Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan’a yönelik geçtiğimiz günlerde düzenlenen saldırı, basın özgürlüğüne yönelik kaygıları artırırken, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu, saldırıyı ve saldırının ardında yatan nedenleri değerlendirdi.

BirGün'den Can Uğur'a konuşan İnceoğlu, olayın bu noktaya gelmesinde AKP’lilerin söylemlerinin etkili olduğuna dikkati çekerken, mevcut tablonun uluslararası hukuk açısından ne anlama geldiğini de örneklerle açıkladı.

Ahmet Hakan’a yapılan saldırıyı nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle tabii ki yapılan saldırıyı kınıyorum. Görevini yapan bir gazeteciyi susturmak için yapılan her türlü girişimi -hele ki bu şiddet olursa kınamak gerekir-. Bu saldırı basın özgürlüğüne, basın çalışanının can güvenliğine yapılan saldırıdır. Amaç korkutmak, sindirmek, pasifize etmek ve basını susturmaktır. Bu saldırı ülkemizin medya iklimi hakkında bize çok net bilgi vermektedir. Basın özgürlüğünün korunmadığı aksine yok sayıldığı, ifade özgürlüğü sınırlarının iyice daraltıldığı, kara propaganda, çarpıtma, iftira odaklı bir medya ekolojisinden bahsediyoruz. İfade özgürlüğünü ise yalnızca hoşa giden, rahatsız etmeyen, eleştirmeyen ifadeler olarak algılayan bir kesim var.

Uluslararası hukuk bu tarz saldırıları nasıl yorumlar sizce?

Bu konuda her vesile ile 2 önemli AİHM kararını hatırlatmakta yarar görüyorum.

Bunlardan biri Handyside kararı. AİHM’in, ifade özgürlüğü yalnız toplumda çoğunluk tarafından benimsenmiş görüşler -lehte olduğu kabul edilen, zararsız ya da ilgilenmeye değmez görülen bilgi ve düşünceler için değil, çoğunluğa yabancı ve hatta onu rahatsız eden, şoke eden ve çarpıcı gelen bilgi ve düşünceler için de uygulanır.

Diğeri de Castells kararı. AİHM’e göre “Hükümete yönelik eleştirinin sınırı sade bir vatandaşa hatta bir politikacıya yönelik eleştiri sınırından çok daha geniştir. Demokratik sistemlerde hükümetin eylemleri yalnız yasama ve yargı organlarının değil, basının ve kamuoyunun da yakın incelemesine tabi olmalıdır.” Ülkemizde bu iki kararın doğru şekilde algılanmadığı siyasilerin medyaya sürekli ayar çekme girişimlerinden anlaşılmakta.

Söz konusu saldırı bundan sonra bu tarz eylemleri normalleştirir mi?

Bu saldırı gazeteye yapılan diğer iki saldırının devamı niteliğinde gerçekleşmiştir. İlk saldırılardan sonra herhangi bir kınama gelseydi belki de bu saldırı gerçekleşmezdi. Susmak, onaylamak veya yeşil ışık yakmak olarak algılanmakta. İktidara yakın basından gazetecilerin ve AKP Gençlik Kolları Başkanı’nın Ahmet Hakan’ı açıkça tehdit etmesi sonucu gerçekleşen bu saldırı sonrası iktidar partisinin olayı kınaması her türlü şiddet eyleminin karşısında olduğunu belirtmesi gerekir. Aksi takdirde şiddetin meşrulaşmasında yeniden üretilmesinde caydırıcı değil özendirici bir rol üstlenir.

Faillerin yakalanması yeterli değildir, kovuşturma ve soruşturmaların yapılacağı, bu tür suçları işleyen failler hakkında yasaların tam olarak uygulanacağına dair açık mesajlar verilmeli, her türden şiddet eylemine karşı ilkesel bir duruş göstererek karşı çıkıldığı belirtilmelidir. Yoksa bu tür saldırılar sıradanlaşır, normalleşir ve hatta neredeyse alkışlanır hale gelir.

Günlerce AKP’li vekil ve kalemler Hakan’ı hedef gösterdi, bu olayın oluşumunda payı nedir bu durumun?

Adeta bir linç kampanyası başlatıldı. Bu yapılırken vatan hainliği, terörist propagandacılığı gibi yaftalamalarla önce değersizleştirme, itibarsızlaştırma yöntemine başvuruldu, küfür hakaret ve aşağılama süreklilik içerisinde son derece sistematik bir biçimde uygulandı. Siyasetçilerin ve gazetecilerin kullandıkları nefret içerikli ifadeler -hele ki içinde hedef gösterme, yaftalama, tehdit içeren ifadeler barındırıyorsa- sıradan insanın kullandığı ifadelere göre gerek ifadenin yayılması gerekse de doğuracağı olası etkiler çok daha geniş ölçekte ve vahim olabilir.

Basının hedef alındığı, gazetecilere saldırıların olduğu, davaların sıkça görüldüğü bir tabloda basın özgürlüğünün geleceği nasıldır?

AB İlerleme raporları, Freedom House, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, Gazetecileri Koruma Komitesi’nin Türkiye’deki basın özgürlüğü ile ilgili raporları basın özgürlüğünün geleceğine dair pek bir umut vaat etmemekteler. Freedom House’a göre, Türkiye basının özgür olmadığı ülkeler arasında yer alıyor. En hızlı gerileyen 3. ülke konumunda. Gazetecileri Koruma Komitesi’nin hazırladığı Basına Karşı Saldırılar Raporu’nda 5 üzerinden 2.1 almış.

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün raporuna göre 180 ülkede 149. sırada. Sıralamada her yıl geriye gidiyoruz. Rapordaki ölçütlerden bazıları, “hapiste yatan, cinayete kurban giden, evinde, ofisinde arama yapılan, saldırıya uğrayan gazetecilerin sayısı, kamu yayıncılığı bağımsız mı, ekonomik, idari ve yasal baskı var mı, sansür ve otosansür ne alemde, medya sektörünü düzenleyen hukuki çerçeve nasıl, medya özdenetimini gerçekleştirebiliyor mu, ülkede araştırmacı gazetecilik yapılabiliyor mu, medya, hükümet politikalarının olumsuzluklarını rahatlıkla haberleştirebiliyor mu, eleştirel habercilik yapan gazeteciler susturuluyor mu veya işten atılıyor mu” türünde.

Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu'nun bazı maddeleri ifade ve basın özgürlüğü önünde engel oluşturuyor, medya çalışanları bu yolla otosansüre sürükleniyor. Türk Ceza Kanunu'nun 'suç işlemeye tahrik', 'suçu ve suçluyu övme', 'halkı kin ve düşmanlığa teşvik ve aşağılama', 'Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti'ni, devletin kurum ve organlarını aşağılama ve halkı askerlikten soğutma' konularındaki hükümleri AİHM kararları temelinde ivedilikle revize edilmesi gerekmekte.

İfade özgürlüğü sınırlarının iyice daraltıldığı, sansür-otosansürün yaygınlaştığı, Youtube ve Twitter’ın engellendiği, basın özgürlüğünün korunmadığı gibi aksine basın özgürlüğü ihlallerine göz yuman veya yol veren bir tabloda basın özgürlüğünün geleceği hakkında umutlu konuşmak naiflik olur. Ancak ne medyamız ne de insanımız bu yaşananları hak ediyor.