İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1889’da askeri okul öğrencileri arasında kurulan ve 1908 yılına kadar siyaseten çok da etkili olamayan bir örgüttür. Cemiyet’in kurulduğu dönem Osmanlı Devleti’nin düşünsel noktada en zengin olduğu döneme denk gelmektedir. İmparatorluğun dağılma tehlikesinin artık alenileştiği bu dönemde Osmanlı aydın ve bürokratları devleti kurtarmanın ve vatandaşları bir kimlik etrafında birleştirmenin çarelerini aramaktaydılar.

Tanzimat döneminde Avrupa ile ekonomik olarak çok fazla entegre olmuş, siyaseten de onlara angaje olmak durumunda kalmış olan Osmanlı yönetimine tepki duyan bu bürokrat-aydınlar Avrupa’dan edindikleri fikirlerin de etkisiyle 1850’lerin ikinci yarısından itibaren örgütlü yapılar kurmaya başladılar. “Yeni Osmanlılar” bu hareketin ilk nüveleri olarak ortaya çıktı. Devamında “Genç Osmanlılar” olarak adlandırılmaya başlanan bu düşünürlerin yurtdışına çıkmalarıyla, “Jöntürklük” (Genç Türkler) adı onlar için daha çok kullanılmaya başlandı. Bu isim onlara Fransızlar tarafından verilmişti. Zaman içinde ise “İttihatçılık” en baskın kimlik pozisyonuna geldi ve 1918 yılına kadar bu düşüncenin yürütücüleri Osmanlı Devleti’nin politikalarında hem etkili hem de belirleyici oldular.

İttihat ve Terakki’nin düşünsel dönüşümünün temellerini ararken 1850’li yıllara kadar gitmemizin sebebi, İttihatçılığın düşünsel ağacının köklerinin buradan ilham almasından kaynaklanmaktadır. Çünkü 1889 yıllında Cemiyet’in temelini atan gençler, bahsettiğimiz dönemde Osmanlı düşünsel yapısını şekillendiren aydınları okuyup, rehber edinmiş ve ideolojik arka planlarını bu aydınların fikir ve eylemleri ile oluşturmuşlardı.

Osmanlı’nın kurtuluşu için çareler arayan dönemim aydınları, dönemim şartlarının da etkisiyle üç farklı ‘kurtarıcı ideoloji’ ortaya atmışlardı. İlk önce bütün Osmanlıları kapsayacak ‘Osmanlıcılık’ düşüncesine ağırlık veren aydınlar ve onların etkisinde kalan Osmanlı yöneticileri, Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarının farklı bir pozisyon almalarıyla düşünsel yapısını güncellemiş ve konjonktürel olarak bünyesine en uygun düşünce olarak bu sefer ‘İslamcılık’ı benimsemişti. Ülkedeki Müslüman unsuru bir arada tutmanın çaresi olarak görülen İslamcılığın, özellikle 1912 yılında Arnavutların da ayrılmasıyla, geçerliliğini kaybettiğini düşünen dönemin düşünürleri ve aktörleri, Osmanlı bünyesinde yaşayan diğer unsurlara nazaran geç olsa da, 1789 Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan ve dünyanın dört bir tarafına çok hızlı yayılan, milliyetçilik akımının da etkisiyle ‘Türkçülük’te karar kılmışlardı.

Bu düşünsel dönüşümün gerçekleşebilmesi ancak dönemin şartlarını okuyabilen aydınların ortaya çıkmasıyla mümkün olabilmişti. Dönemin aydınları, fikirsel liderlikleri üstlenmiş ve düşünsel dönüşümün aktörleri olmuşlardı. Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp gibi aydınlar, Osmanlı toplumu bir arada tutabilmek için “zaman’ın ruhu”nu (zeitgeist) yakalamaya çalışmış ve bunun mücadelesini yapmışlardı.

Yukarıda adlarını zikrettiğim ilk üç aydın, Genç Osmanlılar hareketinin fikirsel liderliğini yürütmüş, dönemin bürokrat-aydınlarıydı. Kendilerinden sonraki dönemi de en fazla etkileyen bu aydınlardan Ali Suavi, yönetime karşı yapılan protestolarda ön saflara geçecek kadar radikal biriydi ki bu uğurda da canını verdi. Diğer tarafta Namık Kemal, hem kendi döneminin hem de kendinden sonra ki kuşağı etkilemiş, yeni kavramlar üreterek onlara bırakmıştır. “Vatanseverlik”, “hürriyet” gibi sonraki dönemin sembolleşen kavramlarını etkili bir biçimde kullanan Kemal, “vatan şairi”, “hürriyet şairi” olarak adlandırılmıştı.

Abdullah Cevdet, Batıcılık fikriyatının en kuvvetli kalemi ve savunucusu olarak ün yaptı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alan Cevdet, Osmanlı’nın son dönem düşünsel yapısına sadece fikirsel noktada katkı yapmamış aynı şekilde kitaplarını okuyup da etkilendiği düşünürlerin yapıtlarını da Türkçeye çevirerek yazın hayatına önemli katkılar sunmuştu. Benzer şekilde Ziya Gökalp de öne sürdüğü fikirlerle İttihatçılığın ideolojik dönüşümünde en önemli safhayı oluşturmuştur. Türkçülük fikrini sistematize ederek bu fikriyatın babası olarak kabul edilen Ziya Gökalp, (Taha Parla bu görüşe katılmaz. Şiirlerinde bu fikrin baskın olduğunu kabul eden Parla, Gazete ve Dergi yazılarında bu fikrin baskın olmadığını söyler ve bu yazıların temel alınması gerektiğini belirtir.) Türkiye’de solidarist korporatizmin de en önemli temsilcisi ve sosyoloji bilimini bu topraklarda okutan ilk bilim insanı olarak kabul edilmektedir.

Osmanlı’nın son döneminde yaşanan ideolojik dönüşümleri bu aydınlar üzerinden okumak ve onların da etkisiyle ortaya çıkan fikirsel dönüşümü bir nebze yakalamak ve anlamak mümkün olabilir. Bu okumayı yaparken, günümüze ışık tutan bir kopuşun içinde bir sürekliliğin de var olduğunu görmek mümkün.

Bu ideolojik dönüşümde karar kılınan Türkçülüğün günümüze kadar etkilerinin devam ettiğini müşahede ediyoruz. Anayasada olsun, diğer hukuksal metinlerde olsun, siyasi partilerin programlarında hatta kimi STK’ların program ve çalışmalarında olsun bu etkilerin teferruatlı bir şekilde nakş edildiğini görebiliyoruz.

Uzun zamandan beri Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığını esas aldığını beyan eden Başbakan Erdoğan son zamanlarda dört temel kırmızıçizgilerinin olduğunu dillendirirken bunların başında tek millet anlayışının geldiğini belirtiyor. Ancak öncekinden farklı bir anlayışla. Çünkü Türk kimliğinin diğer kimlikleri de içine aldığını dolayısıyla kimseyi dışlamadığını ve bunun dışında bir anlayış kabul etmelerinin mümkün olmadığını söylüyor artık. Yani daha önce kendisinin söylediği Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı bir üst kimliktir ve diğer alt kimlikleri de kapsar: Türk de Kürt de bu kimliğin bir parçasıdır anlayışı, yerini hepimiz Türk’üz ve üst kimlikte budur anlayışına bırakmaya başladı. Bu anlayışa sıkı bir şekilde tutunmaya başlayan başbakanın etrafındaki Ak Parti teorisyenleri de bu anlayışa uygun bir açıklama bulmak için yola koyuldular. Tam da bu sırada Yasin Aktay, yukarıda isimlerini zikrettiğim aydınları ve onların geliştirdiği, sistematize ettiği düşünceyi de kendine referans yaparak başbakanın söylemlerine kılıf ararken yani Türkiye’deki diğer etnik unsurları; Kürtleri, Çerkezleri, Arapları ve diğerlerini Türk yapayım derken bu sefer binlerce yıldır dünya üzerinde yaşayan Türklüğün aslında bir ırk olmadığına hükmetti. Kürtleri Türk yapalım derken Türklerin olmadığına Hükmetmek, 1900’lerin başından itibaren sürekliliğini koruyan bir düşünce.

Bu söylem geliştirilirken elbette amaç bu noktaya gelmek değildi, hedef Türklüğü üst kimlik pozisyonunda tutup diğer etnik unsurları alt kimlik durumunda tutmak ve onların doğuştan gelen haklarını onlara teslim etmeyi ertelemekti. Ancak 2x2 her zaman dört yapmıyor ve bugün yapılan tartışmalara kadar işleri getirebiliyor. Pratiğe teori hazırlayayım derken ve bunu yüzeysel bir basitlikle ele almaya çalışırken savrulma bu kadar derin ve hakikate muhalif olabiliyor.