Mehmet Göcekli / Demokrat Haber

Bahar Gürsoy Kaynakçıoğlu ile Heyamola Yayınları’ndan çıkan “İngiliz Çukuru” adlı romanı üzerine söyleştik.

İzninizle yazara “Bahar Abla” diye hitap edeceğim, çünkü ikimiz de Rodoslu Sütçü Mahir’in torunlarındanız. Benim Babaannem, onun Anneannesi Sütçü Mahir’in on bir tane olan kızlarından.

Kitabın adı sizi yanıltmasın, Ege’nin iki yakasındaki halkların yaşadıkları zorlukların ve kolaylıkların, kötülüklerin ve iyiliklerin, çirkinliklerin ve güzelliklerin, yani ikilemlerin, çelişkilerin anlatıldığı bir roman bu.

Bilgiler, birikimler, yaşanmışlıklar, duygular, hikayeler Ege mutfağında hünerli bir aşçının elinden lezzetli bir romana dönüşmüş. Dili, anlatımı, kurgusu ve yaşattığı duygu ile sizi sirtakiye, zeybeğe kaldırıyor.

Bize “Ya oralı ya buralı” olmayı dayatan sisteme karşı “Hem oralı hem buralı” da olunabileceğini ve bunun hiç de fena bir şey olmadığını gösteriyor.

Genelde, 1. Dünya Savaşı sonrası yıllarda Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi anlaşması ile çok sayıda insanın topraklarından oluşu bilinir, anlatılır. Bir de 1947’ye kadar İtalyan egemenliğinde olan Rodos ve On İki Adalar’ın Yunanistan’a bırakılması ile Anadolu’ya göçmek zorunda kalan Türklerle, 6-7 Eylül 1955 Pogromu ve 1964 Sürgünü nedeniyle Yunanistan’a göçmek zorunda kalan Rumlar vardır. Bu romanda işte onların yaşamlarından kesitler usta bir kurguyla işleniyor…

-Bahar Abla, Ege’nin iki yakasını anlatan kitabının adı neden “İngiliz Çukuru”?

Önce merhaba Mehmetcim. Ben de kuzenimle söyleşmekten çok büyük mutluluk duyduğumu belirterek başlayayım söze. Çok güzel bir duygu bu gerçekten.

“İngiliz Çukuru”, aslında çok bilinen bir tanım. İzmir’in Selçuk ilçesinde bulunan -şu anda ne yazık ki bulunmayan- Artemis Tapınağının arkeolojik kalıntılarının İngiltere’deki British Museum’a gitmesiyle bölgede oluşan bir çukurun adı. Romanın ilk bölümünde zaten söz ediliyor. Tabii ki burada bir ironi var. Ben bir siyasetçi ya da tarihçi rolüyle bunu tanımlamak istemiyorum ancak şu açık ki halkların birbirinden kopuşuna giden yolu hazırlayan bu coğrafyadaki gaddar politikalar, Birinci Paylaşım Savaşı öncesinden başlayıp İkinci Paylaşım Savaşı sonuna dek devam etmiş ve romanımızın konusu bu iki halkın arasına doldurulamaz mecazi bir çukur açmıştır. Bu politikaların ana sahiplerine atfen romanıma bu ismi uygun gördüm.

O dönemlerde büyük acılar yaşandı ve bu politikaların devamında masum ve sıradan insanlar büyük bedeller ödemek zorunda kaldı. Ben “İngiliz Çukurunda” tarih kitaplarında adı geçmeyen o sıradan insanların duygularına değinmek istedim. Bize atfedilen din, ulus, millet kavramlarını bir kez daha sorgulamak istedim. Bu ateşin asıl düştüğü yere bakmaya çalıştım. Hayatlar parçalanıyordu, yaşananlar, yaşayanların anılarında eskiyordu. Bu kahredici unutuluşa gönlüm razı gelmedi. Bu kitap hem bugüne hem de düne bir selam niteliğinde.


(Artemis Tapınağı’nın bulunması gereken alan)

-Peki bu politikalar günümüze ne tür izler taşıdı ve sorunlar çözüldü mü?

Hayır tabii ki sorunlar çözülemedi ve iki halkı ayıran o koca çukur ortadan kalkmadığı gibi, yeni yeni dramlar başka başka hayatları derinden sarsarak, yeni göçleri yaratmaya, yeni çukurlar kazmaya devam ediyor. Onun için de kitabın sonunda BİTMEDİ dedim. Ve ne acı ki bitmeyecek.

-Romanın yazım sürecinden bahsedebilir misin? Yine bir İngiltere bağlantısı var galiba…

Bu sanırım, sadece kitabın isminden kaynaklanan bir çağrışım. Yazmaya İzmir’de başlamıştım ama İngiltere’de bitti. İngiltere’de bulunmak kitabı yazmama çok yardımcı oldu aslında. İstanbul’da yaşayan dostlarımız İzmir’i sakin bir şehir olarak görseler de benim için İzmir’de sürdürdüğüm yaşam da oldukça hızlı ve kaotik idi. Başladığım şeyi bir türlü bitiremiyordum. Uğraştığım işler, çiftlik, ofis ve çocuklarım, derken korkunç bir koşuşturma yaşıyordum. Burada sanki zaman durdu, önce bu durgunluğa bir alışma süreci yaşadım, sonra da kitabı bitirmeye odaklandım. Yazım sürecinde de yeni bir ailesel yer değiştirme deneyimliyordum aslında. Bu İngiliz Çukuru çok fena bir şey yani. Sonuçları gerçekten devam edip duruyor ve gerçekten insanoğlu bulunduğu toprağa kök salamıyor.

-Romanda Ege’nin iki yakasına dair derin bir bilgi ve gözlem göze çarpıyor. Kişisel tarihinin bunda nasıl bir etkisi var? Kaç dilin, kaç kimlik kartın var? Romanda otobiyografik yanlar var mı? Orada anlatılan sıkıntılardan bizzat yaşadıkların oldu mu?

Roman, doğal olarak baştan sona bir kurgu ve kesinlikle bir otobiyografi değil. Romanın içinde, özelikle yaşadıklarıma ve bu yaşamın içerisinde yolumun kesiştiği insanlara bir selam göndermek istedim ama bu benim kendi hikayem değil. Sıradan, herhangi iki kadının hikayesi. Seyri Sefain Anlaşmasının iptali ile Ege’nin iki yakasında mağdur olan biri İstanbul’dan Atina’ya gitmek zorunda kalmış diğeri ise Rodos’tan İzmir’e gönderilerek ötekileştirilen iki kadının hikayesi. Bu temelde aslında beni daha çok “öteki” meselesi ilgilendiriyor. Burada sahip olduğumuz resmi mühürler, imtiyazlar ya da sıkıntılar yaratan kimlik kartlarımız altındaki asıl ögeye yani insana bakmak istedim. Bu anlamda benim epey fazla kimliğim ve dilim var. Bir coğrafyadan diğerine göç edenler, götüremedikleri ne varsa, onları gittikleri yeni yere taşımak isterler. Bu durum insanları daha duyarlı hale getiriyor. Taşınan şeyin önemini arttırıyor. Benim bilgi ve gözlemim bu duyarlılık olsa gerek. Acılar ve sıkıntılara gelince; bu coğrafyada tüm yaşananların korkunçluğu yanında kişisel olanların sözünü etmeye değer mi bilmiyorum.

-Ege’ye devletlerin değil, halkların gözüyle bakmışsın. “Ege Denizi balıklara aittir” diye bir söz var. Ege’de ve hatta Dünya’da daha özgür olmak için balık gibi mi olmalı?

Balıkların ne kadar özgür olduğunu bilemeyiz. Ama Ege Denizinde yeni ötekilerin binlercesi balıklara yem oldular ve olmaya devam ediyorlar. Halklar da nedense bu gaddar oyuna her seferinde düşüyor. Tanıklık ettiğimiz ve duyarsızlığın kazdığı bu çukurlara daha ne kadar insan gömülecek ve yeni yazarlar yeni romanlarda bu acıları ve mağdurları yazmaya ne kadar devam edecek? Adımız seslenildiğinde kimsenin dönüp bakmadığı ve kimsenin adına, dinine ve rengine göre ötekileştirilmediği bir dünyayı kurabilecek miyiz? Bunu umut edelim mi Mehmetcim?