Günün en şık saatleri, hatta haftanın ve yılın belki de. Şefkatle yoğrulmuş bir seremoniyle, Güneşin çığlıklarına dokunuyordu Halkım. Yasaklanmış Kimliğimin siluetine yaslanıyordum ve tarih denilen unutkan yelkovana.

Geleceğe dair umutlarımı sakladığım heybemden bir tutam slogan alıp ellerime, hiç gidilmemiş coğrafyalara yolculuğa çıkma hesabındaydım. Benimle yaşıt Halkımın çocukları, baştan başa dinamitlenmiş duyguların sahipleri tarafından kelepçelendiğinden bu yana, büyüdüğümün farkına ve tadına varıyordum.

Adımı ve yaşımı ve dahi yasımı yerleştirebiliyordum göğün merhametli kollarına. Ölüme uzak bir yaşta ve fakat bir o kadar da yakın bir çağda, ‘daha demincek yıllar da geçse demincek’ kardeşler bir birini boğazlıyorlardı. Hiçbir Vatanı sevmedim ve hiçbir Bayrağı ve hiçbir Marşı. İnsanı esas alıyordum bu yaşımda bile. İnsani olan hiçbir şeye uzak durmayarak hem de.

Oysa, Habil ve Kabil’den bu yana, durmadı kardeşin kardeşe olan cinneti. Ölümleri kutsuyorlardı çoğu insan ve bununla kalmayıp, ‘Benim Ölüm Senin Ölünü Döver’ raddesine bile gelmişlerdi neredeyse. İşte Ölümle haşir-neşir bir coğrafyada yaşamanın zorluklarına dair bir kaç kelam. Oysa ben, sesi henüz isimlenmemiş, cünüp saatlerden korkmamış halime ölümün çirkin kollarındayım.

Önce, kulakları sağır edercesine bir uğultu işgal etti dünyamı, kentimi ve beni sonra, kurak bir toz bulutu sardı beynimin hücrelerini. Kendimi bir gazaba uğramış gibi hissettim. Tanrım, Kıyamet dediğin film bu muydu? İki elimi kollarımın arasında birleştirip hemen önüme düşen güneşin ışıklarına diktim gözlerimi. Belki son defa bakınabilecektim bu ışığa ve belki de bir daha yanağımı ısıtamayacaktım pencereye vuran sıcaklığıyla. Biz hep soğukla meşgul olmuşuzdur, en sıcak halimiz ‘Serin’ diyebileceğimiz bir durum. O yüzdendir belki de son yolculuğumda pişmanlık duaları için bana eşlik etmeye gelmişti güneş. Ne hareket edecek bir yer ve ne de takat kalmıştı bedenimde. Ölümü çokça duyan ve hatta bilen ben, ölüme lanet eder bir haldeyim. Yani, ölümün öyle erken oluşuyla ilgilenmiyordum ben, Ölüm düpedüz Kalleşti…

Gözlerimi diktiğim ışık, yerini kapkara bir resme bıraktı birden. Her taraf cehennem karanlığında ve ben sırrına varıyordum artık ölüm denilen illetin. Üşüdüğüm zamanlar, dağların kuytuluk köşelerinde durduğum semah geldi aklıma birden. Öpmeye kıyamadığım Annemin tandır kokan elleri, Kardeşlerimin okul sonrası keyifleri geldi aklıma. Şimdi sırası mıydı bunca güzel şeyleri hatırlamanın? Şimdi sırası mıydı Donuk bakışlarıyla beni seven babamın ellerindeki işçi nasırlarını bedenimde hissetmenin. Meğer ‘Tüm Yaşadıkları Bir Film Şeridi Gibi Geçer İnsanın Gözlerinin Önünden’ dedikleri buymuş. Ölümümden az önceki ömrümün filmini izliyorum adeta. Yönetmeni Tanrı, Oyuncuları ise Zavallı Kimliksizler…

Bu karanlık dehlizin saçmalıklarına göğüs gererken, en son hatıralarımı serpiyorum kainatın matemli göğsüne. Karanlık bir fataliteye karşı ne kadar savaşabilirim ki beyaz avuçlarımla? Avuçlarım, Coğrafyamın Haki bir gülümsemeyle vurulduğu anlarda, beni yalnız bırakmıyordu bu köhne yolculukta. Yüzümü avuçlarımla sakladım ve üzerime üşüşen katil beton parçacıklarından korunmak adına uzandım. Tanrım bu ne kadar acı ve ağır bir yenilgiye benziyor. Her yanım acıyordu. Ağlamakla, geçmişimin filmini izlemek arasında bir yerlerdeyim.

Avazım çıktığı kadar bağırıyordum, sanki tüm kainatın kulaklarını yırtarcasına bağırıyordum amma, benden başkası duymuyordu bu mezarlıkta. Benden başkası uyumuyordu da demek isterdim. Ve fakat benle kaderdaş bir çok arkadaş var.

Ne kadar zaman geçti, kaç defa güneş batıp yeniden doğdu bilemiyorum. Zaman kavramını yok etmişti bu işgalinde olduğum mekân kavramı. Yukarıda birileri, bir şeyler vardı biliyorum. Duyuyorum da bazı sesleri zaman zaman ve nefeslerini hissediyorum insanların. Kendimi kurtarılacak için şanslı hissettiğim her an, bu sesler yerini derin bir ‘Sesimi Duya var Mı’ çığlığına bırakıyordu. ‘Evet Sesinizi duyuyorum ama siz beni duyamıyorsunuz’ diye bağırıyorum, üzerime çökmüş duvarları yumrukluyorum ama duyuramıyorum sesimi. Meğer Ölüme yakınken sesi dahi yabancılaşıyor insanın, sesi dahi bir fiskelik tona dönüşüyor.

Evet, bu kirli emellerine alet ettikleri koca binanın yıkıntısı altındayım. Artık her şeyin farkına varma zamanı. Artık derin bir suskunlukla huzura ebedi uykuya dalma zamanı. Yani birazdan, ölüm denilen kalleş ve işbirlikçi ruh bana yaklaşacak. Son defa avazım çıktığı kadar bağırıyorum, Sesimin sırrına varıyordu gündüzün karanlığı. Nefesimin son kertesine kadar bağırdığım YAŞAM denilen ve demin kendini bana yabancı kılan hikayeye yaltaklanmak istiyordum.

Sonra Tanrının gözlerini görüyorum birden, bir ışık huzmesi. Ve bana uzanan bir el… Yakasında ancak haritada görebildiğim bir ilin kokartını taşıyan Kurtarıcı bir Tanrı… Herkes şen-şakrak. Beni kurtarmış olduklarının keyfine varıyorlardı. Önce suratları dağlanmış çocuklar ilişiyor gözüme ve sonra kızıl kıyamet bu kalabalığın arasına yerleşmiş bir Ölüm mangası… Çok yorgundum, tek yapmak istediğim, Annemden güzel bir azar işitip uyumak. Üzerimde bir ölü taşıyordum, yorgunluğum ondan değildi aslında, biriktirdiğim düşlerime yağmur yağıyordu ve ben, ıslanmış her mevsimde kendimi yorgun hissediyordum.

Telaş, sevinç, ve umutla çıktım o ölüm deliğinden. Beni o karanlık cehennemin ilk saatlerinde yalnız bırakmayan Güneşi Görmek istiyordum. Ancak her tarafta sanal ve kirli bir ışık vardı. Sevincimi, beni kurtaran ve kurtulduğuma sevinen İNSANLARIN sevinciyle buluşturup, Gökkuşağının göbek bağına bağlıyordum yeniden doğmuş olmanın sevincini. Ben hastaneye doğru yol alırken, Ülkem( !) yardımına koşuyordu Halkımın ( ?). Meleklerin konuşmalarına tanık oluyorum bu yolculukta. Ben Göçük altındayken İnsanlıktan nasiplenmemiş bazı Soysuzlar ‘OH Olsun’ demişler. ‘Bu kıyamet bile az ONLAR için’ diye söylenmiş bazı kirli ruhlular. BİZ ve ONLAR diye bölmüşler güzelim ülkeyi.

Ben elime hiç taş alıp atmadım hiçbir yere. Oysa halkımın çocukları, zulme boyun eğmemek adına Zalimlerin dünyalarını taşlıyorlardı. Nicesi ( C)ezaevlerinde çürümeye bırakılmıştı. Oysa İsrail Zulmunu taşlayan yaşıtlarım kutsal kelimelerle vaftiz ediliyordu aynı kirli ruhlular tarafından. Ben hiç taş atmadım hiçbir yere. Ve fakat Taş atan Akranlarımı da hep sevdim.

Ben Ölüm ile Yaşam yolculundayken, süslü bir ekran yaratığı; ‘Hadlerini Bilsinler, Güvenlik(siz) kuvvetlerine önce taş atarlar sonra da medet umarlar’ diye bir şeyler söylenmiş salyalı ağzıyla. Hay senin de ruhunda depremler olsun inşallah. Bu sırat el Müstakim’de söylenecek laf mı bu be yaratık. Bu ve benzeri yaratıkların laflarından ilham alan bazı soysuzlar, yardım kolilerinin içinin Taş, Sopa, Mayo ve Bayrak koyarak yollamışlar Halkıma. Hiçbir Bayrağı sevmezdim ve fakat saygı duyardım her bayrağa. Ortak Vatanımın Kardeş halkının Bayrağına saygı duyarım elbette. Ama diğer malzemeler, düpedüz bir kinin resmidir.

Kimseyi suçlamak ve kınamak değil amacım. Ölüm yolculuğunda bir çocuğun huzuru için söyleniyorum kendimce. Duyan oldu mu ya da olacak mı bilmiyorum doğrusu. Ah Tanrım, nefesim yetmiyor artık küçücük bedenime. Dar geliyor bu rüya ve yolculuk. Herkes iyi-kötü bir şeyler yaparken ve kimileri bu yaptıklarını sadece kâr hanelerine işlemek için debelenirken, ben artık hissetmiyordum ayak ve ellerimi. Beyazlar içinde bir adam gülümsüyor bana ve kollarını açıyor bana doğru. İçimden; ‘Beni kandıramazsın, sen ölüm denilen illetsin’ demek geldi amma takatım yok. Ve garip bir esnemeyle nefesim artık sadece boğazımdan çıkmaya başlıyor. Anlaşılmıştır artık gerisi. Ve korkularımı def ediyorum. İki Gözüm Ahmet KAYA’nın Doğum gününde ölüme gidiyorum. Sahi, Ahmet Abi’nin de ölüme gitmesini sağlayan o menfur Ödül Gecesinde, Soyadı ANLI ama gerçekte KANLI olan İnsan müsveddesini hatırlayan var mı içinizde? Garip, demek bu kadın bir Ölüm Simsarıymış.

Hoş çakalın çocuklar ve çocukluğum, soğuk havalardaki hikayelerim, annemin tandır kokulu ve babamın nasırlı işçi elleri. Hoşça kalın kardeşlerim, umutlarım, geleceğim. Haydi bana bir şarkı söyleyin. Mesela Ahmet Abi’den ‘ Hani Benim Gençliğim Anne’!