İskender Pala'nın 10 Nisan tarihinde Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde yayınladığı "muhafazakârın sanat manifestosu"na Ezel Akay'dan cevap geldi.

 

Facebook'taki sayfasında paylaştığı ve MS (Muhafazakar Sanat) anlayışını notlar alarak eleştiren Akay'ın metni yoğun ilgi gördü.

 

"Sayın İskender Pala’nın çabasına katılmak arzusu duydum. Yazdığı manifestoya eklediğim “zeyl”lerin (kuyrukların) temel hedefi bu manifestonun çekinikliğini, kesinlik ve açıklıktan uzak durduğunu vurgulamaktır. Bu minval üzre okuyunuz lütfen!" uyarısıyla yazıya başlayan Akay'ın -ve İskender Pala'nın- metni altta;

 

İskender Pala’nın

“Muhafazakârın sanat manifestosu”’na zeyl!

 

“…Cumhuriyet tarihimiz boyunca kültür ve sanat konuları her zaman siyasi konuların gerisinde yer alırken, çok şükür ki toplumun kültür ve sanat hakkında görüş sahibi olmak istediği ve muhafazakâr sanatı tartışır olduğu bir döneme girdik. Bunun sebebi, Maslow'un yahut İbn Haldun'un, zaruri ihtiyaçlar ile kemali ihtiyaçlar teorilerinin gösterdiği ekonomik yeterlik eşiğinin yükselmesidir. Bizce bu tartışmanın akılcı ve çözüm arayıcı bir düzlemde yürütülmesi çok önemlidir...”

 

Böyle başlayan manifestoyu okuyunca, kariyerini ve eserlerini ilgiyle bazen de hayranlıkla takip ettiğim Sayın İskender Pala’nın çabasına katılmak arzusu duydum. Yazdığı manifestoya eklediğim “zeyl”lerin (kuyrukların) temel hedefi bu manifestonun çekinikliğini, kesinlik ve açıklıktan uzak durduğunu vurgulamaktır. Bu minval üzre okuyunuz lütfen!

Önce, sayın Pala’nın bir “Muhafazakar Sanat manifestosu” kaleme alırken işe Maslow’un ihtiyaçlar teorisini anarak başlamasını biraz tedirginlikle karşıladığımı belirteyim. Bu teori kısaca şunu diyor: “insan psikolojisi önce insanın fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayacak, sonra güvenlik, sevgi, kimlik, kendini gerçekleştirme, bilgi ve kavrama, en son da estetik ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gelişmiştir. Ama bu hiyerarşik sıralamadır, önceki tatmin edilmeden diğerlerine sıra gelmez!”

Yani “zamanı gelmemişse zorlama, her şey sırayla!”

Bu teori bir siyasetçinin elinde rahatlıkla “… daha zamanı değil, toplum hazır değil!..”e dönüşecek bir teoridir. Sadece “muhafazakar sanatçı” açısından da kabul edilmesi gereken bir ön koşul mudur anlayamadım! Ama, başlayalım:

 

 

1. Muhafazakâr sanat (MS), geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış bir toplumun öz benliğiyle barışma çabasının estetik boyutudur.

 

Bir sanatçının-filozofun, bir toplumun öz benliği’nden sözetmesi bana garip geliyor. Gerçekten var mı böyle elle tutulur, sınırları belli bir “öz benlik?”

Ama belki de işte bu: Muhafazakar, toplumun bir “öz benliği” olduğuna ve bunun değişmemesi gerektiğine inanan kişidir!” öyle ise, anlaştık!

Ancak hala bir problem var: Bahsedilen muhafazakarlık “…geçmişiyle bağları travmatik bir biçimde koparılmış…” toplumlar için geçerli. Yani Türkiye için. Acaba sanattan bahsederken işin evrensel boyutunu kaale almak daha doğru değil mi?

Bir manifestoya yakışmayan muğlak bir alan …

 

2. MS, toplumun kendi kimliğinden kaynaklanıp bağrında görünür kılınan sanattır.

 

Evet. Önce “benlik”, sonra “kimlik”! Demek bir muhafazakar sanatçı için önemli ikinci kavram kimlik! Toplumun kimliği!

Açıklaması, ikna etmesi o kadar zor, muğlak bir adlandırma ki!

Maalesef bu da benim bir manifestodan beklediğim açıklık-kesinlik-keskinlik ilkesine uymuyor!

Bir muhafazakar sanatçının görevi belki de bu kimliğin ortaya çıkması/yaratılmasıdır. Olabilir. Yani o kimliği, aradığı toplumda tam olarak bulamayan bir sanatçı, o toplum için bir kimlik yaratır herhalde. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişte böyle bir operasyona ihtiyaç duyulmuş anlaşılan. Çok karışık bir durum çok!

Neredeyse artık eski dünyaya hiç benzemeyen, tüm toplumların çok çeşitli kimliklerden oluştuğu bir yeni dünya için bir muhafazakarın söyleyeceği “keskin” şey belki de şu olmalı:

“Herkes kendi kimliğine sahip çıksın, onu temizlesin, o kimliği yaygınlaştırsın, kısaca ak ve kara ayrılsın, her toplumun kimliği diğerinden ayrı olsun!”

Bu ayırma-ayrıştırma operasyonunun, kimlik belirleme operasyonunun nasıl yapılacağı artık o “toplumun tıynetine” kalmış (ben de “toplumun tıyneti” diye yeni bir kavramsal alan yaratmış oldum!).

 

3. MS, ekonomik gelişmişliği 16. sırada ama insani gelişmişliği 92. sırada olan bir milletin, yapısal değişikliğini tamamlayabileceği ve özgürce kendini ifade edebileceği bir estetik alandır. Irmağın tabii seyrini bulmasına engel olanlara ve yapay surette değiştirmek isteyenlere ürettikleriyle karşı çıkar.

 

“…Irmağın tabii seyri…” Muhafazakar kavramlara giderek vakıf oluyorum. Ancak fazla muğlak kavramların arkasında durarak yine manifestonun açıklık-kesinlik-keskinlik ilkesi ihlal ediliyor burada. Ama anlıyorum:

Toplumların “ilerleyişi”nin bir tabii seyri var, bir ırmak gibi belli bir yönde akıyor. Bu akışın dışına çıkan derecikler ise “kökünden uzak düştüğü için” kuruyup gidiyor. Ben Muhafazakar Sanatçı’yı anlayabilmek için şu metaforun da düşünülmesini arzu ediyorum:

“Toplum (toplumlar) birer ırmak değil birer göldür. İçine dağlardan inen ayrı ayrı derelerin suları akar!”

 

4. MS, üretimleriyle toplum barışına, aydınlanmasına, maddi-manevi gelişimine katkı sağlamayı amaç edinir.

 

Bence, affedin ama, “eşantiyondan” girmiş bu madde. Hoş görünmek için… Çünkü Maslow’un hiyerarşisi gibi ilk sırada yer almıyor.

Yani, eğer Muhafazakar sanatçı, katkılarının sonucu olarak barış yerine savaş, aydınlanma yerine umursamazlık, maddi manevi gelişme yerine fukaralaşma başladığını görürse ne yapar?

Israr mı eder, muhafaza etmekten vaz mı geçer?

Bence ısrar eder çünkü muhafaza etmek istediği değerlerin evrensel, alem şümul yani tanrısal/kutsal olduğuna inanır! Öyle değil mi?

 

5. MS, özgürlüğün ve özgür ortamların her sanatçı için kaçınılmaz olduğunu ön şart kabul eder. Ancak sanat adına yapılmış bayağılığa, kalitesizliğe ve ayrımcılığa karşı çıkar.

 

Yine bir muhafazakar klasiği: önce “özgürlük”, sonra “ancak…”

Bence artık bu klasikten kurtulmalı ve açıkça söylemeli:

Özgürlük bir muhafazakar için asla en önemli kavram değildir. Bu yüzden sanat bir muhafazakar için çok tehlikeli bir alandır. Yaratıcılık bir özgürlük gerektirir ama muhafazakar sanatçı başka değerler uğruna bu alandan vazgeçmelidir.

Maddede sözü geçen “ayrımcılığı” falan anlıyorum ama tek soru şu: “kalitesizlerin ayrılması” için hangi kriterler kullanılacak?

Kaliteli ama hiç muhafazakar olmayan sanat eserleri, kalitesiz ama muhafazakar sanat eserleri… Zor, nasıl yapacağız belli değil!

Bu manifesto bunu söylemiyorsa neyi söylüyor?

 

6. MS, sivildir; devlet eliyle kontrole karşı çıkar, devletin patron değil sponsor olarak katkı sağlamasından yanadır.

 

Bu muhafazakarlık değil. Sayın Pala’nın kendi arzusu, ve kimliği…

Yeryüzünde kaç tane devletsiz muhafazakar var? Muhafazakarlığın ruhuna aykrı bu tanım.

İngilizce’de buna “wishful thinking” derler. “aah, keşke!” gibi bir şey.

Burada ben gerçek bir sanatçının muhafazakarlıkla ilgili gizli mücadelesini görüyorum.

Bu tanım başka bir manifestonun tanımı! Olsun, tanımlandı ya!..

 

7. MS, din eksenli bir sanat değildir, ama dini duyarlıkları mutlaka dikkate alır.

 

Bence bu “…dini duyarlılıkları dikkate almak…” meselesi bu maddenin kilidi. Demek ki muhafazakar sanatçılar dini, manevi, milli, giderek ırksal, cinsel, bilimsel, toplumsal duyarlılıkları dikkate aldığı için muhafazakar.

E, bu kadar duyarlılığı dikkate almaya çalışan bir sanatçı için tabii ki “özgürlük” kavramı çok geri planda kalacaktır.

İnanın muğlak bulduğum manifestal maddeleri açıklığa kavuşturmaya çalışıyorum. Gene de, ukalalığımı bağışlayın ama, şunu hatırladım:

Yeryüzünde muhafazakarlıktan çok özgürlükçülükleriyle ünlenmiş dindarlar var. Dinler ise hep iki koldan gelişmiş gibi duruyor:

Muhafazakarlığın bağnazlığa dönüştüğü bir kol ve özgürlükçülüğe, yani dinden bağımsızlaşmış tanrı-sevenlere (sufilerin bir kısmı mesela) dönüştüğü ikinci kol!

 

8. MS, halk ile kavga etmez. Bu bakımdan İngiltere'deki muhafazakâr sanat ortamını destekler ve mesela nüfusunun kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda İslami değerlere küfredilmesinden rahatsızlık duyar.

 

Yani halk ile kavga eder!

Tüm sanatçılar eder.

Ama bir muhafazakar sanatçı için halktan ne anlaşıldığı belli: Halkın yarısı! Küfürden de ne anlaşıldığı belli: özgürlükçü eleştiri!

Bence bir muhafazakar, “değerleri”nin eleştirilmesine (küfürle, ya da aklı selimle) kesinlikle karşı çıkar.

Çünkü bunlar kutsal-tanrısal değerler. Bu kadar kesin olmalı değil mi?

 

9. MS, Batı'yı reddetmez, metodoloji ve üretimlerini kabul eder, ama ruhuna mesafeli yaklaşır.

 

Niye? Hangi ruhuna? O kadar çok “Batı Ruhu” var ki!

Mesela en önemlisi ve en güçlüsü, batının kapitalist ruhu!

Mesela buna da mesafeli mi MS?

“…batının iyi şeylerini alıp kötü şeylerini almamalıyız…”

Bu sığlıkta konuşmak ancak siyasetçilere yakışıyor!

Maalesef bu madde tarif edilen MS’in çok ama çok yerel ve izole kalmasına neden oluyor.

 

10. MS, söz gelimi Fuzuli veya Dede Efendi'yi, Şekspir yahut Molier'i, Brahms veya Vivaldi'yi, Kurosawa yahut Coppola'yı bilir ama onların bilmem kaçıncı taklit versiyonunu üretmek yerine bir Fuzuli, bir Molier, bir Vivaldi yahut Coppola olma idealiyle kendi eserini üretir.

 

Allah allah! Bu muhafazakarlığın tam tersi? Kendi eserini üretmek? Bu muhafaza etmeye çalıştığı şeyden kopma tehlikesini de göze almak demektir! Dikkat!

“Birisi olma ideali” “bir usta’ya benzeme ideali” MS için çok anlaşılır bir durum. Ancak zaten muhafazakarlık ve sanat kavramlarının bir araya gelmesindeki gariplik (bütün bu manifesto bu durumun garipsenmesi sonucu ortaya çıkmıştır) burada görünür hale geliyor.

Mantıki çıkarım yapalım:

Korumak istiyorsun. Yeni bir şey yaparsan koruduğun şeyden vazgeçmek, onu bozmak, ya da rafa kaldırmak durumunda kalabilirsin. Bu yüzden en güvenli yol, eski eserlerin aynısını, mümkün olan en zenaatkarca yollarla kopyalamak, yeniden üretmektir.

MS’ı bekleyen “onmaz çelişki” de budur!

 

11. MS, Mehmet Akif veya Necip Fazıl'a kapılanıp kalmadan Nazım Hikmet veya Orhan Kemal'i, Karacaoğlan veya Şeyh Galib'i, Dostoyevski veya Dante'yi vb. harmanlayarak üretim yapma idealini taşır.

 

Neden? Toplum ne kadar barışçı olduğumuzu-hoşgürülü olduğumuzu görsün diye mi? Takıyye ile Muhafazakarlığın ne alakası var? Yani en azından ahlaki açıdan?

Sonunda bu “…batının iyi şeylerini alıp kötü şeylerini almamalıyız…” geyiğinden farklı değil. Her şey bir ticari alışveriş sanki!

Ama aslında durum şu:

Bi batıdan: “Ne yiyorsan osun!”. Bi de doğudan: “Aslan yattığı yerden belli olur!”

 

12. MS, -klasik olanın her daim yoruma açık oluşu ilkesinden hareketle- klasik anlayış, sanat ve kültürü aynen tekrar veya taklit yerine, yeniden yorumlayıp üretme azmindedir.

 

Aa! Demek benim dediğim gibi değilmiş MS!

Tekrar ve taklit istemiyor!

Bu tamam. Ama nasıl olacak, ya da oluyor?

Yeniden yorumlama da eskiyi “muhafaza” edecekse, nasıl yeni olacak, ya da nasıl muhafazakar kalacak?

Bunun cevabında, aslında muhafazakarlığın çelişkisi yatmaktadır!

Yine de belki bu Sayın Pala’nın çelişkisidir.

Yeterince muhafazakar olmadığından şüpheleniyorum! (gerçek fikrim şu: değil!)

 

13. MS, kendi kültürel coğrafyasının farkında olup, kabuğunu beğenmeyen civciv kompleksinden varestedir.

 

İyi de bu her sanatçıya uyar! Başka türlü komplekssiz, yani bağımsız sanat üretilemez… MS üyesi olmak gerekmiyor bunu kabul etmek için.

Ama bağımsızlığa önem vermek gerekiyor tabii.

Farkını ortaya koymak hedefini güden manifestal metinlere de bu yüzden yakışmıyor!

 

14. MS, kendi dinamiklerini tükettiği için bizim coğrafyamızın ürünlerini keşfetmeye çabalayan Batı sanatçısından evvel davranıp kendisine ait olanı aynı kalitede üretmekten yanadır.

 

Allah allah! Nasıl oluyor da “kendi dinamiğini tüketen… bir batılı sanatçı”… başka dinamiklere-kültürel kaynaklara el atıyor?

Çocuklara anlatsan anlamaz, ööle masal gibi dinlerler!

Hangi batılı sanatçı mesela? Acaba örnek var mıdır?

Hani, çok iyi bir sanat eseri üretmiş, ama mesela “bizim” kültürün etkisiyle üretmiş, bu yüzden de burun kıvırdığımız bir sanatçı veya eseri var mı?

“kendi dinamiklerini tüketmiş yabancı sanatçı” meselesi bana entelektüel bir yorum gibi gelmiyor!

Daha çok bir siyasetçinin ağzına yakışan “ önemsiz-geçiştirmeci kavramlardan” biri gibi. Yani gerçeği arayan değil, adını koyup geçiveren bir açıklama.

“Batı sanatçısından evvel davranma” ya gelince:

bu da ticaret gibi bir şey. “…Arsayı önce ben alayım, uyanık olayım ki kar edeyim…” nedir bu yahu?

Muhafazakar sanatçı diğerleriyle yarışır, diğerleri ise “dayanışma-ilham alma” ilişkisi kurar.

Hah, biraz garip ama bak böyle olur!

Muhafazakarlığa benden bir tanım hediyesi daha!

(Ah, bir de “…batıyla… aynı kalitede üretmek…” meselesi çok trajik: demek batının “kalitesini” gerçek bir ideal, bir standart olarak görüyor MS. Çok kafam karıştı!)

 

15. MS, -kendisi muhafazakâr olmayan sanat platformlarında hep yok sayılsa ve dışlansa da- muhafazakâr olmayan sanat ürünlerini eleştiren ama asla dışlamayan sanattır.

 

Biraz “o kötü çocuklar sana vurursa sen de onlara vurma!” demeye benziyor! Ne alakası var bu yaklaşımın sanatla?

Hem nereden çıktı muhafazakar olmayanların muhafazakar bir sanatı ya da sanatçıyı dışladıkları?

Hadi dindarlığı muhafazakarlığa en azından dahil ettiniz, oradan örnek bulalım:

Tarkovsky!

Dünya sinemasında adını anmayan sinemacı yoktur, hala çektiği filmler zamanı asla geçmeyen filmler olarak duruyor. Müthiş inançlı, dindar ve hem ahlak hem estetik konusunda muhafazakar bir insandı. Onu dışlayan sanatçılara cahil gözüyle bakıyoruz!

Sonra yine neredeyse militan bir dindar olan Lars von Triers var.

Sonra Celaleddin Rumi var!

Benim bildiğim kendisini dışlayanlar seküler sanat camiası değil, tam tersine dinde felsefeye, yoruma, estetiğe dayanamayan “bağnaz” dindarlar.

Kendine “Muhafazakar” diyen sanatçılar muhafaza ettikleri yüzünden değil, “berbat” eserler ortaya koydukları için küçümseniyorlar gibi duruyor!

 Sanatı bırakıp muhafazakarlığın “propagandasını” yapanlar hemen ekşiyor gözümüzde.

Propaganda propagandadır. İster nazi propagandası, sosyalist propaganda, muhafazakarlık propagandası… aynı yere çıkıyor: Sanatın olmadığı yere!

 

16. MS, Tanpınar'ın ifadesiyle değişerek devam eden ve devam ederek değişen tabii bir organizmanın Yahya Kemal dilinden kökü mazide olan atisidir.

 

Madem bir ondan bir bundan örneklerle durduğumuz yeri genişletmeye ferahlatmaya çalışıyoruz, bir de ben diyim; Karl Marks’dan gelsin:

“Tarih bir başağrısıdır”!

Bunu da benimsesin bu manifesto. Yani kökü mazide olmanın ağır ruh halinden kurtulmaya çalışmak da MS’ın düsturu olsun istiyorum!

O zaman “yok aslında birbirimizden farkımız! “ manifestosuna kavuşuruz.

 

17. MS, bir medeniyet bakış açısıdır ve zengin tarih/kültür mirasından dengeli bir madde-mana medeniyetini en gelişmiş biçimiyle üretme çabası taşır.

 

Burada “muhafazakar sanat” meselesi iyice evrensellik iddiasından kopuyor, “memleket meselesi” haline geliyor. Yani bugün var yarın yok!

Türkiye muhafazakarları ne zaman dünyadan bahsedecek, istatistiki bilgilerini ne zaman tüm insanlık için kullanacaklar?

Yani bir Türkiyeli muhafazakar, bize kaybolmakta olan evrensel değerleri hatırlatacak, hatta gidip (ya da oturup) Tibet için, İran için korkusuzca, “muhafazakarca” çalışacak, üretecek?

Çünkü, yeryüzünün tümü düşünüldüğünde, muhafazakar falan olmayan milyonlarca sanatçı “bir medeniyet bakış açısı… ile dünyanın …zengin tarih/kültür mirasından dengeli bir madde-mana medeniyetini en gelişmiş biçimiyle üretme…” çabası içindedir.

Bu manifestal cümlenin içinde gizli “türkiye” ruhunu çıkarın, bence manasız kalıyor. Yani MS meselesini açık değil, karışık-kuruşuk bir hale getiriyor!

 

18. MS, geleneği sorgular ve yorumlayarak çağdaş birikime katar.

 

İşte, bir muhafazakarı bir “bağnaz” dan ayırabilecek tek eylem budur!

Ama maalesef bir söz oyununu andırıyor cümle. Çekinik, yani “nereye çekersen” kipinde yazılmış.

“…çağdaş birikime katar!” nasıl yani?

Geleneği çöpe de atar mı?

”Eskiden böyle yaşanırmış. Şimdi gerek yok!” gibi radikal cümleler de kurar mı? Valla, yanımda kimler var bilmek istiyorum!

Birçok geleneği çöpe atmak gerekir diye düşünüyorum, buna rağmen ben de birçok kültürel öğe için muhafazakarca davranıyorum!

 

19. MS, medeniyetin ve modern çağın bütün imkân ve tekniklerini, bilgi ve enstrümanlarını kullanarak eser üretir ama o esere ruh üflerken kendi geçmişinden ilham alır. (Yediden yetmiş yediye Barış Manço'yu hatırlayınız. Onu bu yüzden sevmiştik.)

 

Bu da işte, “muhafazakar”’ın “bağnaz”’a dönüştüğü noktadır.

Tehlikeli bir sırat köprüsü!

“Kendi geçmişi dışında hiçbir şeyden ilham almaz” denmek isteniyor galiba?

Ne feci olurdu değil mi?

Ama böyle bir cümle bir Muhafazakar Manifesto’da rahatlıkla yer alabilir.

Ben de manifesto denilen şeyin korkusuzca ve tüm keskinliğiyle ifade edilmiş bu anlamda “dürüst” metinler olmasını gerekli buluyorum.

Yani cesaret manifestonun temelidir!

Tüm yukarıdaki maddelerde bir “ne kokayım-ne bulaşayım” hali var.

“Yavaş yavaş söyleyelim de birden üstümüze gelmesinler, ürkütmeyelim!” duygusuyla-hesapçılığıyla manifesto yazmak işe yaramıyor ki!..

 

20. MS, her fırsatta dile dolanan "Muhafazakârların doğru dürüst bir sanat anlayışı ve gelişmiş bir estetik seviyeleri yoktur" yavesinin, bir şeyleri yok saymak adına uydurulmuş ucuz ve haksız bir kasıt eseri olduğunu bilir.

 

Böyle genellemeleri ben de tabii ki saçma buluyorum.

Gerçi bu cümleyi kuranlarla hiç karşılaşmadım ama böyle “yavelelenler” var deniyorsa varsayalım.

Ama bir talebim var:

Lütfen bir Muhafazakar Sanatçı tarafından yaratılmış, muhafazakar ama üstün bir sanat eserini örnek gösterin.

Bu eser çok haksızca, sadece muhafazakar olduğu için eleştirilmiş, küçümsenmiş olsun!

Ben de buna karşılık, o eserin bir MS’in eseri olduğu için değil, bir sanat eseri olarak nasıl eleştirildiğine dair örnek bulayım.

 

Sözü Hasan Bülent Kahraman'ın zımnen MS'den tedirginlik duyanlar için söylediği (Akşam, 08 Nisan 2012) bir cümleyle bağlayalım: "Korkmayın!.. Kültürel birikimle barışmadan, onu yok sayarak, onu güncelleştirmeden, içselleştirmeden bir yere varamayız."

 

Ben de ekleyeceğim:

Korku esas olarak kendini “bir şeyleri koruyan-muhafaza eden” olarak tanımlayanların yanından ayrılmaz. Muhafazakar, prensip olarak “kaybetmek korkusuyla dolu olan” dır!

Ve maalesef,”Fear, she’s a mother of violence!” ya da “Korku şiddetin anasıdır!”

(Aşık Veysel de söyleyebilirdi bunu. Ama maalesef David Bowie söylemiş! Batılı ama iyi! Alalım lütfen!)

 

Her ne kadar sürç-i lisan ettik ise affola! Zeyl’lerin tonundaki “acılık” tamamen bir içtenliğin yansımasıdır. Ya da ben öyle zannediyorum. Eminim bir psikolojik okuma da bana yapılır…

 

Sevgiyle,

 

EZEL AKAY