Cumhuriyet gazetesinden Mehmet Faraç’la görüştüm. Cemil Çiçek’le görüştüm, bakanımızla. Benim çekincem yoktu. Ama senaryoyu okuyan ekipten insanlar bazı konularda ‘Acaba biraz daha mı törpülesek?’ diye düşündüler.” Bu sözler Doğan grubuna ait bir televizyon kanalındaki programda Mahsun Kırmızıgül ile yapılan mülakattan alıntı. Kırmızıgül’ün son filmi “Güneşi Gördüm” üzerine ulusalcı ya da muhafazakâr pek çok farklı medya organında takdir edici yorumlar yapıldı. Film üzerine yazılan değerlendirme yazılarında bu kesimlerden gelen ortak ifadeler bu ülkede artık cesaretli filmlere, cesaretli yönetmenlere ihtiyaç olduğu yönündeydi. Böylesine güçlü bir takdirin Kürt sorununa salt bir güvenlik ya da yoksulluk sorunu olarak bakan kesimlerden gelmesi ilginç değil. Onlara istediklerini vermiş Kırmızıgül. Fakat bugün Taraf Gazetesi köşe yazarlarından Önder Aytaç ve Emre Uslu’nun “Apoletika” adlı köşelerinde filme methiyeler düzdükten sonra aynı film üzerinden DTP ve Ahmet Türk eleştirisi yapması ilginç olabiliyor. Zira adı geçen köşede daha birkaç gün önce Cemil Çiçek’in seçim sonrası Iğdır üzerine sarf ettiği sözler eleştirilirken “Efendi Çiçek” tabiriyle AKP içi muhafazakâr kanat eleştirilmekteydi…



Kırmızıgül’ün yukarıdaki ifadelerine bakacak olursak Mehmet Faraçlı, Cemil Çiçekli danışma kurulu filmin “acaba biraz daha mı” törpülenmesi gerektiğini sormuşlar. Bu ifadeden şunu mu anlamamız gerekiyor, film mevcut haliyle bu danışma kuruluna sunulmadan önce zaten törpülenmiş ama o törpüleme yeterli görülmemiş “acaba biraz daha mı” diye sorulmuş. Daha pek çok ulusalcı veya muhafazakâr yazar gibi Önder Aytaç ve Emre Uslu da törpülendiği yazarı ve yönetmeni tarafından açıkça ilan edilen filmi pek bir beğenmişler, “Mahsun’la ‘Güneşi Gördüm’ ya sen?” diye sormuşlar. “İşte böyle cesur filmler çıksa Kürt sorununu olduğu gibi görmemizi sağlasa ne iyi olur” temennisinde bulunmaktan da geri durmamışlar. Eleştirilerini daha ileri götürüp Kürtlere sorma ihtiyacı duymuşlar, bu filmi izledikten sonra “Ya Kürtler, Xaleta Xezal? Kim sizi temsil ediyor ve sizin için mücadele veriyor?”



Aytaç ve Uslu’nun DTP eleştirisini Ahmet Türk’ün Mecliste Kürtçe konuşması üzerinden yapmaları da oldukça manidar. Eğer Kürt, Kürtlük, Türk olmamak üzerinde hiçbir sorun yoksa, sorun salt bir PKK sorunuysa mesela kimse sormuyor mu “Kürt Ahmet’in soyadı neden Türk” diye? Resmi söylemde daha Kürtçe diye bir dilin olduğu birkaç yıldır kabul edilmişken bu ülkenin Türkçe tedrisatından geçmiş ve Kürtçe ıslık çalması dahi yasaklanmış okumuş yazmış kesiminden Kürtçeyi sular seller gibi konuşması nasıl bekleniyor? Bunları sormak yerine Aytaç Uslu ikilisi soruyu tersten sormuş. Ahmet Türk’ün grubundaki pek çok Kürt arkadaşının bile anlamadığı anadilinde konuşmasına gerek var mıydı, Kürtçe konuşamadıklarına göre bunlar mı Kürtlerin temsilcisi olacaktı. Şahsım adına bu ülkenin yazar-çizerinin hafızasından korkuyorum. Sanki kimse bu ülkenin halklarına “vatandaş Türkçe konuş” dememiş gibi, Kürtlerin Kürtçe konuşamamasına, Ermenilerin Ermenice bilmemelerine, Lazca diye bir dilin yok olma eşiğine gelmesine, Yahudilerin Ladino ile tüm ilişkilerinin kesilmiş olmasına şaşırıyoruz, içlerinden çıkan siyasetçilerine de “siz bu halkların temsilcisi olamazsınız” deme cüretini gösterebiliyoruz. Evet, bu bir gerçek, bu ülkede 80 yıldır Türkçe dışındaki anadiller o anadilin sahipleri tarafından ya hiç bilinmiyor ya da konuşulamıyor. “Neden konuşamıyorsun” sorusunu da o halkların bireylerine, temsilcilerine, siyasetçilerine sormak fazlaca bir körlük ya da aşırı konfor belirtisi olsa gerek. Kürtlerin temsilcilerinin kim olup olabileceği konusuna belki yüz cevap verilebilir ancak bu cevapların hiçbirinin Çiçekgiller ya da onları içinde barındıran bir siyasi eğilim olmadığı açık. Çiçekgillerin törpüsünden nasibini alan bir filmin de cesur, gerçekçi, anlamlı kategorilerinden hiçbirini taşımadığını görmek için o filmde anlatılan hikâyenin içinden gelmeye ya da Kürt olmaya hiç gerek olduğunu sanmıyorum. Fakat asıl zihin açıcı soru bu filmin cesur ve gerçekçi olduğu konusunda mutabakata varan ulusalcısından demokratına liberalinden muhafazakârına farklı kesimlerin her birinin bu noktada nasıl ortaklaştıkları sorusu olabilir. Zira Güneşi Gördüm filmi törpülenmekle kalmamış açıkça yalan söylüyor. Hem de resmi kaynakların kabul ettiği gerçekleri inkâr ediyor. Filmde köyü boşaltılarak İstanbul’a göç etmiş olan aile, başlarına gelen felaketler sonrası aynı yıl içinde köylerine geri dönüyor. Zaten köyden çıkarken de komutan kendilerini öperek uğurlamıştı, “yine gelin” demişti. Böylece İstanbul’un derdini çekeceklerine köylerinde ‘güvenlik sorunu’yla baş başa yaşamayı göze alıyorlar. Meğer köye dönüş için tek yapmaları gereken trene binmekmiş. Madem köye dönmek böyle kolay bir şeydi o zaman neden devlet yetkilileri köylerin boşaltılmasından yıllar sonra “Köye Dönüş” diye çok aşamalı bir proje başlatma ihtiyacı duydu? Köy boşaltmaların yirmi yıla dayandığı bugünlerde bile dönüş yasaklı köylerin olması hiç mevzu bahis değil. Bu ayrıntı filmin üzerine oturduğu en büyük yalan. Diğer küçük yalanları görmek için filmi izlemeniz gerekiyor. Bu filmi beğenen sağdan soldan her kesim de işte bu yalanları seviyor.



Bu ülkede pek çok yazar, yorumcu, siyasetçi ve izleyici için Kürt sorununu en iyi, en cesur anlatan filmin duymayı istedikleri yalanları söyleyen bir film olması çok anlamlı. Fakat bu yalanlarla bezeli ‘törpülenmiş’ projeler sorunu çözmek bir yana ancak derinleşmesine hizmet etmektedir. Bu şekilde sadece değişimin zorlayıcılığı kapımıza dayanana kadar biraz daha konfor içinde yaşar ve kendimizi kandırırız. Asıl değişim ise yalın bir gerçekliğin yüzümüze çarptığı ve konforlu sandalyelerimizi sarstığı projelerle sağlanacaktır. Böyle projelerle karşılaşana kadar ‘iyi seyirler’…

- - - -