Hakim söyleme göre kimsenin, hatta gazetecilerin bile tanımadığı bir gazeteci, neden hâlâ sokak tarafından seviliyor? Aynı şekilde neden birilerinde endişe uyandırıyor?

 

GÖKHAN TAN / Radikal

 

Oda TV tutuklamalarının ertesinde yaptığımız röportajda ilk İlhan Cihaner’in ağzından duymuştum: Dili sürçerek “Ahmet Şener” demişti, bugün demir parmaklıklar arkasında olmamasını belki de Meclis’e girmesine borçlu Erzincan eski başsavcısı. Ahmet Şık tahliye olduktan sonra da defalarca tanık oldum, “Nedim Şık ağabey bir fotoğraf çektirebilir miyiz?” diye Şık’ın yanına gelenlere. Görüşleri ve mesleki geçmişleri farklı iki gazeteci, tutuklanma nedenleri ve biçimleri tıpatıp aynı olduğu için bir anda “bir” oluvermişti. Sokak Şık ve Şener’e kefil olurken iş, birini diğerinden ayırt edememeye kadar varmıştı.

 

Gelgelelim gerek Oda TV davasındaki savunmaları ve gerek tahliye sonrasında söyledikleri (ya da söylemedikleri), iki gazetecinin “bir” olduğuna dair geçici algıyı değiştirmiş görünüyor. Şık’ın Silivri Cezaevi önünde, en az bir yıllık özgürlüğüne engel olduğuna inandıkları hakkında sözleri bu farklılığı daha da belirginleştirdi. Nitekim canlı yayın dışında bunları duyurma şansı belki de olmayan Şık’ın “Adalet ne zaman sağlanacak diyeceksiniz? Bu komployu kuran polisler, savcılar, hakimler de bu cezaevine girecek…” sözlerini Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı da duydu. Silivri 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderilen, kabul edilmesi muhtemel görünen iddianamede Şık’ın “tehdit” ve “kamu görevlisine hakaret” suçlamasıyla 3 ile 7 yıl hapsi isteniyor. Ergenekon soruşturması ve davasında görev yapan 39 hakim ve savcı da mağdur olarak yer alıyor.

 

“KİM BU ŞIK?”

Bu yazıyı, iddianamenin açıklandığı 3 Temmuz günü Twitter ’da yazdığım bir mesaja gelen cevap üzerine yazıyorum. “7 yıla kadar hapis isteyenler, anlaşılan ‘ Ahmet Şık ya yatacak ya yatacak’ diyor. İyi de kim bu müdahil 39 hakim ve savcı? Neden ısrarcılar?” mesajına gelen “İyi de kim bu Şık? Neden ısrar etti?” cevabı.

 

Sorunun ilk kısmı, son 15 ayın tanıdık söylemine denk geliyor. Gözaltına alındığı 3 Mart 2011’de polis evini didik didik ederken, aynı işi Bilgi Üniversitesi’ndeki ofisinde yapmakta olan memurların, haber kanallarının bir anda Şık’ın görüntüleriyle dolması üzerine “bu kadar ünlü olduğunu bilmiyorduk” demesi değil bahsettiğim. Bu söylem, tam da Hürriyet ’in deneyimli muhabiri Gülden Aydın ’ın, davetli olduğu Abant Platformu’nda yaptığı konuşmada, yıllarca aynı grupta çalıştığı Şık için “20 yıllık gazeteciyim ve Ahmet Şık ’ın adını tutuklanıncaya kadar duymamıştım. Onun tutuklanma nedeninin ne kadarının gazetecilik olduğu tartışılır. Bir medya kahramanı haline getirildi” demesi karşılıyor. Ya da Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç’in kardeş Kanal 24’te “Tutuklanana kadar Ahmet Şık ’ı bilmiyordum. Kim bu Ahmet Şık ? Gazeteciliği tartışılır. Kendisine bir kanaat önderi muamelesi yapılmaması gerekir çünkü değildir” demesi...

 

Şık’ın “meslektaşları” üzerinden örneklediğim, onlarca isimle daha zenginleşebilecek, samimiyetten uzak bu “ Ahmet Şık da kim?” söyleminin önemli iki sorunu var: İlk olarak, çoğunun yaşı Şık’tan küçük olmayan bu gazetecilerin sendikal faaliyet nedeniyle uzaklaştırıldığı 2006’ya kadar anaakım medyada görünür şekilde yer bulan meslektaşlarını hiç duymamış olmaları, kendi gazeteciliklerini de tartışılır hale getiriyor. Evet, hepimiz Türkiye basınındaki her gazeteciyi takip ediyor değiliz. Ama başarılı bir meslektaşımızı tanımıyor olma ayıbımızı medya aracılığı ile deşifre ediyorsak, itirafımızı birilerinin kullanımına sunduğumuz anlamına gelir. İkinci sorun ise aynı zamanda bu söylemin ortaya çıkma nedenini de ortaya koyuyor: Şık’ın yaptıklarını küçümseme, popüler deyişle itibarsızlaştırma isteği... “İsmi duyulmayan” bir gazetecinin, yayımlanmamış bir kitap ve Cumhurbaşkanı Gül ’ün tanımlamasıyla “savcıların, hakimlerin katkısı” sayesinde Türkiye ’nin en çok konuşulan isimlerinden biri haline gelmesine yapılan sinsi itiraz.

 

KAHRAMAN YAHUT ÖNDER

Gazeteci Umur Talu, Şık’ın üç gün önce yayımlanan ‘Pusu: Devletin Yeni Sahipleri’ kitabının önsözünde şunu söylüyor: “Ahmet’in şıklığı sadece soyadından değil... Her devirde ve her türlü ‘sakıncalı’ damgası yiyebilmesinden de geliyor. Bu damgayı vuranları sinir etmesinden; bu damgayı nice güçlünün, kudretlinin, hakim mevkiin elinden yemeyi hak etmesinden geliyor.” Amacım Şık savunması yapmak değil. Talu’nun tabiriyle “Ahmet’in sinir ettiklerinin”, “ Ahmet Şık da kim?” söylemi ile gerçekte neyi itibarsızlaştırmaya çalıştığını anlayabilmek.

 

Şık’ın Şener ve Oda TV ’nin geri kalanıyla birlikte tutuklanmalarından sonra, 13 Mart 2011’de İstiklâl Caddesi’ndeki yürüyüş belki de Türkiye gazetecilerinin en geniş katılımla gerçekleştirdiği eylemdi. Üstüne basarak söylüyorum, bu gazetecilerin çoğu ya işsizdi ya da basından ayrılmak durumunda kalmıştı. “Ahmet çıkacak yine yazacak” diye bağırmak, hâlen çalışanlar için de bir riskti... Nitekim bir kısmı çok geçmeden işlerinden oldu.

 

Tutuklanmasının ardından, Başbakan Erdoğan ’a ilk protesto mektuplarından biri Uluslararası Gazeteciler Federasyonu, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ve Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu imzasıyla gitmişti. Dünya emekçilerinin, üyeleri Şık’a verdiği destek Türkiye ’de de devam etti. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde Şık adına plaket verildi.

 

Şık’ın cezaevinden gönderdiği ilk mektuba ilk cevapları, polis işkencesiyle öldürülen gazeteci Metin Göktepe’nin annesi Fadime Göktepe, katledilen Hrant Dink ’in oğlu Arat Dink cevap verdi. “Evladımsın”, “kardeşimsin” dediler. Gazeteciler hiçbir eylemde yalnız bırakılmadı. Cumartesi Anneleri, Öğrenci Kolektifleri, LGBT ve kadın örgütleri, yayıncılar, işçiler, “öteki” vatandaş Kürtler, Aleviler, Ermeniler sokakta haykırdılar.

 

Tutuklanana kadar ismini neredeyse kimse, hele gazeteciler hiç duymadığına ve bu durumda son derece sıradan bir adam olduğuna göre Ahmet Şık, saymaya çalıştığım “az sayıda” insan için bir başka şeyi ifade ediyor olmalı. İşsiz bir gazeteci, temel haklarını kazanmak için uğraşan bir Kürt, bir işkence mağduru, oğlunu devletin öldürdüğü bir ana ya da oğul, sendika mücadelesi veren bir işçi, devlet içinde devlete karşı herhangi biri onu kahraman ya da kanaat önderi olarak görmediğine göre de bu şey, olsa olsa dert ortaklığı olmalı. Şık, bu dert ortaklığı için ısrar ediyor olmalı. Onun mahkûmiyetine sevinecek olanların derdi ise, bu ortaklık olmalı.