniz, biriktirmeye başlarsınız, yarın ne olacağım diye endişelenirsiniz. Allah’a güvenmek demek, doğaya, çevreye, ailene, kardeşlerine, cemaate, Allaha inananlar topluluğuna güvenmek demektir. Orada benim bütün işlerim çözülür, sırtım yere gelmez, gerek yok yarın için endişelenmeye…

 

“HİÇBİR HAYVAN RIZKINI SIRTINDA TAŞIMAZ”

Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir ayet vardır: Hiçbir hayvan rızkını sırtında taşımaz. Yani hiçbir havyan rızkını biriktirip sırtında gezmez, kuş uçar hangi pervazın önünde yem buluyorsa gider, onu alır. Ama insanoğlu yarın ne olacağım endişesine kapılır ve biriktirir, sonra da küt diye ölür ve hiçbirini de mezara götüremez. O biriktirmesi de bir sürü kine, nefrete, çatışmaya, çelişkiye yol açar. Çünkü biriktiren bir insanın, lüks yaşayan bir insanın kıskançlığı çok olur. Mahalleden cipinizle geçiyorsunuzdur ama kahveden arkanızdan küfrediyorlardır, siz bunun farkında değilsinizdir.

 

“SÖYLEMLERİMİ MÜLK SAHİPLERİ ELEŞTİRİYOR”

Bunları sorgularken, yazmaya da başlayınca başta aileniz olmak üzere çevrenizden gelen tepkiler nasıl oldu, bunları nasıl göğüslediniz?

Bizim söylediklerimiz daha çok mülk sahipleri ve onlara özenenler tarafından eleştiriliyor. Çünkü ben biriktirdiklerini ver diyorum, bu kolay bir şey değil. Bir de yoksul olduğu halde onlar gibi olmak isteyenler var. Onlar da diyorlar ki, sen bizim hayallerimize saldırıyorsun. Bu ikisinin tepkisi bizim doğru yolda olduğumuz anlamına gelir. Ama aklı selim bir insanın bunlara karşı çıktığını görmedim. Çünkü ben Kur’andaki ayetleri, Peygamber’in yaşamını söylüyorum ve Türkiye’nin muhafazakarları bunları unutmuş vaziyette. Hele Kayserinin muhafazakarları hepten unutmuş vaziyette.

 

“BU FİKİRLERLE KAYSERİLİ OLMAMA ŞAŞIRIYORLAR”

Evet, bir de Kayserilisiniz. Oradan gelen tepkiler nasıl?

Bana diyorlar ki, “Sen bu fikirlerle nasıl Kayserili oluyorsun?” Kayseri’den nasıl böyle birisi çıkar. Ben de diyorum ki, karaların en koyu olduğu yerde aydınlık oluyorsa, en zıt şeyler aynı yerden çıkabilir. Belki de benim buraya gelmemin sebebi ta çocukluğumdan beri paraya tapan insanları görmemdir. Ben Kayseri’de çok paraya tapan insan gördüm. Şimdi onları düşünüyorum; paraya güveniyor. Allah’a güvenince boşluğa düştüğünü zannediyor.

 

Görmediğine güvenmiyor.

Zaten materyalizm görmediği şeye inanmamaktır. Paranın sıcaklığı daha fazla huzur veriyor ona.

 

“ADALET VE MÜLKİYET DİNİN EN ÖNEMLİ MESELESİDİR”

Bu durumda dinin metafizik boyutu daha mı ön plana çıkıyor? Dini mucizelerle anma, menkıbelerle dine inanma…

Dini parasına, servetine, mülküne karıştırmayınca, o zaman din onlardan ibaret hale geliyor. Din, cinlere, perilere inanmak, olmayan şeylerle ilgilenmek, kandil gecelerine gitmek, yatmak kalkmak ve ona da namaz demek… Bunların hiçbirisi direk adamın yaşadığı hayata dokunmuyor. Ama İslam’ın gerçek tarafından girdiği zaman İslam’ın en önemli mesajının adalet ve mülkiyet olduğunu görüyor. Adalet ve mülkiyet meselesi dinin en önemli meseledir. Adalet meselesi toplumda var olan çelişkiye parmak basmak demek. Siyasal, sosyal, iktisadi çelişkiler var. Mesela toplumlarda bazen beyazlar siyahlardan sütün olduğunu farz eder ya da Türklerde olduğu gibi Kürtlerden üstün olunduğu farz edilir. Annenden öğrenmiş olduğun dili unut, benim kullanmış olduğum dili kabul et der. Bu, üstünlük taslamaktır. Bazen Batılı Doğuluyu üstün görür, Doğulu Batılıyı üstün görür. Bazen de kadın erkeği üstün görür. Bunların hepsi Kur’an’a göre şeytaniliktir. Bu çelişkileri bir toplumda gidermek için ön görülen mücadeleye adalet mücadelesi. İslam’ın en önemli mesajı budur. İkincisi de mülkiyettir. Toplumda bazılarının sahip olmadığı şeye bazıları fazlasıyla sahip oluyor.

 

“ALLAH’IN NİMETLERİNDEN BÜTÜN KULLAR EŞİT DERECEDE YARARLANMALIDIR”

Tamamen mülkiyetsiz bir hayattan bahsetmiyorsunuz herhalde? Ne kadar mülkiyete izin veriyor Kur’an?

Soru şu: Başkasının ihtiyacı olduğu bir şeye ben tek başıma, hem de fazlasıyla sahip olabilir miyim? Sahip oluyorsam bunun gerekçesi nedir? Bunu birinin izah etmesi lazım. Ben bunun hiçbir insani gerekçesi olmadığı kanaatindeyim. Yeryüzünde Allah’ın yaratmış olduğu nimetlerden bütün kulları eşit derecede yararlanma hakkına sahiptir. İşte Kur’an-ı Kerim diyor ki; ‘Birisinde olmayan bir şey sizde fazlasıyla varsa o fazlayı verin.’ Buna zekat diyoruz, buna hayır yapmak diyoruz.

 

“ZENGİN ZEKAT VERİRKEN YOKSULDAN ÖZÜR DİLEMELİ”

Ve bunu sizin gönlünüze de bırakmıyor, bunu mecbur kılıyor. ‘Zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır’ diyor Kur’an-ı Kerim. Bu, başkasının ihtiyaç duyduğu şeyi evinde ihtiyacından fazla bulunduranların malında, ihtiyacı olmayanların hakkı vardır demektir. Hakkın verilmesi lütuf değil borçtur. Oysa şöyle düşünüyorlar, bu bir lütuftur istersem vermem. Yoksul da zenginin karşısında kıvranıyor, aşağılanıyor. Hayır, önce zengin özür dileyecek, ondan sonra da verecek.

 

“PATRON İŞÇİLERİN DEĞİL, İŞÇİLER PATRONUN RIZKINI VERİR”

Peki şöyle bir şey olabilir mi, iyi de adam çalışmış öbürü çalışmamış. Bunlar da aslında içinde yanılsamaları olan genellemeler, önyargılardır. Mesela çalışmak kavramını sorgulamak lazım. Helal zenginlik kavramını sorgulamak lazım. Helalinden servet sahibi olmak demek, helalinden haram işlemek gibi oluyor. İki zıt bir arada nasıl olabilir?

 

Bunları merak edenlerin şu soruları kendisine sorması gerekiyor: Bir patron diyor ki, “Ben fabrikada çalışanlara şu kadar maaş veriyorum”; hatta zengin küstahlığıyla biraz daha ileri giderek, “Ben fabrikada çalışanlara rızkını veriyorum, onlara ekmek veriyorum” Ya sanki onlar yan gelip yatıyor, çalışmıyor, bu da onlara vermeye mecbur değil ama lütfediyor gibi davranıyor. Peki şöyle bir soruya ne cevap verir bu insan? Sen onlara ekmek verdiğini iddia ediyorsun, rızkını sağladığını söylüyorsun, tam tersi olmasın. İşçiler patronlara ekmek ve rızık vermektedir, patronlar işçilere değil. Ve fazlasıyla vermektedir. Sen maaşını ondan almıyorsun prosedür olarak ama senin kazandığın para onların çalıştığından gelmiyor mu? Onlar makineleri çalıştırıyorlar, emek sarf ediyorlar, sen bir taraf akvaryum, öbür tarafa klima koymuşsun oturuyorsun. Çalışan kim bunu da sorgulamak lazım. Çalışan kapısında sekreteriyle oturan patron mudur, yoksa aşağıda kirin, pasın, yağın içinde çalışan işçi midir? Çalışan da işçidir, rızkı veren de işçidir.

 

2. BÖLÜM: İhsan Eliaçık: İslam kapitalizmle bağdaşmaz, sosyalizmle örtüşür