Murat Karayılan’ın Avni Özgürel ile yaptığı upuzun röportajda özellikle üzerinde durduğum noktalardan biri, Oslo’dan söz ederken ‘çözüme çok yaklaşılmış olduğuna’ işaret eden cümleleri. Avni Özgürel, “Çözüm noktasına yaklaşılmış mıydı” diye soruyor ve Karayılan şu cevabı veriyor:
“Evet, çok yaklaşılmıştı. Yani biz hep yaklaştığımızı varsayarak ele aldık. Ama sonra devletin-hükümetin-bürokrasinin kararında gerçekte köklü bir değişiklik olmadığını düşündüren hadiselerle karşılaştık. Çünkü aksi olsa çözüm olurdu. Çünkü çözüme çok yaklaşmıştık. Çözüm koşulları olgunlaşmıştı. Özellikle ben bu konuda samimiyetle söylüyorum; ben bu işin içindeyim. Yani her görüşmeyi, her şey harfi harfine, yakından takip ettim. Kendim bulunmadım ama birinci elden takip eden kişiyim.”
Bu sözleri önemsememim sebebi şu: Bundan birkaç ay önce devletin en üst sorumluluk konumunda birinden aşağı-yukarı aynı cümleleri işittim. Tek fark, Karayılan, işin bozulmasının sorumluluğunu ‘devlet-hükümet-bürokrasi’ye yüklerken, o, ‘PKK’ya’ yüklüyordu.
En üst sorumluluk noktasındaki devlet yetkilisi, “Çok uzun süre çok iyi götürdük müzakereleri, çözüme çok yaklaşmıştık” demişti. “Peki, görüşmeler içerikli miydi” soruma, “Evet, çok içerikliydi hem de çok” cevabını vermişti.
Çözüme doğru yol alındığı her iki tarafın en üst düzeyinde kabul görürken anlaşılan, geçen yılın 15 Mayıs-15 Temmuz’u arasında ip kopuyordu.
Niye, nasıl koptu? Kim sorumlu? Kimin ne payı var? Konunun aydınlanmamış gizemli bir tarafı olduğu muhakkak.
Ancak madem ki, her iki tarafın en yüksek pozisyonlarında olanlar, “Çözüme çok yaklaşmıştık” tespitinde, ‘işin ciddi yürütüldüğünde’ ve kopuş anının aşağı yukarı ‘zamanlaması’nda aynı görüşteler; gelinmiş olan noktayı ‘sıfır-toplamlı’ göremeyiz. Yani, bir ‘zero-sum game’ ile karşı karşıya olamayız.
Daha açık bir ifadeyle; Oslo’yu olmamış –keen lem yekûn- sayamayız. ‘Çözüme çok yaklaşılmış olduğu’ olgusunu göz ardı edemeyiz. Bundan sonra, ‘çözüme doğru ilerlemek’ istiyorsak, bundan sonra atılacak adımlar Oslo’yla elde edilen tüm kazanımlar üzerine bina edilmelidir.
Madem ki, son PKK saldırısı, ‘savaşa devam’ görüşünü meşrulaştırmaktan ziyade, ‘savaş bitsin’ duygusunu güçlendirdi;
o nedenle geçen yılın 15 Temmuz öncesi şartlarının ve mekanizmalarının canlandırılmasında yarar var. Öncelikle Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit kalkmalı ve Öcalan’ın ‘çözüme ortak’ kılınması çalışmasına geri dönülmelidir.
Geçen yılki Silvan saldırısı, Abdullah Öcalan’ın örgütüne söz geçiremediğine, dolayısıyla Öcalan ile dans etmenin artık gerekmediğine kanıt olarak gösterildi. Bu değerlendirme, Abdullah Öcalan’ın tecridine meşruiyet sağladı.
Bu zihniyetin sonucu, ister istemez, ‘güvenlik öncelikli politikalar’a yönelmek oldu. O gün bugündür KCK’lı diye içeri atılanların sayısı 7000-8000 dolayında.
Soru şu: 2012 Haziranı’nda çözüme 2011 Haziranı’ndan daha mı yakınız?
Değiliz değil mi?
Silvan saldırısından sonra Abdullah Öcalan’a ilişkin değerlendirme, şimdi Murat Karayılan için yapılacağa benziyor. Yani, onu da yok varsayıp, devre dışı bırakmak.
Bu yanlıştır. Karayılan, ne olursa olsun, PKK’nın en yetkili ve üstelik siyasi çözüm açısından ‘en makul’ yöneticisi olmaya devam ediyor. PKK’yı çeşitli bölgesel aktörlerin etkisinden ve ‘kullanımı’ndan sıyırıp, ‘Türkiyelileştirmek’ için en uygun diyalog partneri de odur.
Geçen yıl tam bu zamanlarda, TESEV Raporu adıyla bilinen, ‘Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakabilir? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması’ başlıklı yaklaşık 100 sayfalık bir rapor kaleme almıştım. Devletten PKK’ya uzanan geniş yelpazede önde gelen aktörlerle yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilen bir çalışmaydı. Silvan saldırısı ile o rapor, sessizce rafa kaldırıldı. Oysa, değerlendirmeleri ve önerileri geçerliliğini hâlâ koruyor.
Raporun vardığı sonuçlar, bir yıl sonra, son PKK saldırısından sonra daha da geçerli hale geldi. Söz konusu raporda, PKK’nın yapısı, tarihi arka planı içinde inceleniyor, eğilim farklarına vurgu yapılıyor ama ‘böl-yönet’ yöntemi yerine, Abdullah Öcalan’ın lider rolüne ağırlık verilerek, ‘müzakereli çözüm yöntemi’nin benimsenmesinin altı çiziliyordu.
Lideri hapiste, kadroları geniş bir coğrafyaya dağılmış ve içinde bir sürü farklı eğilim barındıran silahlı bir siyasi hareketin üzerinde ‘böl-yönet’ politikası güderseniz, ‘şiddet’ en etkili ve güçlü ‘yapıştırıcı’ ve ‘birleştirici’ rolü oynar. Yani, ‘böl-yönet’, şiddete ve teröre davetiye çıkartmaktır.
Tam da bu nedenle birkaç gün önce Diyarbakır’da Leyla Zana’nın çıkışı hakkında sohbet ettiğim Diyarbakırlılara, “Bu günlerde spektaküler bir PKK saldırısından endişe ediyorum” demiştim. 72 saat sonra olan oldu.
Unutmayalım; “Tayyip Erdoğan’ın bu işi çözeceğine inanıyorum” dediği için iktidara yakın çevrelerce övgülere boğulan Leyla Zana, o çok önemli söyleşisine, üstelik kendisine sorulan sorunun doğrudan cevabı olmamasına rağmen, “...2004’te devlet tarafından uygulanan Kürtleri böl-yönet mantığı hâkimdi” cümlesiyle girmiş ve bugün bu mantıktan kaçınılması gerektiği mesajını vermişti.
Abdullah Öcalan-PKK, Murat Karayılan-diğerleri, Leyla Zana-BDP; bu farklılıkların altını çizmenin bir yararı olmayacak.
Ama PKK silahları susturmalı.
Kesinlikle. Ama nasıl?
PKK’nın beyaz bayrak çekip teslim olacağını beklemek, herhalde, gerçekçi değil. Öyleyse, PKK’nın silahları susturmasının zemini devlet-hükümet tarafından hazırlanmalı.
Bu konuda hafta sonu Radikal İki’de Yüksel Genç’in çok önemli bir yazısı yayımlandı. Yüksel Genç, 1999’da Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla ‘barış jesti’ amacıyla gelip teslim olan ilk PKK’lı grubun içindeydi. Beş yıl hapis yattı. Şimdi tekrar, bu kez ‘KCK kapsamında’ tutuklandı:
“Kaderin cilvesine bakın ki, dağdan gerilla olarak gelen ben, üyelikten 5 yılla cezalandırılmıştım. Şimdi ise kentte gazetecilik yaptığım için 20 yılla yargılanıyorum. Dışarıda kalan diğer grup üyelerinin de benzer gerekçelerle yeniden tutuklanmayacaklarının hiçbir garantisi yok. Bu tabloya bakan bir örgüt, kentte yasal alanda mücadele seçeneğini kullanır mı? Varın siz düşünün.”
Yüksel Genç, yazısını şöyle noktalamıştı:
“Bu durumda eğri oturup doğru konuşacağız. Yasal zeminde yasal araçlarla mücadelenin mümkün olduğu, yasal alanın güvenli olduğu, hak ve özgürlüklerin korunduğu, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün sağlandığı gösterilmediği müddetçe, tutuklanan 8000 insan serbest bırakılmadığı sürece PKK’lılar dağdan niye gelsin? Nasıl gelsin? Nereye gelsin? Cezaevinde yatmak için mi? Sonrasında siyasi hayatın dışına çekilmek için mi? Yoksa herhangi bir siyasi aktivitesinde yeniden yargılanıp tutuklanmak için mi? Niye gelsin? Yanıtı olan açık söylesin!”
Üç yıldır söylediğimizi söyleyelim: KCK operasyonları, PKK’ya “Savaşına devam et” çağrısıdır. Esas anlamı budur. O bitirilmeden ve sonuçlarıyla tersine çevrilmeden, savaş bitmez.