Cem Birder / Eko IQ Dergisi, Temmuz 2012

 

Buğday Derneği tarafından kurulan Türkiye’nin ilk organik halk pazarı Şişli Bomonti’de 6. yılını doldurdu. Daha sonra açılan birçok organik pazara öncü oldu, model oldu. Organik ürünler iç piyasasına kattığı dinamizm çok kıymetli. Sağlıklı gıda ve parametreleri organik pazarların çoğalmasıyla daha çok tartışılır hale geldi.

 

Ancak tüm verilen emekler içinde, toplumsal fayda ve eşitlik perspektifinde gözden kaçabilen hususlar var.

 

Bir buçuk yıl önce organik pazardaydım. Organik Çay Ocağı İşletmecisi (ve pazarın en önemli bireysel emektarı) Bahri Artuğ’a sormuştum:

 

“Pazarımıza mahallemizden kaç kişi gelir?”

 

“Abi, bir elin parmaklarını geçmez!“

 

“Niçin, nasıl olur?” diye şaşkınlık içinde mırıldanırken, uzaktan bizi duyan tanınmış bir organik ürün üreticimiz:

 

“Cem, herkes organik yemek zorunda değil” deyivermişti.

 

Aynı mekânda Pazartesi ve Perşembe günleri kurulan halk pazarlarında iğne atsanız yere düşmez. Emekliler, gençler, akşam saatlerinde annesinin peşinde çoluk-çocuk, mahalle halkının yürüyerek çekçekleri ile gelişi, pazarcıların coşkulu ‘gel abla gel’ çağrıları, usulca kişiye özel yapılan pazarlıklar, kamyonlar dolusu inen-çıkan kasalar… Bu renkliliğinin cazibesine karşın, ürünlerin hangi koşullarda yetiştiği, nereden geldiği, ne zaman hasat edildiği belli değil; tüketicinin bu bilgiye sahip olabilmesine yönelik bir çaba yok. Belki de karşımızdaki heyecanlı tabloda bunların sorgulanması istenmiyor.

 

Bu bilinmezlere karşın organik pazarın çözüm olabileceği düşünülmüştü. Teknik olarak hassas bir çizgide ve disiplinli bir yaklaşım içinde farklı sivil toplum kuruluşları inisiyatifinde gelişti organik pazarlar. Ürün ve üretici sertifikaları her geçen gün daha dikkatle hazırlanıyor. Aday katılımcı üreticiler titizlikle inceleniyor.

 

Ancak organik pazarların sağlıklı beslenme yönündeki yüksek kapasitesine karşın, sosyal anlamda fazlasıyla seçkin bir tavır içinde olması vazgeçilmez koşul mudur?

 

Bir başka deyişle:

 

- Organik ürünler niçin pahalıdır? Konvansiyonel ürünler ile arasındaki farkı oluşturan etmenler araştırılıyor mu? Bu faktörler hesaplanabilir değil midir?

 

- Üreticilerin iyi okur-yazar olması, bilgisayar kullanarak uzun raporlar hazırlaması ve sertifika kurumuna “e-mail” çekebilmesi organik açıdan bu denli gerekli mi?

 

- Tüketici profili olarak baktığımızda her kesimden insanın ve özellikle ‘mahallemizden’ daha çok sayıda insanın organik beslenmesinin hedeflenmemesi garip değil mi?

 

“Herkes organik yemek zorunda değildir“ yaklaşımı benim hayallerimden uzaktı. Mahalle halkının organik pazara niçin gelmediği veya gelmesinin önünün ne şekilde açılabileceği gibi meseleler dernek organizasyonunun önceliği olmadı. Üretime daha çok zaman ayırmak ve herkesin organik beslenmesinin mümkün olup olamayacağına karar vermek üzere bir buçuk yıl önce köye taşındım; organik pazardaki tezgahımı bıraktım.

 

Her yıl organik sertifikalı üretim miktarım artmaya devam etti. Elma, kiraz, armut, ceviz… Toprağın temiz, suların Kaz Dağı’ndan aktığı bu coğrafyada meyveler biraz lekeli olsun, bazısı varsın kurtlu olsun diye düşünürüm. Organik pazara ürünlerimi göndermeye devam ettim, inatla en ucuza satılsın istedim. Fakat birçok kez mahsul tezgahta kaldı. Meğer müşterinin yorumu şöyleymiş:

 

“Sizin ürünler niye ucuz? Yoksa organik değil mi? Hem şekilleri de diğerlerinden daha bozuk…”

 

Demek organik de olsa müşteri kusursuz görünüm tercihine sadık kalıyordu.

 

Komşu köyümüze zaman zaman uğrarım. Çiftçi arkadaşlar organik sertifikalı üretim yaptığımı duymuşlar. Geçenlerde kahve önünde oturanlardan biri seslendi:

 

“Bizi de geçiriversen şu organiğe, malımızı güzel fiyatlara satalım pazarlara!”

 

“Siz bilir misiniz geçiş sürelerini, ne yapacaksınız 2-3 yıl? Ürünleriniz hem şekillerini kaybedecek, hem organik sayılmayacak? N’aparsınız o zaman?” diye sorduğumda, fazla bir şey diyemediler:

“İyi madem, gel de bari bir çay içelim…”

 

Diyemedim, ben bile istediğim gibi satamıyorum ürünlerimi o pazarlarda.

* * *

2008 yılında Slow Food tarafından düzenlenen Terra Madre etkinliğine katılmak benim için önemli bir dönüşüm olmuştu (*). Dünyanın her yanından binlerce küçük çiftçi, akademisyen, aktivist, gıda uzmanı ve aşçının bir araya geldiği bir haftalık buluşmada birçok mini-konferans düzenlendi. Bunlar arasında beni en çok etkileyen “çiftçinin okuma-yazma bilmeme” özgürlüğü üzerine olanıydı. Konferans, toprak, tohum, hayvan, bitki ve bunların mamul üretimleri ile uğraşan insanların özellikle AB ve gelişmekte olan diğer ülke normları içinde karmaşık dosya raporlamaları için zaman vermek zorunda olmalarına dikkat çekiyordu:

 

“Tohumu binlerce yıllık ıslah çalışmalarıyla ulaştıran köylümüze sayfalar dolusu yanıt talep eden karmaşık sorular soruyoruz. Onların bunlarla uğraşmak zorunda bırakılması haksızlıktır. Çiftçiler toprağı tanır, doğayı tanır; ve onu işler. Onların bildiğimiz klasik anlamda okur-yazar olma zorunlulukları olmamalıdır.”

 

Gericilik gibi bir hedefim yok ama ince çizgiyi gözden kaçırmayalım. Mustafa Kemal Atatürk de “köylü milletin efendisidir” dediğinde köylümüz okur-yazar değildi. Kritik mesele, toprak ve çevre değerleri üzerinde deneyim sahibi olan, bilgeliği yazılı olmayan kültürel yöntemlerle gelecek nesillere aktaran bir toplum kesiminin varlığını görmek, saygı duymaktır.

 

Financial Times tarafından “dünyanın en ünlü gelecekçisi” olarak da tanımlanan Alvin Toffler 21. yüzyıl cahillerini okur-yazar olmayanların değil, öğrenmeyi, öğrendiklerini unutmayı ve tekrar öğrenmeyi beceremeyenlerin oluşturacağını ifade etmişti. Bu tanım toplum içinde köylünün değerini pekiştiren bir yorum. Toprağın, mevsimlerin, tarımsal üretimin daima dinamik çizgisini takip eden ve onu yorumlamayı bilen ancak okur-yazar olmayabilen köylünün “cahil” olarak sıfatlandırılması sizce asıl cahillik değil mi? Köyünü terk etmek zorunda kalan okur-yazar köylünün şehirlerde iş bulup varoşlarda yaşam mücadelesi vermesi midir ileri toplumculuk?

 

Dört yıl önce, köye adım attığımız ilk aylarda ilginç bir deneyim yaşamıştık. Bahçe komşumuz Halime Dinçer benim sebzelere çapa yaparken gösterdiğim çabayı izlerken,

 

“Cahillik kolay değil…” demişti.

 

O gün anladım meselenin diplomada değil, doğayı okur-yazar hale gelmekte olduğunu. Deniz Postacı’nın da hep ifade ettiği gibi doğa içinde ben merkezli olmadan, ad cordis (**) yönünde, uyum içinde var olabilmek önemli.

 

Organik sertifikasyon yapısı nicelik yönünde karne verirken, nitel yapıyı irdelemiyor. Bu yaklaşım organik tarımın istismarına, sömürüsüne ve felsefe olarak bozuşmasına doğru giden yolu pekiştiriyor. Küçük çiftçinin varlığından ve dünya görüşünden ziyade göndereceği raporların ve yapacağı ödemenin hesabı ön planda sorgulanıyor. IFOAM (the International Federation of Organic Agriculture Movements – Uluslararası Ekolojik Tarım Hareketleri Federasyonu) Organik Sertifikasyon yanında Katılımcı Sertifikasyon Sistemlerini de destekliyor. Bu yapı üretici ve tüketici gruplarının kurallarını ve kontrollerini gerçekleştirdiği yarı özerk bir oluşum. Amacı sadece kontrol ve sertifikasyon değil, üretim süreçleri hakkında bilgi edinmek ve bu bilgileri şeffaf şekilde isteyen herkesle paylaşmak. Özellikle köylü ve küçük çiftçi tarımının içinde barındırdığı mali zorluklara ve raporlama zorunluluklarına karşın gerçekçi bir alternatif. Bu alanda Türkiye’de başlayan çalışmalar yakın zamanda basında daha çok yer alacak. İnanıyorum ki, organik tarımın özünde sakladığı doğa dostu üretim ve alçak gönüllü büyüklükler yeniden hatırlanır. Tarım endüstrisinin binlerce yerel köylüyü çalıştırarak dünya piyasalarına sunduğu organik ürünler olmayabilir tek tercihimiz.

 

Yüreğinde toprak sevgisi taşırken, doğa dostu tarım için, üretici ve tüketicilerin bir araya gelmesi, birlikte emek vermesi ve kafa yorması mümkün olabilir. Bu çaba tüm sertifikalardan daha anlamlı. Yoksa, “organik” kağıt üzerinde ne bir hayat kurtarıcı, ne de satın alınabilir bir kıymet.

 

Yaşam gülümsüyor, basit bir koşulu var: ad cordis

 

(*)         :

 

(**)       : Deniz Postacı’nın yorumu: Canlılığın çevreye akordu evrimseldir ki akort’un Latince kökü de “ad cordis” yani akıl ve gönüle doğru demektir. Bu akıl ve gönül, temelde gezegenimizdeki canlı ve cansız bileşenlerden oluşan organik yapıyı temsil eden Gaia’nın aklı ve hakkıdır ki bu akıl ve haklar çerçevesinde insan yaratıcı, girişimci ve özgürdür.