Deniz Güneş

Gazeteci, televizyoncu ve akademisyen Haluk Şahin’in yeni romanı “Güzel Mavrella” çıktı. Bozcaada’ya gelen koronavirüslü iki Çinli turist sonrasında adanın karantina altına alınmasını konu edinen roman, hikâyesi ile merak uyandırıyor.

Tüm dünyayı diken üstünde yaşamaya sevk eden bir virüsün Bozcaada’da yaşattığı hisler, ana karakter Erkan ve Jülide’nin ilişkileri, karşı komşumuz Midilli’deki mültecilerin yaşamına dokunan kısımlar romanda ön plana çıkarken, kurgusal akışın yanı sıra esinlenilen karakterler, gerçek insanlar ve adalıların bizzat yaşadığı büyülü doğa gerçekliğini aktaran betimlemeler ile bu hibrit roman yaşanmakta olanı anlatan bir fotoğraf karesi adeta.

“Bozcaada Mendirek Yayınları” tarafından basılan ve Mustafa Dermanlı’nın yayına hazırladığı roman sonrası kitabın yazarı Haluk Şahin ile görüştük.

Güzel Mavrella” çok güncel bir konuyu, martta başlayan koronavirüs salgınını ele alıyor. Nereden aklınıza geldi? Olayın güncelliği gazeteci tarafınıza çekici mi göründü?

İlk bakışta öyle görünebilir ama aslında pandemiyi bahane edip Homeros’tan beri anlatılan en temel insani konulara daldım. Korku, kötülük, sevgi, dayanışma ve hayata anlam arayışı gibi. “Yeni normal” denen dönemde değişen değerleri araştırdım ve özellikle toprak sevgisini vurguladım. İçinden geçmekte olduğumuz çok olağanüstü bu zaman dilimini anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Bu kısacık romanın bazı insanları derinden etkileyeceğini hatta değiştireceğini umuyorum. Savı ve işlevsel amacı olan bir metin bu. Bir zamanlar romanların öyle olması istenirdi. Ayrıca ‘Güzel Mavrella’ bir hibrit roman örneği sayılabilir.

Ne demek hibrit roman?

Son zamanlarda, dijital teknolojinin eski uzmanlık alanları arasındaki duvarları yıkması sonucunda ortaya yepyeni melez türler çıkıyor. Doküdrama böyle bir örnek. Sözlü narrasyon, canlandırma, sinema teknikleri, teatral ses, animasyon iç içe geçiyor... Bazı edebiyatlarda bunu deneyen roman yazarları var. Anlatımda yer yer, gazete röportajı, çizgi roman, fotoğraf vs kullanıyorlar.

Peki, roman sadece koronavirüs salgını etrafında mı dönüyor? Biraz konusundan bahsetseniz...

Koronavirüs bana bir çerçeve verdi. O çerçevenin içinden insanlığa baktım. Tüm insanlığa. Ada bir “mini evrendir” derken bunu kastediyorum. Bir mikrokozmos. Çerçevenin içine ölüm girdi. Oysa insanların çoğu, özellikle gençler, ölümsüzmüş gibi yaşarlar. Ölümün bu kadar yakın olabilmesi insanları öncelikler konusunda yeniden düşünmeye yöneltti. Neler önemlidir hayatta? Romanın baş kişisi Erkan dünyanın dört bir yanında ikonik fotoğraf peşinde koşarken adasındaki bağları ve bahçedeki erik ağacını görmüyor. Ta ki günün birinde güzel ‘mavrella’yı keşfedinceye kadar. Bir arayışın öyküsü bu roman. Erkan, adanın mağara ve mahzenlerinde saklanan kaçak Kovid-19 hastalarını aradığını sanıyor ama çok daha fazlasını buluyor. Ya turizmci Jülide? İnsanları kocaman uçaklara doldurup adını bile duymadıkları yerlere götürüp getirmek nasıl bir hayat? Yaptığı işi sorguluyor. Arayış ve sorgulama: İrdelenmiş hayat!

Bozcaada'ya dönecek olursak, 30’u aşkın kitabınız var ve bunların epey bir kısmı Bozcaada ile ilgili. Bir önceki romanınız Ada da öyleydi. Biraz kendi adanızın nasıl bir yer olduğunu anlatsanız...

Adayla ilgili olan ilk kitabımda, yani “Haluk Şahin’in Bozcaada Kitabı”nda, şöyle yazmıştım: “Herkesin farklı bir Bozcaada’sı vardır, herkes kendi Bozcaada’sını yaratır.” Gerçekten öyle. Adaya nasıl baktığınızla ilgili. Bakma konusunda ne kadar donanımlı olduğunuzla ilgili. Bir çokları için ada bir mesire yerinden ibaret, sıradan bir yer. Ayazma’da denize giriyor ama oranın Troya Savaşı’nda oynadığı rolü bilmiyor. Batı Feneri’ne şarap içerek güneşi batırmaya gidiyor ama az ilerisinin tarihin en önemli deniz muharebelerin yaşandığı yer olduğunu bilmiyor. Asırlar boyunca iyi şarap almak için gemilerin adaya doğru rota değiştirdiğini duymamış. Adanın bağları umrunda değil. Ada sokaklarında Aristo ya da Tales’in dolaştığını hayal edemiyor. Yakar Kaptan’ın teknesiyle dalgaları yararak ilerlemek nasıl bir duygu olmalı, merak etmiyor. Ada’nın harika özel müzesini gezmiyor... Benim için ada yalnızca bugünden ibaret değildir, yoğun bir geçmişi vardır ve güzel bir geleceği olmalıdır. Adanın geleceği önemlidir!

Edebi olarak salgını kitaplaştıran, salgını bir romanda kullanan herhalde Türkiye'deki ilk isimlerden birisiniz. Bu kurguyu kısa sürede kurmak zor olmadı mı?

Hayır olmadı. Salgının en başında, henüz tek yerli vaka yokken bir gün “Ya adada koronavirüslü hasta çıkarsa ve karantina ilan edilirse?” sorusunu duyduğum an romanı kurdum. Camus’nun “Veba”sı gençliğimde beni çok etkilemişti. Daniel Defau’nun “Vebalı Bir Yıl” günlüğünü dehşet içinde okumuştum. Salgın filmleri var. Salgın, doktorlar kadar yazarların da ilgisini çekiyor. Bir sınav çünkü. İnsanları zorluyor ve ucunda ölüm var. Hayata anlam veren öğenin ölümlülük olduğunu hatırlıyorsunuz. Yazarken, yardım için bazı adalı dostlarımı yardıma çağırdım. Artık sonsuzlukta olan Tayfur Baba onlardan biridir. Oya ve Ahmet Hocaları çoğu kişi tanıyacaktır. Onların en başta gelen esin kaynaklarım olduğunu itiraf ederim. Örnek insanlar!

Romanın başında söylüyorum: Bu bir “Böyle oldu” kitabı değil, “Böyle de olabilirdi,” kitabıdır. Gelemedim, karantinayı dışardan izledim ama her an oradaymış gibiydim. Bu duyguyu bizim gibi kıdemli adaseverler iyi bilirler. Bizim ruhumuzun bir bölümü hep adadadır. Bu duyguyu şiirlerimde çok işledim. Nerede olursam olayım, hep içimdeki bir kişi Çayır yolundan Ova’ya doğru yürüyüş yapmaktadır.

Peki, salgından sonra nasıl bir Bozcaada olacak? Son birkaç yıldır milyonu aşan ziyaretçi sayılarından sonra salgınla beraber adadakiler toprakla daha haşır neşir oldu. Sizce bu sürdürülebilir mi?

Bakalım ada “yeni normal” için kendisini nasıl tanımlayacak? Aslında niçin farklı ve özel olduğunu hatırlayacak mı? Çevreye, toprağa ve özellikle bağcılığa gereken önemi verecek mi? Yoksa rakı-balık-deniz peşinde koşan kuru kalabalıkların mesire yeri olmakla yetinecek mi? Ben romanda nasıl bir ada düşlediğimi anlatıyorum. Şu sıralar tüm dünyada en popüler slogan “Black lives matter!” Yani ‘Karaderililerin hayatları önemlidir!”. Benim sloganım ise “Adanın geleceği önemlidir!” Ben orada olsam da, olmasam da önemlidir!

Her kitabın bir hikâyesi vardır derler. Bu kitabında hikayesini anlatır mısınız?

Ada bağcılığını sıkıntılarını değerli dostlarım Mine ve Necati İnceoğlu ile pek çok kez konuşmuşumdur. Bu iki bilge bilim insanına ada bağcılığını kurtarma amaçlı bir çağrı metni yazmaya söz vermiştim. Araya başka şeyler girdi. Bunun suçluluk duygusunu içimde taşıdım. Bu romanın kaynağında biraz o var. İsim babası olduğum Mendirek Dergisi’nin başarılı genel yönetmeni Mustafa Dermanlı’ya bir kitap söz vermiştim. Bu kitap uygun düştü. Üçüncüsü, krizin en başında bir gün Bozcaada Haber yöneticisi Serkan İlik’in “Ya koronalı bir hasta çıkar ve tüm adada karantina ilan edilirse?” dediğini duydum. Bu soru kafama takıldı ve romana yön verdi. Kitabın ikinci adı olan KARANTİN’ADA buluşu birlikte çok başlık attığımız gazeteci dostum Leyla İsmier Özcengiz’indir. Kapaktaki harika bağ tablosu tanınmış ressam dostumuz Banu Tansuğ’undur. Yıllardır adadaki evimizin en gözde duvarındaydı... Ama sonuçta bu kitap 2020 yılı ilkbaharında insanlığın hikâyesidir. Arayan herkes kendisinden bir şeyler bulacaktır. Çünkü bu evrensel bir kriz ve kimseyi dışarda bırakmıyor...

Peki, koronavirüs sonrası insanlığı ne bekliyor? Nasıl bir dünya olacak?

Romanda bu soruya çeşitli cevaplar öneriyorum. Bir yandan dijital teknolojinin kesin egemenliğinin sağladığı imkânlar var. Uzaktan görüntülü bağlantılar, örneğin Zoom olmasaydı ne yapardık? Zaman ve mekân kavramları tamamen değişti. Artık her şeyin, her yerde, her an olduğu, olabildiği “ansal” bir dünyada yaşıyoruz. Tamamen küreselleşmiş bir dünya. Ancak son salgın da bir kez daha gösterdi ki iyi işleyen sosyal devletlere her zamankinden çok ihtiyaç var. Ve gene anladık ki, aile kurumu hâlâ işlevsel, tüm eleştirilere rağmen onun yerine sürdürülebilir bir kurum konulabilmiş değil. Beni kaygılandıran şey bu pandemi nedeniyle kurulan kontrol ve yönlendirme mekanizma ve reflekslerinin birileri tarafından totaliter amaçlarla kullanılabilmesi. Çok uzun sürmese de, siyasal açıdan yeni bir Karanlık Çağ’ın başında olabiliriz. Türkiye’de de bu yöndeki sinyaller güçleniyor, istibdat koyulaşıyor.

Aynı zamanda iletişimcisiniz. Son dönemde sosyal medya ile ilgili bir gündem var. Belli kurallara bağlanması, yasaklanması konuşuluyor. Bu konuda düşünceniz nedir?

Günümüzde sosyal medya en başta gelen haber kaynağı ve kamuoyu oluşturma aracı haline geldi. Kullananların çoğunda bir iletişim etiği bilinci olmadığı için kötüye de kullanıldı, bir kutuplaştırma aracı haline dönüştü. Belirli yasal ve etik kurallara bağlanması doğaldır. Bunun tartışması dünyanın her yerinde yapılıyor. İletişimde hegemonya kurmak isteyen müstebit güçler bu tartışmadan yararlanarak emir kulu bir sosyal medya yaratmak için adımlar atıyorlar... Son girişimlere bu çerçeve içinde bakabiliriz. Çok tatsız ve çağ dışı. Kurallar lazım, krallar değil!

Daha çok gazeteci, televizyoncu ve akademisyen olarak tanınıyorsunuz. Ancak son yıllarda birbirinin ardı sıra romanlar yayınlamaya başladınız. Öbür mecralar dururken niçin roman?

Gazeteciliğin ve edebiyatın hemen her alanında kalem oynattım: Öykü, şiir, deneme, eleştiri... Ancak son dönemde, modern romanın, yazarına müthiş bir özgürlük alanı bıraktığını keşfettim. Romanda her şeyi yapabiliyorsunuz, isterseniz kuş olup uçabiliyorsunuz. Yeter ki, inandırıcı olun... Güzel Mavrella aslında kısa bir roman. İsterseniz ‘novella’ diyebilirsiniz.

Sizde neler var?

Yaşayanlarla röportajlar, aramızdan ayrılmışlarla hayali görüşmeler, gazetecilik tarzı haberimsi gözlemler, izlenimler. Hayal, gerçek, tarih, hurafe, bilim iç içe. Tıpkı günümüzdeki gibi. Az kaldı ikonik fotoğraflar da kullanacaktım ama son anda vazgeçtim. Böylelikle yarı-hibrit roman oldu.

Son olarak, yeni kitap projeniz var mı?

Artık sırada anılar var. Ama bu kronolojik bir otobiyografi değil, “hayatın parladığı anlar” diyebileceğimiz türden bir anılar buketi olacak. “Malcolm X ile nasıl mülakat yaptım?” ya da “Bülent ve Rahşan Ecevit bana nasıl bir siyasi teklifte bulundular?” gibi. TRT, Politika, Nokta, Hürriyet, Cumhuriyet, Arena, Kanal D, Radikal, TV 8 ve diğerleri. Türk medyasının 50 yıllık geçmişinin hem içerden hem de akademisyen yönümle dışardan anlatımı... Evet, bilinmeyen bazı şeyleri anlatmanın ve yakın geçmişimizle ilgili bazı olguları unutulmanın pençesinden kurtarmanın zamanı geldi. Bu bir borç aynı zamanda...

İletişimcisiniz. Son dönemde sosyal medya ile ilgili bir gündem var. Belli kurallara bağlanması, yasaklanması gündemde. Bu konuda düşünceniz nedir?

Günümüzde sosyal medya en başta gelen haber kaynağı ve kamuoyu oluşturma aracı haline geldi. Kullananların çoğunda bir iletişim etiği bilinci olmadığı için kötüye de kullanıldı, bir kutuplaştırma aracı haline dönüştü. Belirli yasal ve etik kurallara bağlanması doğaldır. Bunun tartışması dünyanın her yerinde yapılıyor. İletişimde hegemonya kurmak isteyen müstebit güçler bu tartışmadan yararlanarak emir kulu bir sosyal medya yaratmak için adımlar atıyorlar... Son girişimlere bu çerçeve içinde bakabiliriz. Çok tatsız ve çağ dışı. Kurallar lazım, krallar değil!