Zaman 19. yüzyıl ve yer ise Bazîd'tir...

Serhat Bölgesinin ana merkezlerinden birisi olan Bazîd, farklı halkların buluştuğu büyük bir istasyondu. Bazîd bir ticaret göbeğiydi, kentte sürekli kervanlar ağırlanıp, kervanlar uğurlanıyordu. Gelen kervanlar bir tek kente para getirmiyordu, sıcak para giriş ve çıkışı ne kadar hızlıysa, işte o kadar da kalemler kağıtlarda beyitler doğuruyor; başka diyarların felsefe, tarih ve edebiyatı kervanlarla kente giriyor, kentten çıkan kervanlar ise Bazîd'in soluğunu Ortadoğu'ya, Mezopotamya'ya taşıyordu. Ancak o yıllar kötü yıllardı, bu coğrafya nasıl ki Osmanlı ve İran arasındaki savaşlara meydan olmuşsa, tarih yine tekerrür edecek ve Bazîd gerek Rus ve Osmanlı savaşlarında, gerekse de dünya paylaşım savaşlarında derbeder olacaktı ve şimdiden savaş tohumları her geçen gün daha da fazla ekiliyordu. Kent, çok önemli bir stratejiye sahipti ve toprak canavarı devletler tarafından Azrail'e karakollar kuruluyordu...

Derken Cîzre'den bir kervan geldi. Kervanda bulunanlardan birkaçı yolda ölmüş, öldükleri yerde de gömülmüştüler. Ölümün yakaladığı insanlar öldükleri yerde gömülmüş ve Bazîd'e doğru yol alınmaya devam edilmişti. Kahrolası bu ölüm Cizre'den bu yana peşlerini bırakmamıştı. Kervanda bulunan bir dengbêj söylenmeye başladı:

Ezraîl bûye dizê canên kervanê me

Her carê bavê zarokekê, lawê dayikekê didize..

Û ger em bi êşên Cizîra Botan hevqas dimirin;

gelo halê ax a Mem û Zîn niha çawaye?!

Dengbêj bu ölüm uğursuzluğunun kervanı bırakmayacağını çok iyi biliyordu, Cizîra Botan'ın derdini Bazîda Serhadê'ye götürmek istemiyordu. Başladı kervandakilere söylemeye:

Mirina ax a Tirba Mem û Zîn li me girtiye..

Axano, begno; werin em neçine Bazîdê!

Bila hembajariyên Xanî bi mirina nevîyên Mîr Tajdîn nemirin..

Mirin bile bêçûyîn bimîne...

Dengbêj'i dinlemezler, kervanda söz sahibi olanlar Dengbêj'in kaygılarını kulak arkası yapıp onu susturur ve kervan artık Bazîd'tedir.. Bir zaman böyle geçer, ta ki günün olmadık bir zamanında bir evden gök yüzüne bir ananın sesi çarpıncaya kadar:

''Lawo, lawooo! Kurê min bû, piştî 10 salan ev zarok berxika ku Xwedê Teala dabû min bû! Hawar eşîrno hawar, lawo tu zaroka min ê yekem, lawo tu zaroka min ê dawî bûyî! Hawar!..''

Bazîd'e ulaşan ölüm yuvalara bulaşmaya başlamıştı. Kürd, Ermeni ve diğer Halklar mezarlıklarına çukurlar kazmaya başladılar. Ölüm Cîzre'den Bazîde uzanmıştı, Cizîra Botan'dan gelen kervanla beraber kenti bir salgın kaplar.

İran-Osmanlı ve Rusya arasında sıkışmış kent vebaya tutulmuştu. Hastalık ve halklar arası soğuk savaşın başladığı Bazîd'in başında daha başka belalar da vardı, Bazîd'in başında bir bela daha vardı ki, o dönemin Bazîd Paşasının zalimliği savaştan da, vebadan da daha büyük felaketti!

Zaman 19. yüzyıl ve yer ise Bazîd'tir...

İshak Paşa Sarayında Mahmut Paşa ile onun Yaveri olan Şêx İsmail arasında kimi anlaşmazlıklar çıkar, neler olduğuna ulaşabilmemiz mümkün değil, ancak zalim Paşanın kendisi gibi düşünmeyen herkese karşı ne kadar tahammülsüz olduğunu öğrenebilmek için o dönemi araştırmamız yeterli olacaktır. Mahmud Paşa romana, filme ve operaya da uyarlanan ''Ağrı Dağı Efsanesi“ nin kahramanlarındandır. Yine bir çok türkülerimizin yanı sıra ünlü ''Xelil Bego'' destanında da ''zalim bir paşayı“ temsil etmektedir. Napolyon’un elçisi Fransız Jaubert'ten bizlere kalan anlatımlardan da Mahmud Paşa'yı öğrenebiliriz. İran'a elçi olarak giden Fransız Jaubert, ajan olduğu gerekçesiyle bir süre Mahmut Paşa'nın esiri olur. Kent veba ile kırılırken, o ise İshak Paşa Sarayının zindanında kenti Müslüman, Êzîdî ve Hristiyanlarıyla zindandan da olsa anlayabilecek kadar tanımıştır.

Mahmut Paşa zalimdir ve Şêx Îsmail için her geçen gün ölüme yaklaşmaktan farksızdır. Hal öyle bir noktaya varır ki, Yaver akrabalarını orada bırakır ve sadece kendi ailesini yanına alarak Doğu Bazîd'ten göç etmeye karar verir, göçten başka da bir çözüm yolu yoktur. Şêx Ehmedê Xanî'den Melayê Bazîdê'ye kadar birçok düşünür yetiştirmiş ve yetiştirecek olan Bazîd'den gidilecektir, peki ama nereye?

Acaba İran sınırında bulunan ve günümüzde Ağrı'nın Taşlıçay İlçesine bağlı olan Uzumalî köyüne mi dönülmelidir, yoksa daha başka bir yere mi gidilmelidir, karar vermesi çok güçtür. Büyük mü büyük atalarının kabri Uzumalî köyündedir ve o köyde hala birçok akrabaları vardır. Şêx İsmail'in dedesi, sözlü bir şekilde asırlardır halk arasında dolaşan Şêx Bekirê Zor'dur. Bu Kürd Destanının Mem û Zîn Destanından tek farkı vardır: Zira Mem û Zîn Destanı Ehmedê Xanî tarafından kaleme alınmışken, bu destan ise bugüne kadar yazılmamıştır. Ehmedê Xanî'nin elindeki kalem bile olamayız, ama inşallah bu destanı Kürdçe bir şekilde yazmak bize nasip olur..

Paşanın zulmünden kaçan yaverin dedesi olan Şêx Bekirê Zor, asırlardır anlatıla gelen bir halk destanının baş aktörüdür, uzun mu uzun olan bu destandan günümüze ortası delik bir taş kalmıştır. Uzumalî Köyüne giden herkes o taşı görebilir. Rivayete göre Hristiyan, Êzîdî ve Müslümanların beraber yaşadığı Uzumalî Köyünde, Şêx Bekirê Zor'un bindiği taş aslan olmuş ve taşın arasındaki delikten süzülen yılan da kamçı olmuş. Destana göre aslanın uçmaya başlamasıyla Şex Bekirê Zor ile bir Ermeni kadın göz göze gelirler:

'Gundîno!!! Bekir difire!'

Ermeni kadın şaşkınlık içinde bu cümleyi söyler. Asırlardır dilden dile, zamandan zamana gelen rivayetlere göre Bekirê Zor da, Ermeni köylüsü de bu cümleden sonra oldukları yerde ölürler.

Yaver için ikinci bir alternatif daha vardır, bir kısım akrabalarının daha öncesinde gidip de yerleştikleri Erdîş'in Zîlan mıntıkasına da gidebilir... İsmail bir eline kalemini, ötekine ise silahını alıp düşünür... Muhtemelen Paşa'nın kendisini kolaylıkla bulamayacağını düşündüğü bir yer olduğu için Tendürek üstünden Erdîş'e gidecek, kararını vermiştir. Erdîş'e geldiklerinde ise akrabalarının yanına değil de Êrşat Köyüne yerleşir. Akrabalarının yanına da Paşanın zulmüne yaklaşmamak için gitmek istemez, zira akrabalarının yanına giderse kısa bir sürede künyesi ferman olup Tendürek'i aşarak Paşanın kulağına giderdi.

Êrşat ne Erdîş'tedir, ne de Erdîş'in uzağındadır, Ermenice bir sözcük olan Êrşat yangın yeri demektir ve Yaver Paşanın zulmünden kaçtıktan sonra Yangın Yerine yerleşir. Yaver, dağlar ile kent arasındaki bir yamaçta kalakalmıştır. Bürokrasi ile ilim arasında bir yerlerde durmayı başarabilmek yabana atılabilecek gibi değildir, hocası Ehmedî Xanî'nin yolundadır. Aralarında tek fark vardır, bürokratik işlerden ayrıldığı zaman Xanî'nin Mîr'i ölmüş ve Xanî'nin Mîr'i çok muhterem biri iken, onun Paşası ise hala sağdı ve zalimdi. Yaver'den sonra da Bazîd'ten birçok göç olacaktır, mesela bunlardan biri Mele Mehmudê Bazîdî'dir, Mela da Erzurum'a gidecek, yokluğun ortasında tanıştığı Rus Başkolonsu Jobo ile beraber çok değerli çalışmalar yapacaktır. Mela'nın çalışmaları Celadet Bedîrxan gibi birçok insanın dilinde olacak, çalışmaları konsolons tarafından Petersburg'a götürülecek ve farkında olmadan Kürdler için çok ama çok önemli bir güneşi Anadolu ve Mezopotamya ölümlerinden kaçırtıp kurtarmış olacaktı.

Êrşat'a yerleşen İsmail Beg çevre köyler ile irtibatını güçlendirir. Paşanın da bir süre sonra ölmesiyle rahat bir şekilde kimliğini tamamen açar, hancısından tutun da yolcusuna kadar 'Tu kê yî?' diye sorduklarında 'Ez Şêx Îsmaîlê nevî yê Şêx Bekir ê Zor im! Li ber zulme paşa, ji Bazîdê ber bi Êrşatê ve hatime!' diye haykırabilecekti. Yaver İsmail Beg köylülerin sevinçlerine ortak olduğu kadar, onları acılarında da yalnız bırakmaz. Yine böyle bir gün Şalbazar köyünden bir cenaze haberi duyarlar. Malum üzere Şalbazar köyünden Erciş'e giden bütün yayalar ve atlılar Êrşat'tan geçmek zorundaydılar, hal böyle olunca da Şalbazar civarından gelen köylüler ile zaman içinde kurulmuş bir dostlukları vardır. İsmail Beg 'Serê we sax be! Xwedê rihma xwe lê bike!' deyip fatiha okumak için Şalbazar Köyüne gelir. Şalbazar köyüne geldiğinde buralara hayran kalır. Altında sıcak su yatakları olan, şifa niyetine içilen acı suyundan tutun da oralarda kendiliğinden yetişen elma ve hercai çeşit meyve ağacına kadar Şalbazar'ı çok sever ve bu köyde yaşamak ister. Köye uzun ve oldukça dik yolları aştıktan sonra gelmeleri de ona Bazîd'i anımsatır... O dönem köy çok sonradan kurulacak olan Hamidiye Alaylarında görev yapacak olan Hüseyin Paşa'nın aşireti olan Torunî Aşiretînin elindeymiş, bu dağ köyünü Torunî Aşireti'nden bir heybe altın ve 40 kısır koyun karşılığında alır. 11.000 dönümü tapulu, 30.000 dönüm kadarı da civardaki men'a olmak üzere, yaklaşık 40.000 dönüm arazisiyle köyü satın alır ve ailesini çağırıp bu köye yerleşir.

Ve Abdurrahman Çağan'ın doğacağı köye ata babaları yerleşip hayvancılık yapmaya başlarlar. Bu dağ köyü de diğer dağ köyleri gibi geçimlerini hayvancılıkla sağlardı, ancak diğer köylerle bu köy arasında belirgin bir fark vardı. Zira Ehmedê Xanî'nin tozunun bir köye serpilmesi kolay iş değildir, bu köyün içinde gerek Halk Edebiyatı ve gerekse de Klasik Kürd Edebiyatı hiçbir zaman dilsiz kalmayacaktır. Sonrasında ise Modern Edebiyat döneminde köy çok değerli kalemler, düşünürler yetiştirecekti.

Erciş'in tepesinde, Eşkiyaların tendür ekmeği yediği, çobanların ise şiirsiz kaval çalmadıkları bir dönem başlıyordu.

(Wê Bidome/Devam Edecek)