Gülşen İşeri


Türkiye bir kaosun içine doğru sürükleniyor. İçine sürüklendiğimiz bu kaosun ne kadar farkındayız bilmiyorum. Gündeme bakarsak, devlet yetkililerinin gözdağı vererek konuşması, bazen tehditkâr sözleri, bazen de açıktan açığa korku kültürünü benliğimize kadar hissetmemize yol açmaları… Her yerde izleniyoruz değil mi? Paranoyak bir toplum olduk ama paranoyalarımızın ardından da bir gerçeklik payı var: İzleniyoruz, gözleniyoruz ve dinleniyoruz sonrası, iddianameye kadar yolu var. Gazeteci-Yazar Enver Aysever’in yeni romanı ‘Yazgıcılar’ tam da bu noktalara değiniyor. Yazgımızı yazan kimler? Roman bize ipuçlarını veriyor.

 

Aysever bu kez edebiyatçı kimliğini Yazgıcılar romanıyla karşımızda. Türkiye’nin bu kaos halini edebiyatla anlatıyor. Kapitalizmde en büyük rolü oynayan orta sınıfı, beyaz yakalıların iktidar ve güç uğruna gönüllü teslimiyeti, asıl kahramanımız EA’nın tüm bunların dışında kalıp kendi dünyasında geçmişi sorgulaması ya da kitaplarıyla kendi hikâyesinde yol alması romanı sahici kılan en önemli unsurlar. Çağımızın romanı desek yalan olmaz sanıyorum. Aysever’le Kadıköy’de Firuz Sahaf’ta Yazgıcılar’ı konuştuk, henüz Yazgıcılar raflardaki yerini yeni yeni alırken…

 

- Yazgıcılar izlenme, gözlenme ve dinlenme romanı, yani Türkiye’nin yaşadığı son süreçlere ayna tutuyor…

Bir edebiyat yapıtını bir roman yapan nedir; bir tanesi hiç kuşku yok ki yazınsal ölçütü, üslubu ve dili, diğeri de bir meseleyi nasıl kurduğunuzla ilgili… Yazgıcılar her yazarda olabileceği üzere yaşadığı çağın, çağdaşı olmaktan kaynaklı bir duygu halinin, bir düşünce halinin sonucunda oldu. Biz Türkiye’de izlenme, gözlenme ve dinlenme meselesini gerilimli bir şekilde yaşıyoruz. İzlenme, gözlenme, dinlenme mahremiyetle ilgili başka bir tartışmayı da gündeme getiriyor. Sürekli bir ayna karşısında kendini görme hali var, bir tarafıyla da bizim birileri tarafından belgelendiğimiz ve gözlemlendiğimiz bir süreç var ve o gözün kim olduğunu bilmiyoruz.

 

-Aslında o göz belli ama o gözler romanda o kadar çok ki, bu gözlenmeler bir iktidar savaşına dönüyor diyebilir miyiz?

Burada da bir iktidar meselesi ortaya çıkıyor… Bir tane mi göz var, bir sürü mü göz var yoksa herkesin teslim olduğu göz fikri mi var? Ben de bütün bunları yan yana koydum…

 

-Türkiye’nin hâlet-i ruhiyesi sizi etkisi altına almış sanıyorum…

 Türkiye’deki ruhsal şizofrenlik halinin beni etkilemediğini söylersem saçma olur. Doğrudan buna indirgemek de bu romana haksızlık olur. Çünkü bu romanının katmanlı bir yapısı var… Bu duygunun bireyi nereye dönüştürdüğü, aydın olma hali, siyasal olma mücadelesi, düşünsel olarak nereye doğru evirildiğimize dair çeşitli sorular sordum…

 

-Gönüllü teslimiyet dediniz ama bugün baktığımızda gönüllü teslimiyetin arkasında da bir güçler var… Burada da gücün yanında olma kaygısıyla gönüllü teslimiyet başlıyor…

Burada bize birey olarak şu duygu veriliyor, bizi birisi izliyor, gözlüyor, dinliyor, bunları geçiyorum… Ama arkada başka bir duygu daha var, sen o kadar küçüksün ki, senin dışında bir yerlerde hakkında tüm kararlar verilir, bu kararları veren güçler çok büyük güçler, sen bunun karşısında kumsalda kum tanesi gibisin, bir karınca gibisin, seni ezer geçerler. Buna karşı direnmek, itiraz etmek, söz söylemek şöyle dursun, neredeyse ondan izin almadan soluk almak mümkün değildir, dolayısıyla sen teslim ol, eğer mümkünse fırsatları değerlendir, hazcı ol diye bir değerlendirme ortaya çıkıyor. Büyük bir güç olduğunu düşünüyoruz. Diğer küçükler de kendi pozisyonlarına göre o güçten ne kadar devşirebilirlerse o kadar mutlu olduklarını ve konumlarını sağlamlaştırdıklarını düşünüyorlar. Dolayısıyla bu bir paradoks. Yani herkes kendi hapishanesini sırtında taşımaya başlıyor farkında olmadan ve dünya bir büyük zindana dönüyor.

 

-Yazgıcılar’da da herkes teslim olmuş durumda, biri de bu gidişe dur demiyor. Türkiye’deki realiteye dönersek burada da bir direnme yok, neden?

Buna itiraz etmenin çeşitli yolları olabilir, delilikle itiraz edebilirisiniz… İkinci bir mesele de aslında eylemci olabilirsiniz, siyasal olarak kavga da edebilirsiniz, bir de son bir yol daha var benim de önemsediğim; yazarak, sanatla belki o an içinde durum fark edilmese de derinlerde bir dengeyi bozarak, bu sefalet döneminin geçmesini beklersin. Bu da bir yol.

 

- Yazgıcılar bir sitede geçiyor, adına da ‘Gibi Sitesi’ diyorsunuz. Kapitalizm eleştirisine, beyaz yakalılara bakışa bu sitede küçük küçük tanık oluyoruz… Orta sınıfın bu hayatta rolü ne?

Çünkü bütün bunları tetikleyen orta sınıf, çünkü orta sınıfa olduğundan fazla rol düşüyor. Bu orta sınıfa düşen rol ne? Hem kapitalizmin sürekliğini sağlaması açısından bel kemiği olması görevi düşüyor, hem de bir yanıyla da bu tüketim toplumunu yeniden beslerken bir yanıyla da güç odaklarının ideolojilerini beslemek içinde kaynak haline geliyor. Dolayısıyla sürekli başka bir dünya görüşünün peşinde koşan örneğin yoksullar ki yoksullar, dindar olabilir, muhafazakar olabilir, Marksist olabilir, kimlik bunalımları yaşayabilir ama orada kapitalizmin sus payının bile düşmediği bir alandan söz ediyoruz… Dolayısıyla yoksullar da dünyayı değiştirme gücünün şu anda lokomotifi değiller.

 

Ama beyaz yakalılar teslimiyette, hapishanede, zindan olma fikrinde varlar. Nitekim biz buna yeni Marksist bakışta, aslında çok uzun süredir dünyada söyleniyor da Türkiye’de yeni tartışılıyor, orta sınıflar için beyaz yakalı işçiler denmeye başlandı, orta sınıflar da beyaz yakalı işçiler olmayı kabul etmeye başladılar. O yüzden onların öykünmesi, onların sistemden pay almaya çabalaması, iktidarın artıklarından yetinmeyip, bunun üzerlerinden kendi iktidarlarını kurmaya çabalamaları, haz duygularını yitirmeleri ve izlenmeye, gözlenmeye, dinlenmeye neredeyse bilerek ve isteyerek teslim olmaları bundan…

 

-Tüm bunların yanında korkuyla yaşıyorlar ama… Güvenli bir hayatı tercih ettiklerini düşünüp travmatik hal alıyorlar…

Temel sorun şu; can güvenliği korkusu değil, tüm bunları kaybetme korkusu… Zaten tüm bunlar onların değil, payına bir şey düşüyor ama bu değil.

 

-Son dönemlerde ülkemizde çok tartışılan sol ve solcu olmak kavramına da değinmişsiniz Yazgıcılar’da… En azından okuyucu bunu hissediyor çok açık vermeseniz de. Ama daha çok kendi kuşağınız üzerinden bir karşılaştırma da yapmışsınız sanki…

Solcu meselesini iyi tartıştırmak gerekiyor, bir grup solcu var ki saygı duyduğumuz, solculuğun ideolojik yapısına kağıt kalemle yetinmemiş olan, dövüşen, sahaya çıkmış olan, kendisini gerilla sayan dünyayı değiştirme hayalinin ve ideolojisinin peşine gönlünü koyan, mücadeleye girmiş, kimi zaten ölmüş, öldürülmüş; kimi de aslında bütün bu kavganın sonunda bedel ödedikten sonra kendi hikayesiyle birlikte belki de başka bir yere entegre olmuş… Bunların hepsinin ortak noktası kavganın göbeğinde yer alması. Dolayısıyla dövüşme fikrinin insanda nasıl karşılık bulduğunu bilemeyiz…

 

Bir taraftan da neo-liberal politikaların dayatmasıyla Türkiye’de darbeler sonrasında doğan bir sol var… Bu sol eylemden önce felsefi bir direnişi ortaya koyuyor. Yani adam var olan sistemden her türlü negatif faturayı almış, örgütlenememiş, kitap okuması yasaklanmış, siyasal bir eylemde anında polis kafasına binmiş, böyle adamlar var, bu insanlar önce solu entelektüel anlamda anlamaya çalışmışlar. Çünkü solun çok derin entelektüel damarı var, edebiyatı var vs… Aslında solun bize öğrettiği oradaki insana bakmaktan kaynaklı olarak sevgisi var, bunların hepsi sadece mücadeleci adamlarda karşılık bulmaz, birilerinde mücadele takati yoktur, korkabilir, insandan söz ediyoruz. Ya da umutları yoktur. Ama tüm bunların da doğru olduğunu bilir bir yanıyla… Benim bu EA’yla ilgili ipucu vereceğim mesele Türkiye’de 80’le birlikte benim de içinde bulunduğum ve 40 yaşında olan insanların, bu kuşağın da durumu var; bu insanlar aslında kötü insanlar değil, solcu olmaya gayret etmiş bir takım insanlar... Öte taraftan küresel kapitalizm üzerinizden silindir gibi geçmiş olabilir, sizin hayallerinizi, alışkanlıklarınızı, hazlarınızı almıştır.

 

-Bu anlattıklarınızdan yola çıkarak, EA karakteri de Türkiye’deki bir kısım solu temsil ediyor diyebilir miyiz?

Bizim hani, birçok insanın da dalga geçtiği ama bence hiç de dalga geçilmeyecek gerçek olan bir sıfat vardı, yorgun demokrat diye… Bir insanın yorgun olabilmesi için mücadele içinden gelmiş olması lazım, o yüzden yorulma hakkı vardır. Bir de Yorgun olması için hiçbir gerekçesi olmayan, yaşı gençtir, belleği gençtir, yorgun demokrat gibi davranan bir kitle vardır, işte onun nedeni bu romantik solcu dediğimiz insanların ardından gelen ve hiç kimsenin nesnel olarak itiraf edemediği ama bence çok net olan bir tabloyla karşı karşıya. Alacağınız miras talan edilmiş…

 

Dolayısıyla siz oradaki mücadele gücünü, inancını, iradeyi, dayanışmayı, yoldaş olmayı, bu fikirleri deneyimlemediğiniz için geriye sadece bunun entelektüel alanı kalır. Entelektüel alanı kaldığında da derin bir düşünme alanı, hazlar alanı. Bir taraftan da dünyayı kavrama alanı olduğu için de kaçınılmaz olarak yorgun demokrat gibi davranırsınız. Bir yılgınlık vardır aslında bu siyasal bir mirastır… Üzerinizden en az iki kere ordu geçmiştir. Sizin abi diyebileceğiniz, baba dediğiniz, dost dediğiniz insanlar siyaset sahnesinden ve toplumsal hayattan silinmiştir. Tüm bunların içinden yeniden direnç gösteren biri olmak çok kolay değildir. EA türü insanlar bizim ülkemizde hep eleştirildiler. Ama arsız olursunuz sürekli dayak yersiniz, ya da kırgın olursunuz…

 

-Sistem bugün insanları öyle bir hale getirdi ki, Yazgıcılar’da da söz ediyorsunuz, “sus yoksa başına her şey gelebilir.” Ama tüm bu olanların karşısında toplumsal bir ayaklanma olamıyor.

Sosyolojide biliyorsun temel bir kural vardır; toplumsal büyük değişimler 20-30 yıl sonra ipuçlarını vermeye başlar. Darbe 1980’de oldu, biz de ipuçlarını vermeye başladık. Bugün Başbakan’ın muhafazakâr demokratlar yetiştireceğim gibi meselesi aslında başbakanın projesi değil, çok daha önceden kavramsallaştırılmış bir proje. 24 Ocak kararları 12 Eylül’ün olmasıyla birlikte iki kutuplu dünyada ya solcular örgütlü bir toplum yarattı, bizim başımıza bela olacak demekle birlikte ‘Amerikancı’ diye söylenen, bana sorarsanız Amerikancılığın da dışında neoliberal bir dünyanın olacağı tezi Türkiye’de hemen hayata geçirildi. Bu en kolay Türkiye’de oldu, bu da Türk-İslam senteziydi… Türklüğün kapitalizme zaten uyumlu olduğunu biliyoruz, İslam’da öyle…

Kimin eliyle oldu bu? Askerin eliyle oldu. Dolayısıyla askerlerin ‘mağdur’ olması bir ironidir. Çünkü ideolojik olarak bunun içinde yer alanlar şimdi onun mağduru gibi olmuş oluyorlar. Bu bizim sorunumuz değil mesela, benim sorunum değil. Ama benim sorunum Türkiye’de öteden beri ortaya çıkan iki tane fay hattı var, Kürt ve Alevi sorunu diyebiliriz buna…

Bugün Türkiye’ye ne oluyor dersek, bugünden ararsak sorunun cevabını bulamayız… Sorun şu ki bunun artık fütursuzca dile gelmesini, gözdağı verir gibi söylemleri, hukuksuzluğun artık meşru kabul edilmesini yadırgıyoruz. Acaba yadırgamak mı gerekiyor? EA bu kadar büyük yükü de taşımakla yükümlü mü?

 

-EA üzerinden konuşmaya devam edersek, romanda iki tür adlandırma var, EA ve çevresindekilerin adları kodlanmış ama diğerleri meslekleri de dahil olmak üzere ayan beyan ortada, bu bilinçli bir tercih miydi? Nedeni ne?

İki tür adlandırma yapılıyor. Birincisi doğrudan isim verdiklerimiz, bir de adının baş harfi ve soyadının baş harfi, olarak konuşuyor. Bu iki çevreye bakalım, hangileri isimli, hangileri isimsiz… Bence bu; romanının kırılma noktası. EA’nın dünyasına dair biliyoruz da bilmiyoruz. Öteki taraftaki her şey ayan beyan ortada… Gözetleyenler ve gözlenenlerin kim oldukları çok ortada aslında, öbür taraftan da gözlendiğini bilmeyenler ve çevresi için bambaşka bir hikaye…

-Peki, Yazgıcılar Türkiye’de nereye tekabül ediyor?

Çok güncel tartışsak, başka bir cevap veririz, ama bir süredir bu Yazgıcılar kimlerdir diye tartışsak, bambaşka bir cevap veririz, çünkü garip şeyler yaşanıyor Türkiye’de. Bugün Yazgıcılar diye gelenler dün yazgıcılar tarafından mağdur olduğunu iddia edenler bir yanıyla…

Yazgcılar’ın ipuçları var aslında; daha milliyetçi, daha dindar, ama bir taraftan uzay üslerinde olan, teknolojinin bütün sınırlarını zorlayan, bir taraftan da modernitenin post modern hallerini kendi hayatlarında egemen kılan, diğer yandan da bambaşka bir ilişkiyi geliştiren bir gruptan söz ediyoruz. Yazgı kader demek, Yazgıcılar kaderimizi yazanlar, alınyazısı meselesi bu…

 

-Roman’da EA’nın okuduğu çok önemli yazarlardan pasajlar var… Bu pasajlar Enver Aysever’in mi EA’nın mı?

Hiçbir yazar kendini yazmaz ama hiçbir yazar kendi dışında da kimseyi yazamaz… Bu bir ilişki biçimidir. Romanda adı geçen yazarlar evet Enver Aysever’in seçtiği yazarlar… Yazar olarak değil, okur olarak seçtiğim yazarlar.

Türkiye’de yazarlık açısından da köksüzlük var, sanki AKP’nin Türkiye’ye getirdiği en acayip şey şu: Ben geldim her şeyi yaptım, pozitif anlamda söylüyor. Türkiye’de onların yaptığı bir sürü şey var evet, ama hepsi negatif… Bir de bunların edebiyatçıları çıkmaya başladı, sanki bunlardan önce edebiyatçılar yokmuş gibi… Bir gerçeği konuşalım, Bilge Karasu yoksa, Sabahattin Ali yoksa, Orhan Veli yoksa, Nazım Hikmet yoksa, Orhan Kemal yoksa, Halikarnas Balıkçısı yoksa, Azra Erhat yoksa, Edip Cansever yoksa, bunu daha çoğaltabiliriz… Can Yücel yoksa Türkiye yok, Aziz Nesin yoksa Türkiye yok… Sizin Türkiye diye övündüğünüz meselelerin tamamı bunlar. Sevgi Soysal diye birisi yaşadı, Tomris Uyar diye birisi yaşadı… Bunları görmeden olmaz.

 

-Gizlenme, gözlenme, dinlenme üzerine bir roman yazdınız, peki sizin bu tür kaygılarınız var mı?

Açıktan bir korkum yok, şahsımda böyle bir şey var mı bilmiyorum, olabilir de, çünkü medyada yer alan herkes, kanaat önderi olan herkes buna maruz kalıyor. Ama asıl mesele şu, bize kabul ettirilmiş, kanıksanmış bir korku söz konusu. O korku doğal bir korku gibi, biz o korkunun korku olduğunu bile anlamıyoruz. İçimizin bir yerinde bir korkuyla yaşıyoruz. Sürekli bir suçlu olma hali, insanın suç skalası da geniş herhalde, çünkü siyasi suçlardan tutalım, ahlaki suçlara kadar bir sürü suç var…

Eskiden buraya bir suçlu gelse ve suçlu olduğunu bilse, buradaki arkadaşımız polise suçluyu vermezdi. Şimdi gammaz, ispiyon çağındayız. Daha adamın suçlu olup olmadığı bile belli değilken onu ispiyonlayan adamlar çıkıyor. Asıl travma bu… Neden; çünkü birisi iktidardan pay almak için yapıyor, birisi de sıra bana gelmesin diye işbirlikçilik yapıyor.

Tehlikeli, çünkü insanın temel duygusunu ortadan kaldırıyor… Gammazlık ayıptı, eskiden racona tersti… Karadeniz’de 12 Eylül’den sonra sosyalist çocuklar köylere geldiği zaman teyzeler çocukları saklardı, Marksist olduğu için mi? Bizim çocuklar diye. Birileri Bizim çocuklar diye darbe yaparken birileri de bizim çocuklar diye asıp kesmek istediklerini darbeye karşı saklıyordu.