Ercan Jan Aktaş / Demokrat Haber Fransa

Fransız Akademisi’nde bir süredir ‘L’islamo-Gauchisme’ (İslamo-Solculuk) tartışmaları yapılıyor. Solcular ve İslamcılar arasındaki sözde siyasi ittifaka uygulanan bir neolojizm ile ‘L’islamo-Gauchisme’ (İslamo-Solculuk) ifadesi kullanılıyor. Akademisyen Engin Sustam ile bu tartışmaları değerlendirdik…

Sevgili Engin Sustam, akademisyen ve yazar kimliğin ile çivisi çıkmış dünyanın hallerine dair yazıyor, konuşuyor, eyliyorsun. Mevcut sisteme itirazların ve bu sistemden çıkış hallerine dair “Kırılgan Sapmalar-Sokak Mukavemetleri ve Yeni Başkaldırılar” kitabın Nisan 2020 tarihinde Kalkedon Yayınları tarafından yayımlandı.

Cenevre Üniversitesi (İsviçre), EHESS / Paris, ENS / Paris ve Paris 8 (Fransa) Üniversitelerinde çalıştın ve devam ediyorsun. Böyle bir ayrım yapmak yerinde olur mu endişem ile birlikte hem içeriden/akademi, hem de dışarıdan/sokaklar ile hem yaşayan ve de sorgulayan/izleyen birisin. ‘l’islamo-gauchisme’ Türkçesi ile ‘İslami Solculuk’ dediğimde kulağı da tırmalayan bir tarafı var, öncelikle meselenin adını koymak istersek ‘L’islami gauchisme’i Türkçeye nasıl çevirebiliriz?

İlkin çok sağ ol bu röportaj için, daha öncesinde Danimarka basınından bir gazeteci de aynı soruyu terim üzerinden sormuştu. Keza kafa karışıklığı yaratan bir tanımlama, ama sadece bizim açımızdan olduğunu düşünmüyorum, terimi telaffuz edenler açısından da böyle. Genel ifade de sanırım ‘islamcı-solculuk’ olarak çevirmek yerinde olabilir. Keza terimi kullananlar özellikle Eğitim Bakanı, F. Vidal Samuel Paty’nin katlinden sonra ciddi boyutta ‘politik islamla’ ya da kendi söylemlerinde ‘İslamcı ayrılıkçılıkla mücadeleyi’, ‘müslaman’ göçmenleri hedef alarak kuruyorlar ve hatta onlarla dayanışan Eric Fassin gibi akademisyenler dahi bu söylem üzerinden hedef alındı.

Eric Fassin aşırı sağcı bir Fransız tarafından Twiter’da başının kesilmesiyle tehdit edildi. Ayrıca, etimolojik olarak, bu terim Müslüman topluluklarla birlikte hareket solu, muhalifleri yani üniversite içinde dekolonyal, antikolonyal vs çalışan bilim insanlarını bu konuda konuşan aktörleri hedef alan, ancak formülasyonundan ziyade arkaik duran geri dönen aşırı sağ bir siyaseti, zaten Üniversite içinde hiyerarşi ve bürokrasiyle bayağı sorun yaşayan Fransa’da bu şuan bilimsel iddiası olmayan reaksiyoner davranan bir ırkçılık biçimini belirtiyor.

Terim bugün her halükarda en çok, temeli ırksal olsun ya da olmasın tüm Müslüman karşıtı düşmanlığı körüklüyor ama aynı şekilde göçmenlerle dayanışma gösteren solun eylemlerini kısıtlamak ve damgalamak içinde kullanılmakta. Ondan bu açıklama bizim gibi despotizme şahit olmuş ve yurdundan çıkmak zorunda kalmış akademisyenler açısından, bir bilim insanı açısından talihsiz bir kavram, reaksiyon ve açıklama demeliyim.

‘L’islamo-gauchisme’ tartışmaları Fransız akademisinde bir kez daha gündemde diyorum, zira bunun uzun bir geçmişi de var. Bu tartışmanın kökeni nereye dayanıyor, bu konuda neler söylemek istersin? Bu tartışmanın kolonyalizm/postkolonyalizm ile bir bağını kuruyor musun?

Yani aslında bunun geçmişi sadece sanırım Müslüman göçmenlerin kolonyal tarihiyle özellikle Magrep ağırlıklı göçmenlerin kolonyal tarihiyle sadece alakalı olmayabilir. Keza 2. Dünya savaşı sırasında Vichy hükümetinin de Nazizmin etkisi altında Yahudileri hedefe alarak üniversiteye anti-semit bir müdahalesi var. Aşırı sağın yükselişte olduğu faşizm dönemlerinde muhalif entelektüeller ya da başka mikro-toplumların içinden gelen aktörler, bildiğiniz üzere ilk hedef tahtasına oturtulan, damgalanan ve işinden edilenlerdir.

Elbette hala Fransa’da binlerce akademisyen Türkiye’de olduğu gibi işinden edilmedi bizim yaşadıklarımızı yaşamadı, ama elbette bu tartışmanın nereye varacağı pek belli tarihsel örneklerine bakınca, ve artık başka bir Fransa’da olduğumuzu gösteriyor. Vidal’in çıkışı şuan sadece Macron hükümetinin Fransa siyaseti değil, açıklamasının ardından biliyorsunuz Vidal aşırı sağdan inanılmaz destek gördü, ve aynı şekilde şu anki İçişleri Bakanı Gerald Darmanin kendisi de bu güdük tartışmada onun sözlerini destekledi. Biliyorsunuz özellikle Samuel Paty’ye yönelik faşizan saldırı gösterdi ki üniversite alanı kaynamaktadır, yani özellikle bu kavram üzerinden CNRS, EHESS, vs. gibi okullarda ders veren zamanında konferanslarını dinlediğimiz akademisyenler hükümetin onaylanan ‘Bölücülük Yasası’ üzerinde de bir imza kampanyası başlatmıştı. Sanırım yüz otuz imzacı inanılmaz bir reaksiyonerlik içinde politikacı Jean-Michel Blanquer’in kavramı olan bu ‘islamcı-solculuk’ ifadesine yaslanarak ‘İslamcılık konusunda bizi tehdit eden inkarın ısrarıdır’ gibi bir imza kampanyasıyla S amuel Paty katliamından sonra Cumhuriyeti ve değerlerini savunmaya davet etti herkesi, bu bana sanırım Türkiye’de olan Cumhuriyet Mitinglerini çağrıştırıyor.

Bu isimlerden biri Gilles Kepel, Marcel Gauchet ve Bernard Rougier gibi akademisyenler ve bunların bazıları ‘Politik İslam’ çalışıyor ve garip şekilde Cihadizmle olan mücadele ile bütün bilimsel çaba ve ayrıca Müslüman göçmenlerin yaşam hakkına yönelik ayrımcılık, nefret siyaseti ve damgalama var. Ama elbette bu sadece Müslümanlara yönelik değil bütün göçmen topluluklarına yansıyabilir, ceremesi 2. Dünya savaşı gibi ağır olabilir. Bunu Türkiye’de biz akademisyenler yaşadık imza sürecinden sonra ama sadece muhalif veya Kürtler değil darbe sonrası Gülen cemaatinden akademisyenler de yaşadı.

Bu ‘İslamcı-solculuk’ nitelemesi tam da iktidar tarafında konumlanan ve aşırı sağ tarafından da desteklenen entelektüellerin destek almasa da bir kamuoyu yaratmasına sebep oldu. Yani bunun karşısında binleri geçen uluslararası alanda Spivak, Judith Butler, Chomsky gibi isimlerle yankı bulan karşı imza kampanyası başladı ki dediğim gibi yüze yakın kişinin anlamsız çıkışı Fransa’da şu anki kafa karışıklığını gösterdiği gibi küresel alanda genişleyen otoriter neoliberal hükümetlerin de üniversite karşısında konumlanışını da işaret ediyor gibime geliyor.

Garip olan bir yandan Fransa tam da onlarca sürgünde akademisyenle dayanışırken, politik İslam ile davasını yanlış alanlarda ve ağlarda sorguluyor gibime geliyor. Keza şiddet ile mücadele entelektüellerle ya da üniversiteleri damgalamakla olmuyor ne yazık ki, sanırım bu klasik anlamda polislik anlatısı oluyor, eğer yaşasaydı Foucault’nun altını çizebileceği gibi. Zaten açıkçası bu kavram hala kendi kolonyal tarihiyle hesaplaşmamız daha doğrusu yüzleşememiş olmanın verdiği travma içinde postkolonyal ya da dekolonyal çalışmaların damgalanmasını da sağladı ve belli ki tamamen bilimsel tavır dışı ırksal ve hatta düşman söylemini güçlendiren bir refleksi ortaya kokuyor ne yazık ki.

Vidal’in bir episteme, veri, envanter oluşturmaya yönelik ‘bilimsel’ araştırmalara ihtiyacın olduğunu söyleyen açıklaması da açıkçası bu tarihle pek hesaplaşma yapılmak istenmediğini de apaçıklaştırıyor. Garip şekilde küresel sahnede Fransa’nın da içine yerleştiği sembolik, devletsel bir saldırı dalgası var ve yönetim biçimleri özellikle bu ‘sömürgesizleşme‘ ya da sonrası çalışmalara inanılmaz takmış durumda.

Düşünün Kader Attai gibi Fransa’da büyümüş bir sanatçı kolonyalizm üzerine sanatsal müdahaleyi Fransa’da değil küratörü seçildiği 2022 Berlin Bienalinde yapacak. Bu yasa Fransa’da Üniversite alanında açıkçası mobbingleri yani baskıyı ve dışlamayı arttırabilir ve hatta daha da genişleyerek sadece Müslümanları değil bütün göçmen toplumları hedef alan bir alana doğru bizi götürmekte.

Polonya’da Mülteci karşıtı sert söylemleri ile bilinen Jaroslaw Kaçinski liderliğindeki AB karşıtı Hukuk ve Adalet Partisi (PiS), Avusturya’da Sağ popülist Avusturya Özgürlükçü Partisi (FPÖ), Aşırı sağcı Bağımsız Yunanlar (ANEL), Sağ popülist Almanya İçin Alternatif (AfD), Ulusal Cephe (Front National)/ Fransa gibi sağ popülüst partilerin Avrupa siyasetinde daha da etkin oldukları bir zaman diliminde Fransız akademisinin böyle bir tartışma içinde olmasını nasıl anlamak lazım?

Tam da yukardaki cevaplarda dediğim gibi bu durum içine girilen bir dönemi aşırı sağın bayağı ciddi boyutta arttığı ama diğer yandan Daiş gibi şiddet dinamiklerinin faşist karşı-şiddetinin de yoğunlaştığı bir döneme geliyor. İki aşırı uç aslında birbirine düşman ama aynı şekilde aynı radikal eğilimde birbirini destekliyor. Örneğin en son Pirene dağlarında ‘Kimlikçi Nesil’ hareketinin göçmenlere yönelik müdahale ve ardından kapatılmaları, aynı ülkücü faşist hareketin dernekleri gibi gösteriyor ki bu tür rayından çıkmış hiç bir politik açıklamalar ırkçılığı ve aşırı sağı körüklemekten veya ona potansiyel oluşturmaktan öteye varmıyor.

Bilmiyorum bu bir Macron hükümeti seçim stratejisi mi ya da bir gaf mı ama yüz entelektüelin Paty katlinden sonra yayınlanan sorumsuzca imzaları ve bildirileri gösteriyor ki iç çatışmanın bayağı kamusallaştığı, birçok sol muhalifin ısrarla altını çizdiği bu kriz döneminde daha otoriter bir Fransa’ya doğru gidiyor olabiliriz. En son Sarı Yelekliler eyleminde inanılmaz artış gösteren polis şiddetini dikkate alınca açıkçası bir göçmen olarak ben tedirgin oluyorum diyebilirim.

Fransa hala kendi kolonyal tarihiyle yüzleşebilmiş değil. Çünkü dekolonyal vs çalışan bilim insanlarını hedef alan bu talihsiz imza kampanyasındaki beyaz neolojizmler açıkçası hala kolonyal hiddetin kulvarlarında nefes almak isteyen o üniter, cumhuriyetçi ve ulusal akademiye pek oynuyor gibime geliyor. Keza burada görünen o ki aşırı sağın yükselişiyle bu tür şeyler aynı denklemle ya da zamanın ruh aralığında yan yana düşüyor. Bu durum işte tam da ‘cihadizmle’ mücadele kararı alan ama aslında her şeyi birbirine karıştıran hükumet siyasetinin yanlışlığını gözler önüne sermekte.

Keza hedefte göçmenler var ve zaten artan yasal ve ayrımcı şiddet pratikleri Fransa’nın son zamanlarını korkunç bir tabloya yerleştirirken, bu geçen ‘Bölücülük Yasası’ ile birlikte karamsar, preker, güvencesizlik içinde olan bir Fransa ve Avrupa tablosu öne çıkarıyor. Diğer yandan elbette artan bir şekilde üniversite alanında kısıtlanan ‘ifade özgürlüğünün’ ve hatta dekolonyal bilimsel kürsülerin nasıl tedirgin edici bir konumda olduğunu gösteriyor.

Frantz Fanon, Albert Memmi, Hélène Cixous, Aimé Césaire, Paulette Nardal, Jean-Paul Sartre, Pierre Bourdieu, Louis Althusser, Jacques Derrida et Michel Foucault gibi isimlerin içinden geldiği ve sosyal bilim alanlarında insanlık tarihine değerli katkıları olmuş bu bilim insanlarını bugün için nereye konumlandıracağız?

Yani şuan şu imza metnindeki açıklamanın talihsizliği sanırım buradan okunabilir, Le Monde’daki forumda, çeşitli yaklaşımlara sahip ama ‘beyaz’ profesörlerin ve araştırmacıların, kendi bilim alanları içindeki meslektaşlarının çoğunu fişlediğini görürsek, İslamcılık çalışan kişilerin konumlanışının da aşırı kolonyal hafıza etrafında şekillendiğine şahit oluruz. Yani eski sömürge mirasına, Cezayir’e, yerli halklara, anti-ırkçı alanlara ve sömürgecilik dışı, sonrası durumlara çalışan bilim insanlarının kınanması ne Samuel Paty olayıyla alakalı ne de bir bilimsel etik tavır.

Bu tamamen ayrımcı, hedef gösteren beyaz akademisyenin kendi konforu içinden diğerini hedef alması, ama diğer yandan Eric Fassin gibi bunun tersi yerde konumlananlar ise aşırı fanatik bir sağcı tarafından rahatça kafasının kesilmesiyle tehdit ediliyor. Ama mesela bu imzacı beyaz akademiklerden buna tepki oluşmadı, yine tepki bizim gibi otoriter yerlerden buraya sığınan, preker konumda olan ama militan gibi davranmayan sürgündeki akademiklerden geldi. Gilles Kepel kendi muktedir-üniter konumunu unutarak militanlaşan bir akademik duruma sitem ediyorken bu postkolonyal çalışmalarda meslektaşlarını hedefe koyarken kendisinin militan konumlanışını ideolojik haykırışını bir savaşçı gururuyla ilerleyen beyaz insanın edasını, konforundan vazgeçemediğini görmek istemiyor.

Fransa’da artan politik islamın etrafında yuvalanan şiddet eylemleri ve bununla mücadele ile başka durumların karıştırılması açıkçası bu akademisyenlerde, siyasetçilerde birikmiş hiddeti inanılmaz görünür kılıyor. Biliyorsun Fanon izole edilmiş Cezayir savaşı sonrası akademiden değil ama entelektüel dünyadan ekarte edilmiş, dışlanmış anti-kolonyal siyah bir filozoftur. Hala Fanon’a yapılan bu tarihle yüzleşmek istemeyen Fransız beyaz akademisinin durumu açıkçası Türkiye’deki lanetlenmiş Kürtlerin durumundan hiç farklı değil.

Bu dönem ne yazık ki enteresan şekilde yükselen otoritarizmi, milliyetçiliği daha öne çıkarırken bugün ne Derrida, ne Foucault, ne Sartre ne de hiçbir şekilde A. Césaire’i üniversite alanında duyabileceğimizi sanmıyorum. Ne yazık ki bu Fransa şuan bu entelektülleri değil tam da bizim Türkiye’de eleştirdiğimiz devletinin, ulusal birliğin girdabına yerleşmiş reaksiyoner çabanın içindeki organik entelijansıyayı kucaklıyor. Dediğim gibi bırakın Fanon’u, Glissant’ı, Césaire’i, Sartre (ki nasıl saldırıya uğradı Cezayir savaşı sırasında), Bourdieu, Althusser, Foucault, Deleuze, Derrida acaba bu tabloyu görseydi ne derdi?

En son İngilizce konuşulan ülkelerden içlerinde Arjun Appadurai, Judith Butler, Frederick Cooper, Ann Stoler gibi isimlerin de olduğu 200’e yakın bilim insanı yaptıkları bir açıklama ile bu tartışmaları kaygı ile izlediklerini ifade ettiler. Fransız Akademisindeki bu tartışmayı Avrupa’daki diğer akademiler nasıl izliyor?

Yukarda söylemiştim evet bu islamcı-solculuk tartışmasını körükleyen LGBTİQ çalışmalarını da hedef alan tipik beyaz, erkek, patriyarkal hezeyan gösteriyor ki herkesi kaygılandırmakta. Çünkü Fransa’da sonuçta inanılmaz bir entelektüel gelenek var, devletin ve yasanın dışında konuşan, yukardaki isimlere ek olarak A. Mbembe’nin okuduğu Beauvoir, Kristeva, Clastres, Latour, Ranciere, Badiou, Negri vs gibi isimleri öne çıkaran ya da çıkarmış sosyal hareket alanı güçlü bir yerden bahsediyoruz.

Elbette toplumsal cinsiyet ve LGBTİQ hareketine çalışan ya da bu kimliklerin içinden konuşan Butler gibi, postkolonyal kritikte konumlanan Appadurai gibi isimler kaygı duyuyorlar bizim gibi. Çünkü bütün bu gerginlikler ve beyaz alanda cereyan eden tartışmalar bu terime odaklanan analitik olmayan bir yaklaşımı teşkil ediyor ya da temsil ediyor, Muktedir konuşuyor! Aynı şekilde 80 psikanalistten oluşan bir kolektif bayağı cahilane bir tavırla kolonyal beyaz psikanalist konumlarını bildiğiniz unutarak ‘sözde’ lafını kullanarak yine Le Monde’da yayınladıkları bir metin var: ‘Dekolonyal’ düşünce, küçük farklılıkların narsisizmini pekiştiriyor.’

Oysa Fransa’da üniversite alanından bu kadar prekarite artmışken, mobbing üst düzeydeyken, ya da en son Sciences Po’daki inanılmaz taciz vakaları görünür oluyorken, güvencesizlik artıyorken ve bilimsel çabaya yatırım yapılmıyorken, neredeyse bütün doktora, post-doc ve proje destek bursları durdurulmuşken, herkes yurtdışında okumaya kalkışıyorken, fakirliğin artması orta sınıfın yoksullaşması unutulup Üniversite arenasında gerçekten içi boş ama inanılmaz ideolojik bir durum görünür oldu.

Bu kolonyal tarihle onun travmasıyla elbette ilişkili ama öğretim ve araştırmanın militantizm üzerinden tanımlanması ise bildiğiniz sağcı bir refleks olarak her şeyin sadece içini boşaltmıyor, üniversitede düşünce özgürlüğüne bir müdahale yapılıyor. Biliyorsunuz Olivier Roy’un Kepel için söylediği bir şey vardı, alana hayatında gitmemiş birinin ‘İslam'ın radikalleşmesi’ üzerine konuşmasını eleştirmekteydi. Elbette ikisi de Fransız oryantalizminin islama bakış açıları. Ama sanırım Gilles Kepel daha devlet olmalı, keza o konuşurken sanki hükümet konuşuyor gibi, ondan Roy saha deneyimi olmayan bir teorisyen olmakla suçladığı Boltanski ile olan bir röportajında bayağı ciddi verilerle konuşuyordu.

George Orwell, Denemeler, Makaleler ve Mektuplar adlı eserinde ‘Entelektüeller sıradan insanlardan daha totaliter bir zihniyete sahiptir’ demekteydi. Belki herkes için olmasa da bu bazıları için evet, keza akademik, entelektüel kürsüler savaşıyor ve konuşuyor. Ama herkes kendi muktedir veya minör konumunu unutmadan sanırım hareket ediyor. Kolonyal tarihinden, içinden konuşan muktedir episteme bugün Fransa’da kendi psikolojisinin patalojk girdaplarını unutarak konuşuyor ve hala bu tarihle karşılaşma derdi de akademi alanında yok gibi. Toplumsal Cinsiyete veya ‘köken’ meselesine dekolonyal okumalara karşı çıkış açıkçası eril ve beyaz bir ayrımcılık siyasetidir. Asıl mesele ya da soru şu: Kesişen bu baskı siyaseti, reddiye her şeyden önce ne çözüm sunuyor üniversite veya kamusal alanda kadınların, yabancıların, LGBTİQ’ların yaşadığı ayrımcılık, şiddet ve ötekileştirme karşısında ?

Bu durum tarihsel öncüllere, içi boş kavramın formülasyonlarına baktığımızda otoritarizmin yükselişiyle sürüklenmekte olan bir havayı gösteriyor ve toplumsal hareketlerden şu anda ortaya çıkan tartışmayı da körüklüyor, hangi genel bakış açısı yaşanılan şiddeti veya baskıyı veya prekariteye çözüm sunuyor. Kendi tarihiyle karşılaşması gereken Fransız akademisi prekariteyi, işsizliği, güvencesizliği unutup aynı zamanda daha demokratik bir perspektiften olması gereken eleştirel duruşu üniversitede kaybettiği anda açık konuşayım orada ne bilimden ne de karşı duruştan bilimsel muhalefetten bahsedebiliriz.

Değerli katkın için çok teşekkür ederim. Sanırım bizler bu konuları konuşmaya, yazmaya devam edeceğiz. Tabi ki dileğim bunların aşıldığı bir akademi ve sokaklar…