Kadir Kaçan / Demokrat Haber

Suriye’de 2011 yılının Mart ayından bu yana ciddi çatışmalar yaşanıyor. Bu çatışmalar 2013’ün Mart ayından bu yana El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra ile Kürtlerin silahlı güçleri arasındaki çatışmalarla yeni bir boyut kazandı. AK Parti Hükümeti'nin bir taraftan Abdullah Öcalan ve PKK ile görüşmeler yürütürken öte taraftan Suriye’de PKK’ye yakınlığı ile bilinen PYD’nin de desteklediği YPG ile çatışan El Nusra’ya destek verdiği iddia ediliyor.

Suriye’de ve Rojava’da yaşananlarla bağlantılı olarak ‘Çözüm Süreci’ni ve önümüzdeki günlerde toplanması için hazırlıklar yapılan Kürt Ulusal Kongresi’nin olası sonuçlarını, bölgeyi ve Kürt siyasetini yakından takip eden gazeteci yazar Fehim Işık ile konuştuk.

Türkiye bir taraftan PKK ile ‘çözüm süreci’ yürütüyor, diğer taraftan El Nusra’ya destek verdiği iddia ediliyor. Ankara’nın yürüttüğü bu politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Suriye Kürtlerine dönük politikalar ‘çözüm süreci’ni nasıl etkiler?

Türkiye, Suriye krizinin başlangıcında yanlış hesap yaptı. Bu nedenle Rojava Kürtlerini ciddiye almadı. Türkiye, Suriye muhalefetinin Türkiye’nin girişimiyle örgütlenme çabalarının başlatıldığı 2011 Antalya toplantısından günümüze, Kürtlerin Suriye’de üçüncü bir güç olarak kabul edilmesinin de engelleyicisi oldu. Hesaplar tutmayınca, Esad sanıldığı gibi birkaç ay içinde devrilmeyince, daha da önemlisi Suriye muhalefetinin dağınıklığı sürgit devam edince, Türkiye’nin denklemin dışında tutmak istediği Kürtler üçüncü yol adını verdikleri bağımsız politika izlemeye başladılar.

Süreç Kürtlerin lehine işledi. Türkiye çıplak gözle bile görülen bu realiteye rağmen özellikle 2012 yılında PKK ile çatışmaların yoğun yaşandığı dönemlerde Rojava’da ‘PKK’nin bir kolu olduğunu’ iddia ettiği PYD’ye karşı bir politika izledi. Neredeyse PYD dışındaki her Kürt örgütü ile görüşen Türkiye, bölgede El Nusra gibi Kaideci örgütler de içinde olmak üzere PYD karşıtlığı yapacak potansiyele sahip her kesime destek vermekten de çekinmedi.

Türkiye’nin Suriye’de izlediği yanlış politikanın çökmesi, PKK ile bu yılın başından beri ‘çözüm süreci’ adıyla görüşmeleri de beraberinde getirince Rojava Kürtlerine dönük tutumunu gözden geçirmesi, yeni bir politika izlemesi de kaçınılmazdır. Şimdi yaşananlar esasen Suriye’de çöken bir politika üzerinden yeni girişimlerin denenmesidir. Bir taraftan El Nusra’nın YPG üzerine gönderilmesinin diğer taraftan 2013 yılının Mart ayından bu yana gizlice PYD ile görüşmelerin yapılmasının da altında yatan nedenler bu politika değişikliğinin bir parçasıdır, kanaatindeyim. Diğer bir deyimle Türkiye, ‘havuç-sopa’ politikası izliyor.

Bu politika etkili olur mu? Olmayacağını Güney Kürdistan’da yaşananlardan biliyoruz. Türkiye yıllarca Güney Kürdistan’da tehdide dayalı bir ‘havuç-sopa’ politikası izledi. Zaman zaman ‘iyi polisi’, bazen de ‘kötü polisi’ oynadı ama bir sonuç alamadı. En verimli sonuçları aldığı dönemler ise açık ilişkiler geliştirdiği dönemler olmuştur.

Bu deneyimlere sahip bir Türkiye’nin ‘çözüm sürecinin’ yaşananlardan olumsuz etkilenmemesi için açık bir politika izlemesi ve Kürtler arasında taraf olma gibi sorunu olumsuzlaştıracak ilişkiler geliştirmemesi alabildiğine önemlidir.

Türkiye, Suriye’de Kürtlerin özerklik talebine karşı olduğunu, bir de facto duruma onay vermeyeceğini söylüyor. Bu durum daha ne kadar devam eder?

Rojava’da ‘özerklik’ talebini politik olarak benimseyen tek Kürt yapılanması PYD’dir. PYD dışındaki diğer Kürt örgütleri Rojava’da ‘federasyon’ yanlısıdır. Batı Kürdistan’daki Kürtlerin statüsüne karar verecek olan da kuşku yok bizzat Kürtlerin kendisi olacaktır.

“KAİDECİ ÖRGÜTLERİN SALDIRISININ TESADÜFİ OLACAĞINI SANMIYORUM”

Özellikle Kürt Yüksek Konseyi’nin kuruluşundan sonra Batı Kürdistan’daki statü sorunu yoğun bir biçimde tartışılmaya başlandı. En son geçtiğimiz ay Kürt Yüksek Konseyi bir Geçici Yönetim oluşturulması ve önümüzdeki 6 ay içinde bu Geçici Yönetimin bölgeyi yerel seçimlere götürmesini kararlaştırdı. 16 Temmuz günü El Nusra’nın Serêkaniyê’de YPG ile çatışmaya başlaması da bu tartışmaların yoğunlaştığı bir döneme rastladı. El Nusra ve diğer Kaideci örgütlerin YPG güçlerine saldırısının bu anlamıyla tesadüfi olacağını sanmıyorum.

Kürtlerin Rojava’da bir yönetim oluşturması ve bunun için bir seçim yapması Türkiye başta olmak üzere birçok devletin kabul edeceği, destekleyeceği bir durum değil.

Hal böyle iken Kürtler de son gelişmeler ışığında durumlarını daha netleştirdi. En son PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in 24 Temmuz günü Hewlêr kentinde yaptığı açıklama durumu daha da somutlaştırdı. Akabinde Müslim, Türkiye Dışişleri ile görüştükten sonra da benzer açıklamaları yaptı.

Müslim, “Kürtlerin oluşturacağı Geçici Yönetim’in Suriye’de yeni bir parlamento oluşuncaya kadar görevde kalacağını ve bunun bağımsız bir hükümet anlamına gelmeyeceğini” söyledi. Müslim’in belirttiğine göre ister atama, ister seçimle gelmiş olsun Geçici Yönetim, yerel bazdaki ekonomik ve sosyal işleyişlerden sorumlu olacak, genel siyasal sorumluluk ise yine Kürt Yüksek Konseyi’nde kalacak.

Kabul edilsin veya edilmesin şu anda Rojava’da zaten fiili bir yönetim var ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın önemli bir bölümü bölgedeki halkların oluşturduğu yerel meclislerin denetimdedir. Suriye’nin bütününde etkili merkezi bir otoriteden söz edilemezken; tam aksine Rojava Kürtlerinin gücünü halktan alan bir yönetim oluşturma koşulları var ise bunu engellemek kimin işine yarar?

Değil Rojavalılar, tüm bölge Kürtleri Rojava Kürtlerinin iradesinin engellenmesi girişimini, hele bunun zora dayalı olarak yapılmasını birebir kendilerine yapılmış gibi algılarlar. Böylesi bir durumun bölgeyi daha büyük çatışmalara itmekten başka bir sonucu da olmaz. Kürtler, Suriye’nin bütününde dünyanın kabul edeceği bir ‘otorite’ oluşuncaya kadar geçici de olsa bazı adımlar atacaklar, yerel yönetimler oluşturacaklar ve bunun engellenmesinin mümkün olacağı kanaatinde değilim.

1992’de daha Bağdat hükümeti orta yerde varlığını devam ettirirken Güney Kürtlerinin Kürdistan Parlamentosu seçimlerini yapması, konuyla ilgili örnek alınması gereken önemli bir deneyimdir. Türkiye başta olmak üzere birçok bölge devleti bu seçimlere karşı çıktı ve engellemeye çalıştı. O gün ne olduysa er veya geç Rojava’da da bunların yaşanacağına ve engellemeye çalışanların da kendi utançlarıyla kalacaklarına inanıyorum. Doğru olan Rojava’da yaşanacak demokratik bir girişimi engellemek değil, tam aksine Suriye’de Esad rejiminden özgürleştirilen her karış toprakta yerel yönetimlerin seçilerek dünyanın desteğini almasını savunmaktır.

Salih Müslim geçtiğimiz günlerde Türk Dışişleri ile görüştü. Bu görüşmenin sonuçları politikaya nasıl yansır? Çözüm sürecini etkiler mi?

Salih Müslim’in, daha doğrusu PYD’nin Türkiye ile ilk görüşmesi değil. İlki Kahire’de Türk Büyükelçiliği aracılığıyla diğerinin ise yine Türkiye’de PYD yetkilileri ile yapılan olmak üzere son görüşmenin geçtiğimiz Nisan ayından bu yana yapılan üçüncü görüşme olduğu konusunda bilgiler var.

Doğru olan açık ve aleni görüşmeler yapılmasıdır. Ne yazık ki Türkiye bu konuda ürkek davranmaya devam ediyor. Örneğin son görüşme isteğinin Türkiye tarafından gittiği ve gizli kalmasının talep edildiği yönünde Kürt kaynaklarınca da doğrulanan bilgiler var. Her ne hikmetse gizli kalmasını talep eden Türkiye iken basına sızdıran da yine Türkiye olmuş. Gerçi Salih Müslim’in Türkiye’ye geldiği gün Dışişleri Bakanı Davutoğlu PYD ile bazı görüşmelerin yapıldığını ayrıntı vermeden dillendirdi. Oysa bu tür diplomatik oyunlara girmeye gerek yok. Görüşme varsa, açık, aleni ve sürdürülür olmalı.

Dışişleri Kaynaklarının görüşmeye dönük verdiği bilgiler de ilginçti. Salih Müslim ile hükümet düzeyinde görüşmeler yapılmayacağı ve MİT ile Dışişleri’nin üst düzey bürokratlarının görüşeceği bilgisi veriliyordu, Müslim buradayken.

Bu bir ürkeklik değil mi?

Elbette ürkeklik. Ben de onu soruyorum: Madem görüşüyorsunuz, bu ürkeklik niye?

Bu sürecin nasıl götürüleceğine dair kanaatleriniz var mı?

Ben bu sürecin hükümet tarafından öncelikle çok klasik götürüleceği ve daha çok PYD’ye ‘telkin’ üzerinden yürütüleceği inancındayım. Bu yolu Türkiye yıllarca KDP-Irak ve KYB-Irak üzerinde de denedi. Ne PYD sadece Türkiye’nin ‘telkinleri’ üzerinden yürüyecek bir örgüttür, ne de Türkiye PYD’yi sadece ‘telkinlerle’ tatmin edebilecek konumdadır.

Bu görüşme bile Türkiye’nin politika değişikliğinin bir işaretidir. Bunu bir müddet önce birkaç yerde belirtmiştim. Türkiye’nin Suriye Kürtleri politikası değişmek zorundadır, demiştim. PKK ile Türkiye’nin 2012’de yoğun çatışmalar yaşadığı dönemlerde çerçevesi çizilen ‘Kuzey Suriye Politikası’nın, 2013’ün başından bu yana yürütülen ‘çözüm süreci’nin ihtiyaçlarını karşılamayacağı çok açıktır. Daha da ötesi artık Türkiye bir tek Kuzey, Güney veya Batı Kürtlerine dönük palyatif politikalar değil, tüm Kürtlere dönük bütünlüklü politikalar oluşturmak zorundadır.

Bürokrasisi ve siyaseti ile Türkiye’yi yönetenlerde bunu yapabilecek akıl var mı? Kanaatim o ki akıl yoksa bile bunu yapmalarını gerektirecek yeterince deneyimleri vardır. Sadece son 20-22 yılın ‘MGK Bültenlerini’ okusalar bile özellikle neyi yapmamaları gerektiğini de iyi görürler...

Bu ay içinde Hewlêr’de bir Kürt Ulusal Kongresi’nin toplanacağı açıklandı. Çalışmaları sürüyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmek gerekir?

Kürt Ulusal Kongresi, Kürdistan Bölgesi Başkanı Barzani’nin de açılış konuşmasında belirttiği gibi Kürtlerin 40 yıllık hayalidir. İlk tohumları 1970’lerin başında atılan, 1993 yılında Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Özal’ın girişimiyle Kürtlerle gayri resmi ilişkiler geliştirdiği yıllarda ise alabildiğine olgunlaşan ama Özal’ın ölümü ve PKK’ye yeniden savaşın dayatılmasıyla rafa kalkan bu girişim, son 6 yıldır yine yoğun bir biçimde tartışılıyordu.

Bugün yeniden gündeme gelmesinde, “çözüm sürecinin” yani PKK lideri Öcalan ile MİT arasında görüşmelerin başlamasının ve PKK gerillalarının geri çekilmesinin ciddi bir payı olduğunu unutmamak lazım.

Bu yaklaşımla baktığımızda Kürt Ulusal Kongresini Kürdistan’ın 4 parçasını bir konfederasyon altında birleştirip Türkiye’nin hamiliğine terk edecek bir oluşum olarak görmenin doğru olmayacağına inanıyorum.

Kürtlerin Kongre öncesi hazırlanmış, en azından benim bildiğim bir yol haritası yok. Niyetler ise birbirinden çok farklı yol haritaları üzerinden dillendiriliyor. Bu anlamıyla eğer bir yol haritası çizilecek ise bunu Kongre’nin bizzat kendisi çizecektir.

Peki, bu nasıl olacak?

Elbet kolay olmayacak. Çizgileri birbirinden farklı 40’ın üstünde örgütün, onlarca bağımsız şahsiyetin katılacağı bir Ulusal Kongre’de ayrıntılara boğulmak yerine genel çizgiler belirleneceğine dair bir inancımın olduğunu belirtmemde yarar var.

Genel çizgiler oluşturulurken öncelikle Kürtler arası ilişkilerin bundan sonraki süreçte nasıl şekilleneceği üzerinde belki de ağırlıklı olarak durulacaktır. Akabinde Türkiye’deki çözüm sürecinden, PKK’nin geri çekilmesine ve silahsızlanmasına, Batı Kürdistan’daki gelişmelerden, Güney Kürdistan’daki yerel ve merkezi hükümetle sorunlara ve Doğu Kürdistan’daki sosyal, siyasal ve diğer toplumsal sorunlara kadar tüm Kürtleri ilgilendiren güncel gelişmeler tartışılacak ve bunlarla ilgili mümkün ise genel stratejiler belirlenecektir. Ama 4 parçanın ortak statüsünün somut bir karar ile bu Kongre tarafından belirleneceği inancında değilim. Elbet bağımsız ve birleşik Kürdistan yanlısı Kürt siyasetçileri ve örgütleri vardır. Bunun yanı sıra her parçanın kendi içinde özerk veya federatif olması gerektiğini savunanlar da var. Kürt siyasetinin temel ve güçlü aktörleri daha çok ikinci gruba girenlerdir. Eğer Kongre’de bir statü belirlenecek ise “her parçadaki Kürt halkı kendi statüsünün kararını kendisi verecektir,” gibi genel bir belirlemenin ötesine geçilmeyecektir.

Biliyoruz ki Türkiye, İran ve Suriye, Kürtleri artık eskisi gibi yönetebilme realitesinden uzaktır. Ulusal Kongre, Kürtlerin en azından artık eskisi gibi yönetilemeyeceği yönünde güçlü bir ortak iradenin görünmesini ve çok uzun sayılmayacak bir vadede Kürtlerin uluslararası camia tarafından resmi olarak tanınmasını da sağlayacaktır.

“KÜRDİSTAN BİR ORTADOĞU SAVAŞI SONRASINDA BAĞIMSIZLAŞABİLİR”

Hal böyle iken “Kongre, Türkiye’nin hamiliği altında bir Konfederal Kürdistan’ı oluşturacaktır” demek ya da Türkiye’nin böyle arzularla hareket etmesini savunmak, aynı zamanda ciddi sorunlara, hatta büyük bir Ortadoğu savaşına davetiye anlamına da gelebilir.

Kanaatim o ki Kürdistan yakın dönemde, ancak milyonlarca insanın yaşamını yitireceği büyük bir Ortadoğu Savaşı sonrasında, bağımsızlaşabilir. Eğer bir bölge savaşı yaşanmaz ise önümüzdeki birkaç on yılda Türkiye ve İran’da da Irak benzeri bir federasyon, Suriye’de ise güçlü bir özerk bölge dışında farklı bir statünün oluşmayacağı kanaatindeyim.

Elbet, Kürtlerin gönlünde bir bağımsızlık aslanı her zaman var ve olacaktır. Ama bunun siyasal talep olarak önümüzdeki birkaç on yılda öne çıkmasını Kürt siyasetinin ağır topları henüz realist bir durum olarak değerlendirmiyorlar.