Deniz Güneş / Demokrat Haber

Araştırmacı-yazar ve Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer Solgun, kamuoyunun Dersim, Alevi meselesi, Kürt sorunu, demokratikleşme, barış ve yüzleşme sorunlarıyla ilgili yazıları, kitapları, görüşleriyle tanıdığı biri. Uzun süre hapiste kaldığı bilinmesine rağmen bugüne değin bu yönüyle ilgili pek yazmadı, konuşmadı. "Demeyin Anama, İçerideyim" adlı İletişim Yayınları'nın yayınladığı yeni kitabıyla yaşamının özel ve önemli bir kesitini paylaşıyor okurla.

3 kez tutuklanıp, toplamda 17,5 yıl hapis yatan Cafer Solgun'la yeni kitabıyla ilgili konuştuk…

-Bu bir anı kitabı mı?

Öyle denebilir elbette ama ben henüz anılarımı yazacak, anlatacak kadar "yaşlı" hissetmiyorum kendimi. Bu yüzden biraz anı, biraz belgesel özelliği de olmasına karşın ben "tanıklık kitabı" olarak adlandırmayı tercih ediyorum. Kuşkusuz kişisel bir tanıklık. Ülkemizin yakın geçmişindeki sarsıntılı bir döneme ilişkin "içeriden" bir tanıklık. Bir miktar öncesiyle birlikte 12 Eylül dönemini içeriyor kitap ve insanlarımızı 12 Eylül nezdinde Türkiye'nin darbe gerçeğiyle yüzleşmeye davet ediyor.

-Evet. Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında da belirtiliyor bu. Önsözde de vurgulamışsınız. 12 Eylül'le yüzleşmek derken kastettiğiniz nedir? Biraz açar mısınız bunu? 12 Eylül ‘yargılandı’, yeterli değil miydi?

Yeterli olduğunu söyleyebilmek mümkün mü? Tabii ki 12 Eylül tarihin ve insanlığın vicdanında çoktan mahkum edilmiştir. Ama hukuken mahkum edilmesi maalesef mümkün olamadı. 12 Eylül cuntasının yaşayan iki ferdi (Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya) bir kere dahi mahkeme salonuna getirilmeden, sanık sandalyesine oturtulmadan yargılandı ve sözüm ona mahkum edildiler. 12 Eylül'ün sıkıyönetim komutanları, işkenceci polis ve askerler, işkenceci cezaevi müdürleri ve bakanlık yapanlar da dahil diğer bürokratlar hakkında bir iddianame bile hazırlanmadı.

Neden? "Emir kulu" oldukları için mi acaba? İşkenceciliğin, zorbalığın, zulmün bu şekilde savunulabilmesi "makul" olabilir mi? Kaldı ki yargılanmadıkları için ortak oldukları insanlık suçlarını ne şekilde savunacaklarını, gerekçelendireceklerini de bilmiyoruz.

Asla rövanşist bir yaklaşım içinde değilim. Ancak insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamında değerlendirmek gereken bu suçların sorumlularının hukuken hesap vermemiş olması, "geldi geçti, iki ihtiyarı ölmeden önce göstermelik olarak yargıladık" diyerek bu dönemin defterini kapatmak doğru ve ahlaki gelmiyor bana. Yüzleşmekten kastım sadece hukuki bağlamda değil, bunun siyasi ve toplumsal boyutları da var ve meselenin hukuki boyutundan daha az önemli olduğu söylenemez.

16 Nisan referandumu da dahil yürürlükteki anayasa 40 yerinden değiştirildi. Yamalı bohçaya döndü. Ama bu anayasanın ruhundaki Türkiye gerçekleriyle kavgalı ideoloji olduğu yerde duruyor. O kadar değişikliğe rağmen Türkiye'nin yeni, demokratik, insan haklarına, insan onur ve haysiyetine saygılı, özgürlükçü bir anayasaya duyduğu ihtiyaç da geçerliliğini koruyor.

Malum, 12 Eylül anayasası yüzde 93 gibi en değme dikta rejimlerini kıskandıracak bir sonuçla kabul edildi. Aynı halk oylamasında cunta şefi cumhurbaşkanı, cunta üyeleri de cumhurbaşkanlığı konseyi üyeleri oldular, ülkeyi yönetmeye devam ettiler. Tabii ki yoğun ve ağır bir baskı vardı ama sonuçta bu oyların sahipleri bu ülkenin yurttaşları. Aynı şekilde Evren'in meydanlardaki nutuklarını alkışlayanlar da.

Eğri oturup doğru konuşmak lazım. Darbecilik, eskisi gibi olmasa da hala toplumda karşılığı olan bir düşünüş şekli. Bazılarının "çare" sandıkları bir şey. Bununla yüzleşmek, sorunlarımızın mutlaka demokratik meşruiyet içerisinde çözülebileceğine inanmak, demokrasiyi tüm farklılıklarımıza rağmen tehdit ve tehlikeler karşısında savunacak bir bilinç, duyarlılık ve sorumlulukla sahiplenmek demek.

-15 Temmuz darbe girişimi bu açıdan bir ilk oldu galiba?

Doğru. Tarihi bir ilk. Halk darbeye karşı direndi. Darbe girişiminin püskürtülmesinde halkın canı pahasına tankların karşısında duran kararlılığının rolü büyük ve belirleyicidir. Bu alçakça girişimin "F tipi" olması da bir başka "ilk". Ama o gün bugündür "Yeni bir darbe olur mu?" tartışmaları oluyor. AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığını "Bunlar gitsin de nasıl giderse gitsin" boyutuna tırmandıran, böyle düşünen insanlar hala var. Darbe girişiminin ardından ilan edilen ve "Üç aya kalmaz kaldırırız" denilmesine rağmen hala devam eden, ne zaman biteceği de meçhul OHAL uygulamalarının böyle bir düşünce ve saplantı içinde olanlara objektif olarak zemin sunduğunu da belirtmek gerek.

"Çare" demokrasidir ve demokratik meşruiyet içerisinde, barışçıl bir demokrasi mücadelesinde aranmalıdır. 15 Temmuz darbe girişiminde bir kez daha gördük, her darbe, muhtıra, müdahale ülkemizi yıllarca geriye götürmekten, acılara neden olmaktan başkaca bir sonuç üretmiyor. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbe ve müdahalelerini yaşayan bir ülkeyiz; bu dersi çoktan çıkartmış olmamız gerekirdi...

-İlk defa 1978 yılında tutuklanmışsınız. Kaç yaşındaydınız?

Henüz 16 yaşına girmemiştim. Lise öğrencisiydim. Çağlayan Lisesi'nde okuyordum. Lisemizin yeri, bugün Adliye olan binaydı. Bir cinayeti protesto etmek için gerçekleştirilen öğrenci boykotuna katıldığımız için gözaltına alındım, işkence gördüm ve tutuklandım. Sağmalcılar Cezaevi'ne konuldum. Orada iken bir firar olayı, sonrasında isyan nedeniyle Sinop Cezaevi'ne sürgün edildik.

-Sinop Cezaevi 1979 kışında yandığında siz de oradaymışsınız...

Evet. Herkes Sağmalcılar'dan sürgün getirilen siyasi tutukluların yangın çıkardığını düşündü. Gazeteler de öyle yazdı. Dahası hakkımızda dava da açıldı. Ama gerçek öyle değildi. Gerisi kitabımda var.

-Sonra Davutpaşa ve 12 Eylül darbesi olduğunda Davutpaşa'daymışsın...

12 Eylül'ün hemen öncesindeki günlerde durduk yere, ortada herhangi bir sorun olmadan operasyon yapıp benim de içinde olduğum bazı tutukluları (60 kişi) "tecrit" olarak hazırladıkları koğuşlara koydular. Arkadaşlarımızın yanına dönmek için açlık grevi yaptık. 9 gün sürdü. Bütün taleplerimizi kabul ettiler. Biz "direndik kazandık" havasındayken darbe oldu. Hazırlıklarının nedenini böylece anlamış olduk. Sonradan öğrendik, darbeden önce Mamak ve Diyarbakır'da da operasyonlar olmuş. İstanbul cezaevlerindeki direnişin temeli Davutpaşa'da atılmıştır. Metris sonradan açıldı.

-Metris'te ne oldu?

Çok şey oldu. Mamak ve Diyarbakır'la birlikte Metris'i "pilot cezaevi" görüyorlardı. İçeri atılmış olmamız yeterli değildi; devlete biat etmemiz, "itirafçı" olmamız dayatılıyordu. Aslında darbecilerin tasavvur ettikleri toplumu doğrudan inşa etmeye çalıştıkları yerlerdi cezaevleri. Bizim onurumuzu, değerlerimizi, insanlığımızı korumak için direnmemiz hesaplarını bozdu. Bedeli ağır oldu. Arkadaşlarımız idam edildi. İşkenceden, tedavi edilmediği için hastalıktan hayatını kaybeden arkadaşlarımız oldu. Açlık grevleri, ölüm oruçları yaptık ve ölüm orucunda da hayatını kaybeden arkadaşlarımız oldu. Birçok kişi sakat kaldı, sağlığı bozuldu.

-Arada bir de Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi var. Ne kadar kaldınız hücrelerde?

Hücre tipi cezaevi idi orası. Havalandırmaların üzerine de kalın tel örgüler germişlerdi. Tam bir kafes ve tecrit uygulaması vardı, neredeyse nefes almak dışında her şeyi yasaklamışlardı. Tek tip elbise direnişi süresince uzun süre hücrelerde don atletle, yarı çıplak, ayakkabısız kaldık. Açlık grevi ve ölüm orucu sonrasında pijama, eşofman ve terlik alabildik. Çoğu tek kişilik hücrede olmak üzere 2,5 sene kaldım hücrelerde.

-12 Eylül mahkemeleri için ne diyeceksiniz?

Ne denilebilir ki? 12 Eylül darbe hukuku yürürlükteydi. Göstermelik mahkemelerdi. 12 Eylül zihniyetinin yargı boyutuydu. Tiyatroydu. İşkenceli polis ifadelerine dayanılarak hazırlanmış iddianamelerle yargılandık. Delil, kanıt, tanık bunlar "detay" bile değildi. Delile, kanıta, tanığa ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden savunma hakkımıza da saygıları yoktu tabii. Yargılanmamız gerekiyordu, yargılanıyorduk. Kenan Evren demişti ya, "Eşitlik olsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk" diye. Mahkemeler cuntanın hizmetindeydi. İlginç mahkeme hallerimiz ve insan hikayeleri de var kitabımda.

-Galiba bu kitabın devamı da var?

Kişisel tarihim açısından devamı, evet. Fakat dönem, şartlar itibarıyla içeriği çok farklı. İster istemez farklı, çünkü "devam" kitabı 90'lı yılları anlatacak. Henüz bitirmedim, çalışıyorum.

-Kolay gelsin. Teşekkürler.

KÜNYE

Cafer Solgun

“DEMEYİN ANAMA, İÇERİDEYİM”

İletişim Yayınları, Haziran 2017.

Editör: Tanıl Bora

Yayına hazırlayan: Dinçer Demirkent

Kapak: Suat Aysu

Düzelti: Burçin Gönül

Kapak resmi: Cafer Solgun albümü

ARKA KAPAK YAZISI:

"İçeride büyüdüm. Denilebilir ki, kişiliğim de 'içeride' şekillendi. Ama ben hiçbir zaman 'içeriye' alışmadım, 'içeride' olmayı benimsemedim. 'İçerisini' hep insan olmanın doğasına aykırı buldum. (...) 'İçeride' sayısız arkadaşım oldu. Her biri için cezaevi, kuşkusuz hayatlarında silinmez etkiler yaratan önemli bir deneyim idi. Bu arkadaşlarımın içerisinde ünlü-ünsüz gazeteciler, yazarlar, politikacılar da çıktı, işadamları veya mafyatik tipler de. Siyasetle, taraftarı oldukları örgütlerle ilişkilerini sürdürenler de oldu; sorulduğunda 'ben o defterleri çoktan kapattım' diyenler de. Mahpus yatmışlığını adeta insanların başına kakanlar, bunu kendilerini yaşatmak için bir tür 'sermaye' olarak kullananlar da oldu; sadece yüreklerinde yaşattıkları bir acı tecrübe olarak hatırlayanlar ve lafını etmekten pek hoşlanmayanlar da."

Tecrübeli bir mahpus, Cafer Solgun, yirmi yıla yakın süren hapishane deneyiminin aralıklarla 1978'den 1987'ye uzanan ilk faslını anlatıyor. Sinop, Davutpaşa, Metris, Sağmalcılar... 12 Eylül darbesinin "içeriden" görünüşü... Hapishanelerde "ilk "özel tip hücre" uygulaması, açlık grevleri, ölüm oruçları... Direniş...

Hem olağanüstü günleri hem olağan rutin ve ilişkileri ile hapishanedeki hayat... Zulmün ve direnişin gündelik yordamları. Racon ve "iç" hukuk... Cafer Solgun, sadece "içerideki" hayatı anlatmakla kalmıyor, bizi Türkiye'nin yakın geçmişiyle yüzleşmeye davet ediyor.

"Hayat akıyordu ve mahpushanelerinde Türkiye'nin, varlıkları ülkülerine karışmış hasretler birikiyordu..."