Mahsus Mahal yeni çıkan 16. sayısıyla 5 yaşına girmiş oldu. Mahsus Mahal’in bu beş yılda neler yaptığını derginin mahpus yayın kurulu üyelerinden Yalçın Hafçı’nın yazdıklarından okuyalım:

MAHSUS MAHAL 5. YILINDA

Mahsus Mahal Dergisi beş yaşında. Bu süre zarfında onlarca mahpusun yazıları, şiirleri,öyküleri ve çizimleri bu sayfalarda yer aldı. Sadece onlar değil, eski mahpuslar ve birçok deneyimli yazar kalemleriyle destek oldu bu serüvene. Bu yanıyla Mahsus Mahal’in hapishane, edebiyat ve sanat dergisi olduğu kadar vicdani bir yanı da var. İçerideki son arkadaşımız da çıkana kadar bu dergi de çıkmalı, iddaasıyla beş yıldır mahpusluk günlerimize ortak oldu. Hem de böylesine anlamalı bir projenin uzun ömürlü olmayacağını düşünenler olmasına rağmen. Elbette bir anda kendiliğinden olmadı bu…

DUVARLARI AŞMAK

Bu sürecin en başına dönmek gerekirse, her şey Aytekin YILMAZ öncülüğünde 2004 yılında ‘’Hapishane Duvarlarını Aşmak’’isimli projeyle başlamıştı. Her türlü duvar kolaylıkla aşılabilir ama bu hapishane duvarları olunca her şey daha zordu. Bilmeyenler için söylüyorum, sayısız engel,sayısız güvenlik tedbiri çıkar karşınıza. O yüzden söylemesi kolay ama yapılması zor bir işti bu.

Projeden haberdar olduğumuzda geçmiş deneyimlerimizin şartlanmışlığıyla uygulanabilirliği konusunda şüphelerimiz oluşmuştu. Hem neden içerde olduğumuzla ilgilenmeyenlerin yazdıklarımızla da pek ilgilenmeyeceğini düşünüyorduk. Mahpuslar gibi onların ürettikleri de duvarların ardında kalmaya yazgılıydı. İçerde yazanlar herhangi bir edebiyat denizine akamayan ırmaklar gibiydi. Uzun mahpusluk koşullarında ilk cümlemizi yazmak için bile çoğu kendi içimizde olan epey engeli aşmamız gerekmişti.

Bir yandan tekniği öğrenmeye çalışıyor, bir yandan da kalemlerimizi yaşadıklarımızın aşkınlığıyla açmaya çalışıyorduk. Her şeye rağmen kötü günler yaşasak da güzel günlükler tutuyorduk. Ama yazdıklarımızın bir kitapta yer alacağını düşünmek dahi uzak bir hayaldi. Onlar da günlerimiz gibi defterlerimizde hapsolmaya yazgılıydı. Doğrusu, yazdıklarımızın düzeyini pek bilmiyorduk.

Bazılarımız bir umut ve cesaretle yazdıklarını bazı yayın evlerine ve edebiyat dergisine gönderiyordu. Ama bir cevap beklemek Godot’u beklemekten farksızdı. İletişim kurmak için dergilerdeki e-mail adreslerini görmekse, yaşamdan olduğu kadar zamandan da sürgün edildiğimizden hissini uyandırıyordu bizde.

Böylesine karamsar olduğumuz bir ortamda’’Hapishane Duvarlarını Aşmak’’projesi beklediğimizden çok başarılı oldu ve içerdeki birikimin dışarı çıkmasında oldukça etkili oldu. 20. hapishaneden 250 mahpus ürünlerini göndermişti. İlk olarak Metis yayınları’ndan çıkan ‘’Hapishaneden Şiirler’’ve ‘’Hapishaneden Öyküler’’ herkese duvarların ardında üretilen edebiyatı gösterdi. Bu seçkiler hakkında o dönem birçok gazete ve dergide tanıtım ve olumlu eleştiri yazıları yayınlandı.

Gerek Şiirler, gerekse öyküler, biçim ve biçem bakımından zamanın anlayışıyla çelişmeyen, olumsuz anlamıyla söylenen ‘’hapishane edebiyatı’’ndan , basmakalıpçılıktan, slogancılıktan uzakta dış dünyayla çok kuvvetli bağlar kuran çalışmalardı. En önemlisi de içerik ve üslup bakımından hapishane hüznü ya da arabeski diyebileceğimiz ağda kıvamına gelmiş bayatlıkların tuzağına düşülmemiş olmasıydı. Sonuç olarak bu iki kitap, hapishane kökenli edebiyatın karanlık yılları 90’lardan sonra yeni bir başlangıcın habercisi olmuştur.

Bunun güzel ve anlamlı bir başlangıç olduğunu ve gerisinin gelmeyeceğini düşünüyorduk. Ancak başından beri projenin yürütücüsü olan Aytekin YILMAZ, içerde yazanlarla düzenli bir mektuplaşma ilişkisi yürüttü. Bu, en ilkel iletişim aracı olan mektuplaşmalar sayesinde kolektif bir düşünce ve çalışma haline dönüştü. Bir yıl içerisinde bu diyalog 400 mahpusa ulaşmış, ayrım yapılmaksızın adli mahpuslarla da temas kurulmuştur. Bu süreçte dışarıdan içeriye çoğu edebiyat konulu mahpusların ilgilerine göre çok sayıda kitap gönderilmiştir.

İçerideki şiir öyküleri dışarı çıkarmanın yanında dışarıdan da içeriye sanat götürülmesi düşünüldü. Bu doğrultuda sivil toplum örgütleriyle dayanışma içerisinde 20 hapishanede sanat atölyeleri gerçekleştirildi. Bu atölyeler, film gösterimleri ve sanat söyleşileri şeklinde gerçekleşti. Her açıdan hapishanelerin sorun olduğu bu ülkede bunları yapabilmek çok önemliydi.

Mahpusların ‘ıslah’ adına sadece özgürlüklerinden alıkonarak dört duvar arasına konmasının çağdaş bir infaz anlayışı olmadığı gibi vicdandan da yoksun olduğunun olumlu bir örnekle altı çizilmiş oldu böylece. Bazen sadece eleştirmek yetmez böylesi olumlu örnekler ortaya koymak gerekir. Hiç kuşku yok ki sanatın girdiği bir hapishanede bir çok şeyle birlikte insanlar da değişir. Yapılanlar elbette yeterli değildir ama sadece ölümlerle ve işkencelerle anılan hapishanelerde sanatın bir eksiklik olduğunu hissettirmek var olagelen mantalitenin değişmesi anlamına gelir…

 Sokrates, aslında filozofların bir ebe olması gerektiğini savunuyordu. Yani insanlara bir şey vermekten çok onların içindekilerinin doğurulması gerekiyordu ona göre. Bu projenin de mahpuslar açısından böylesi bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Öte yandan ise acınası insanları acımadan sevebilmek ve bir trajediden edebiyat oluşturmak kolay bir şey değildi.

HAPİSTE YAZMAK

Daha önceden çıkan kitaplara yoğun bir ilgi gösterilmişti. Bu nedenle kitap sayısı artırılarak 2006’da Kanat Yayınların’dan çıktı. Kitapların editörlüğünü Aytekin Yılmaz, Sezai Sarıoğlu ve Behçet Çelik yaptı. Bu kitaplar ‘’Yedi Mavi Renk’’şiir, ‘’Yeniden Başlayabilirim’’öykü,’’Sevgili Kardeşim’’Mektup, ‘Hapiste Yazmak’’Deneme ve ‘’Hapiste Çizmek’’adı karikatür seçkisi de Semih Poroy ve Ender Özkahraman’ın editörlüğünde çıkan bir çalışmadır. Bunlar daha sonradan İstanbul ve Diyarbakır’da sergilenmiştir.

Bu kitapların hepsinin de ayrı bir tadı olmasına rağmen beni en çok etkileyeni ‘’Hapiste Yazmak’’isimli denemeler olmuştur. İktadar-birey odaklı tam bir dönem eleştirisiydi bu kitap. Eline kalemi alan bir insanın hem dış hem de iç olmak üzere ne kadar çok engeli aşması, kabukları kırması ve birçok riski göze alması gerektiğini anlıyordu insan. Üstelik hapishane gibi kapalı bir ortamda, adımlarla ölçülen bir yaşam alanında. Anlatıların hepsinde yaratarak var olma mücadelesi göze çarpıyor. Ayrıca üretilen edebiyat açısından geçmiş anlayıştan kopuş ve yazıyla entelektüel bir bağ kuruşun resmini de görebiliyoruz. Bunu serinin diğer kitaplarındaki şiir ve öykülerde daha somut görmek mümkün…

Genel anlamda edebiyat bazıları için bir yaşama tutunma biçimidir ama bir mahpus için bu, çok daha yakıcı bir gerçektir. Yazmak, hapiste kendini anlatma, anlamlandırma biçimi olduğu kadar dış dünyayla da bir iletişim kurma çabasıdır. Kapılar insanın üzerine kapatıldığında, elbette insan da içindeki dünyaya yönelecektir. Hakikat elinizden alınmışsa ruha yönelmek kaçınılmazdır. Hele ki tecrit koşullarında daha da geçerlidir bu. Her şeyin kabaca yürüdüğü her anlamda insansızlaştırılmış bir ortamda; insan, insan kalabilme için sanata, inceliğe, estetiğe yönelmek isteyecektir. Durup ince şeyleri düşünmeye bol vakit vardır çünkü. Bir anlamda insanın gerçek yurdu olan yüreğe dönüştür bu. Kurtarılmış tek bölge orasıdır böyle yerlerde. Her kaçış, kendini bulma öyküsüdür aynı zamanda.

Mahpus olma, tek başına, yarattığı başka sıkıntılar bile olmaksızın başlı başına insanın içinde fırtınalara gebe bir durumdur. Bu,büyük bir güçtür aslında. Projenin bu serisinde çıkan kitaplarda, duygu sersemi olmadan; duyguları, düşüncenin örsünde şekillendirmeyi başarmış mahpusların eserlerinde bu gücü hissedebiliyoruz. Belirtilmesi gereken bir husus ise, bu projenin bu noktadan sonra bir edebiyat çevresi haline geldiği gerçeğidir. Bir zamanlar düşlenmesi bile zor olanlar hem düşlenilmiş hem de yapılmış ve duvarlar aşılmıştır. Bir zamanlar hapishanelerde kesici ve delici aletlerden daha tehlikeli bulunan yazılar, öyküler, şiirler ve mektuplar adreslerine ulaşmıştır…

Bu mahpuslar için bir ‘iyi’lik olduğu kadar edebiyat için de bir ‘iyi’liktir.

İÇERDEN DIŞARIYA BİR KÖPRÜ: MAHSUS MAHAL DERGİSİ

Sevgili Aytekin, dergi düşüncesinden bana yazdığı mektuplarda ilk kez bahsettiğinde çok heyecanlanmıştım. 2006 yılının sonbaharıydı, arkadaşlarla voltalarda yaptığımız sohbetlerde dergilerin hep iyi başladığı ancak uzun ömürlü olamadığı yönünde eleştiriler yapılıyordu. Haksız da değillerdi. Ama 2007 yılının ocak ayında derginin ilk sayısı elimize geçtiğinde küçük çaplı bir şok yaşamıştık. Hem içerik hem de biçim açısından dergi beklediğimizden çok nitelikliydi.

Kitaplarındaki her satırı soğurarak okuduğumuz kimi usta yazarlarla hapishane kökenli yazarlar ve içerde olup da yazısı ilk kez bir dergi sayfalarında yayınlanan imzaların ortakça seslendiği bir platformdu dergi. İlk sayısından itibaren hapishane, edebiyat ve insan merkezli olarak bu özelliğini korudu. Bu süre boyunca genel anlamda hapishane sorunlarının işlenmesinin ötesinde belli düzeyde bir estetiğin süzgecinden geçmiş olan öyküler, şiirler, denemeler ve diğer dergilerle kıyaslandığında çok daha renkli bulduğum çizimler yer aldı sayfalarda. Ayrıca toplumsal meseleleri de dert eden ‘’Yüzleşme’’,’’Kürt Meselesi’’veya ‘’TMK Mağduru Çocuklar’’gibi dosya konularıyla katkı sunulmuştur. Ayrıca,hapishanelerdeki koşullar üzerine sosyolog ve psikologların araştırmaları da sık sık yayınlanmıştır.

On altı sayı boyunca sayfalarda yer alan ürünleri genel olarak değerlendirmek gerekirse; öncelikle usta kalemlerin ürünlerinin bir metnin nasıl yazılacağı konusunda örnek teşkil ettiğini söylemeliyim. Zaten kimi yazılar da ‘’Nasıl yazmalı’’üzerine kaleme alınmıştı. Elbette bunun sihirli bir formülü yoktur ancak bu konuda yardımcı olabilecek ve cesaretlendirecek kimi bilgiler verilmiştir. İçeriden gönderilen ürünlerde ise kapatılmış olma duygusunun açılıp genel olarak dış dünyanın konu edilmesi, “Düşünenlerin sadece bedenleri kentin sınırları içinde ikamet eder” sözünü doğrularcasına sokaklarda dolaşılması ve en önemlisi de etkilenmelerin ötesinde özgün bir dil ve içerik arayışının olması sevindiriciydi. Henüz billurlaşmış, kusursuzlaşmış olmasa da has edebiyata bir yöneliş olduğu çok açık.

Hapishane kökenli edebiyat geçmişten beri, belki de sol jargonun hakim olması nedeniyle “toplumcu gerçekçi” anlayışı benimsemişti. Ancak şimdi politik ezberlerden uzakta, toplumcu değerlere de sırt çevirmeyen, aksine sırtını yaslayan, sanat sanat için olursa toplum için de olur, diye özetleyebileceğimiz bir anlayış hakim. Bunda bilinçli bir tercih kadar her şeyin politize edilmesine karşı bir tepki de olduğunu düşünüyorum. Dikkat çekici bir başka husus ise, şiirden çok öyküye rağbet olması. Bunun bir nedeninin duygudan imgeye geçilememesinin, bir nedeninse dışarıdaki şiir anlayışının artık çok aşırı derecede soyutluğa erişilmiş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Belki de bu, birilerinin de dediği gibi, öykücülerin başarısızlığına uğramış, şairler olmasından kaynaklıdır…

İçerden yazan mahpuslar için söylemem gereken eleştiri ise şudur: Bazen bir anlık hislenmelerle tekniği göz ardı ederek, en çetrefilli meseleleri fazla emek harcanmayan metinlerle kurtarmaya çalışıyoruz. Bir başka hastalığımız da tekrarlara düşmektir. Bizden önce birçok yazar hayata ve dünyaya dair temel konuları çok çeşitli şekillerde ele almışlar. O yüzden daha buluşçu ve yaratıcı olmak zorundayız.

Eğer dergiler edebiyatın kılcal damarlarına benzetilirse, hiç kuşku yok ki Mahsus Mahal de o damarlardan biridir. Uzun bir es işareti gibi sessizliğe gömülen hapishane kökenli edebiyatın yeni dili olmayı başarmıştır. En başta düşünüldüğü gibi kısa ömürlü olmamış, aksine dallanıp budaklanarak büyümüştür.

MAHSUS MAHAL KİTAPLIĞI VE ÖDÜLLERİ

Mahsus Mahal’in çalışmalarında başından beri projeler sürekli yeni projeleri doğurmuştur. Bu adımlardan biri de Mahsus Mahal Kitaplığı’dır. Böylece mahpusların ürünleri burada yayınlanmaya başlamıştır. Şimdiye kadar denemeler, öykü, şiir olmak üzere beş kitap yayınlanmıştır. Bu kitaplardan özellikle ‘’Labirentin sonu’’ve ‘’Hapishane Dünyası’’isimli kitaplar hapishanelerdeki son 20 yılın panoramasını sarsıcı bir biçimde çıkarmıştır. “Esir Düşler Irmağı” isimli öykü seçkisi ise Mahsus Mahal’in önayak olduğu sürecin her açıdan edebi kalitenin yükselmesinde ne derece etkisi olduğunun somut bir göstergesidir. Nitekim o seçkideki imzaların bir kısmı bugün Türkçe öyküye yeni bir soluk getirmiş kalemlerdir.

Aynı yıl verilmeye başlayan Mahsus Mahal ödülleri de mahpusları yazmaya teşvik etme açısından önemli bir işleve sahiptir. Şiir, öykü ve karikatür dallarında verilen ödüllerin jürisinde ise edebiyat ve sanat dünyasının önemli isimleri yer almaktadır. Üç yıldır verilen bu ödüllere bu yıl farklı olarak yazılarını dergide büyük bir tad alarak okuduğumuz Sennur Sezer’e dostluk ödülü verdi. Ödül, çoğu zaman birine onur verir ama bazen de alan kişi o ödüle ayrı bir değer vermiş olur…

MAHSUS MAHAL DERNEĞİ

Mahsus Mahal Derneği’nin kurulmasıyla bütün bu faaliyetler kurumsal bir hale dönüştü. İçerdeki mahpusların koşullarının düzeltilmesi ve dışarı çıkan mahpusların toplumla entegrasyonunda yaşanan sorunların çözülmesi için insanı merkez alan bir sivil oluşuma ihtiyaç vardı. Bu doğrultuda kamuoyunu bilgilendirici paneller ve sempozyumlar düzenlenmiş, ortak bir duyarlılık geliştirilmeye çalışılmıştır.

Bu ülkede geçmişten beri hapishaneler hep yakıcı bir sorun olmuştur. Bazen aramızdan birilerinin zorunlu olarak gitmesi gereken mecburi bir görevdir sanki. Zaten bundan değil mi ki bu toprakların en iyi şairleri, romancıları, ozanları hatta devletin başına geçen politikacıları hep hapishanelerden geçmiştir. Ancak buna rağmen bu toplum, gerekli ilgiyi göstermemiştir kötü şartların kader haline dönüştürüldüğü hapishanelere. İşte, Mahsus Mahal Derneği bu unutkanlığa karşı bir vefa örneği olarak, çoğu eski mahpus olanlarca kurulmuştur.