21 Mart 2013’te Diyarbakır’da Sayın Öcalan’ın mektubuyla başlayan çözüm sürecine dair görüşmeleri gerçekleştiren heyette yer alan BDP Milletvekili Pervin Buldan, yaşadıklarını ve gözlemlerini Tükenmez Dergisi ile paylaştı. Derginin geçtiğimiz günlerde yayınlanan 13. sayısında Nimet Tanrıkulu tarafından gerçekleştirilen söyleşiyi paylaşıyoruz.

Nimet Tanrıkulu: Bu görüşmeyi Tükenmez dergisi adına yapıyoruz. Çok teşekkürler. Pervin Buldan bize kendisini anlatsa…

Pervin Buldan: Ben de öncelikle teşekkür etmek istiyorum. Pervin Buldan aslında belki bir iki kelimeyle anlatılabilecek çok kısa bir hayatı, belki kitaplara sığmayacak kadar da uzun bir hayatı olan bir insandır. Hakkâri’li ve yurtsever bir ailenin kızı ama aynı zamanda bir aşiret geliniyim. Eşim Savaş Buldan teyzemin oğlu, 1994 yılında onu kaybettim. Eşimi kaybettiğim gün Zelal’imi dünyaya getirdim. Bir yanım Savaş’ın yokluğuyla kavrulurken, diğer yanım Zelal’imin doğumuyla aslında can buldu. Ne Zelal babasını, ne Savaş Zelal’i görebildi. Zelal’e hem annelik hem babalık yapmaya çalıştım. Savaş’ın yürütmüş olduğu mücadeleyi bıraktığı yerden, devraldım. Dört yıl boyunca cumartesi annesi oldum. Birlikte aradık kayıplarımızı. Benim üzerinde dua okuyabileceğim, ziyaret edebileceğim bir mezarım vardı, onların mezarları yoktu. Öncesi bir ev kadınıyken, aşiret geliniyken, çocuklarına ve kocasına hizmet ederken, eşimin öldürülmesiyle farklı bir alana girdim. Siyasi yaşamım böyle başladı. Cumartesi annelerinden sonra YAKAY-DER’de (Yakınlarını Kaybeden Aileler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) dört yıla yakın çalışmalar yürüttüm. 2007’de Iğdır’dan bağımsız Milletvekili seçildim. Şu anda da Barış ve Demokrasi Partisi’nin ikinci dönem Iğdır milletvekilliği ve grup başkan vekilliği görevini yürütüyorum.

Bir süreç yaşıyoruz. Başından beri İmralı’ya gidiyorsunuz. İlk gidişinizde duygularınız neydi?

Süreç ilk başladığı zaman 3 Ocak 2013’de Ayla Akat ve Ahmet Türk ilk siyasi heyetteydi. O heyet partinin karar organlarının dışında hükümet tarafından belirlenmişti. Sonra hükümetle yaptığımız görüşmelerde, ‘heyetin kurumsal bir heyet olması gerektiğini, bizde eş başkanlık sistemi olduğunu, belli bir temsiliyetin olması gerektiğini, BDP Eş ve DTP Eş başkanlarının adaya gitmesi gerektiğini’ söyledik. Süreç başlamadan önce Sayın Gültan Kışanak ve Sayın Aysel Tuğluk’un Şemdinli’de karşılaşmış oldukları gerilla ile kucaklaşma meselesi Türkiye’nin gündemine getirilmiş ve hükümette belli bir algı oluşmuştu. Başbakanın vetosuyla bu iki arkadaşımız heyetten çıkarıldılar. Selahattin Demirtaş ve Ahmet Türk üzerinde çok durduk. Olmazsa ‘Eş başkanlar, olmazsa grup başkan vekilleri, olmazsa grubun içerisinden bizim BDP’nin belirleyebileceği üç isim öneriyoruz’ teklifini götürdük hükümete. Heyet meselesinde üç ay gibi önemli bir zaman kaybettik. Sayın Öcalan devreye girdi ve kardeşi Mehmet Öcalan ile yaptığı görüşmede, ‘bu krizin son bulması gerektiğini, sonuçta buraya gelecek isimlerin çok önemli olmadığını, önemli olanın müzakere sürecinin başlaması olduğunu’ söyleyerek krizi noktaladı. Kendisi isimleri belirledi. Adalet Bakanı akşam bizi çağırdı ve Sayın Öcalan ile Mehmet Öcalan’ın yaptığı görüşme tutanaklarını bize okudu. Sayın Öcalan aynen; ‘Ben bir barış süreci geliştirmeyi planlıyorum ama şu anda yaşanan bir kriz var ortada. Bu krizi ben aşmak istiyorum ve buraya gelecek üç ismi belirlemek istiyorum’ diyordu. Altına da ‘’Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Pervin Buldan gelebilir’’ kaydını düşmüştü. Bakana, ‘Bizim için bütün tartışmalar bitmiştir’ dedik. Ada’ya Sayın Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve ben ikinci olarak gittik. Bir halkın önderini, onbeş yıldır cezaevinde tek kişilik bir hücrede kalan bir insanı yakından göreceğim, onunla müzakere edeceğim, konuşacağım. Onu görmek için bedenini ateşe veren insanların olduğunu bilerek, hani bu kadar değerli ve önemli bir insanın yanına gidecektim. Üç gün boyunca hiç uyumadım ve adaya giderken de müthiş bir heyecanla gittim.

Giderken kosterdeki yetkililerin size davranışları, içeri girerken görevlilerin davranışları, Sayın Öcalan’ın sizi karşılayışı, o an ki duygular…

23 Şubat 2013’da sabah saat yedide Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan ile Florya’da bir restaurantta buluştuk. Önce kahvaltı yaptık. Üçümüz de çok heyecanlıyız. Bir fotoğraf çektirdik üçümüz. Adaya ilk gidecek ve tarihe geçecek olan bir heyet. Sabah sekiz buçukta Ataköy marinada müthiş bir basın ordusu bizi bekliyordu. Her şeyi de merak ediyorlardı. Öcalan’a hediye götürüyor musunuz, gibi sorular da geliyor. Bir hediyem vardı. Sayın Sırrı Süreyya Önder sanırım bir anayasa çalışma kitabı götürüyordu. Ben dolmakalem ve tükenmez kalemden oluşan bir set, bir de tespih götürdüm. Özel bir paket yaptırdım. Nereden, kaça alındığını bile araştırmışlar basın mensupları. İmralı cezaevi müdürü bizi kostere binmeden önce sahilde bekliyordu. Koster görevlileri bizi elimizden tutup kostere çektiler. Kapıyı kapattılar. Tam sekiz buçukta adaya doğru hareket ettik.

Nasıl davranıyorlardı size?

Gayet iyi. Cezaevi müdürü, dokuz yıldır İmralı cezaevinde görev yapıyormuş. Yanındakiler II. cezaevi müdürü ve koster görevlileri. Müdür bizimle gayet samimi ve kibar sohbet etti. Abdullah Öcalan’ın doğum yeri olan Halfeti’de çalışmış ve 9 yıl önce oradan Ada’ya atanmış. ‘Çamaşırlarını kim yıkıyor, çamaşır makinesi var mı? diye sorunca, ‘kendisi elde yıkıyor’ dedi. ‘Özel ihtiyaçlarını’ ise ‘kantinden karşıladığını’ söyledi. 1.5 saatlik yolculuktan sonra, Adnan Menderes’in idam edildiği kulübeyi görüyorsunuz. Askeriyenin de kullandığı bir alan olduğu için farklı yerleşim merkezleri de var. Sahilde bir askeri yetkili bizi bekliyordu. ‘Ada Komutanı’ olduğunu söyledi. ‘Hoş geldiniz’ dedi ve bizi misafirhaneye götürdü.

Görüşmelerde devlet adına kimse oluyor mu, MİT deniyor…

Doğru. MİT görevlisi, Sayın Öcalan ile birlikte bizi içerde bekliyor. Yüksek güvenlikli bir cezaevi. Cezaevine girerken, ayakkabılarımızı (ben takılarımı da) çıkarıyor, kemerlerimizi çözüyor, terliklerle XR cihazlarından geçiyoruz. Rutin cezaevleri işlemleri. Sayın Öcalan yeni yapılan hücresine henüz geçmemiş, eski o işte tek kişilik hücresinde. Bizimle toplantı yapacağı ayrı bir oda var. Sayın Öcalan orada bizi ayakta MİT yetkilisiyle birlikte karşıladı. Çok keyifliydi, bizi görünce moral aldığını gözlemledik. Bizim için hazırlanan yuvarlak bir masa. Masamızın hemen arkasında MİT yetkilisine ayrılan bir masa var. MİT yetkilisi hemen oraya geçti. Sayın Öcalan ‘siz de yerlerinizi alabilirsiniz’ dedi ve sağına ben, soluna Altan bey, karşısına da Sırrı Süreyya Önder oturdu. Biliyorsunuz üç saat süren bu görüşmenin bütün tutanakları basına sızdı. Onun verdiği güç ve moral sizi de rahatlatıyor.

İlk görüşmede konuşmasının içeriği ne üzerine oldu?

Barış ve müzakere sürecinin ayrıntılarıydı. ‘Bir süreç geliştireceğini, bu süreçte heyetlerin oluşması gerektiğini, bu heyetlerin adaya sık sık gitmesi gerektiğini, özellikle yaklaşan Newroz’da bir manifestoyla bunu Türkiye’ye, Ortadoğu’ya ve dünyaya duyuracağını’ ifade etti. Sonraki görüşmelerde, Newroz’da yapacağı açıklama, Türkiye’de gelişecek o barış ve müzakere süreci, bunun üç aşamalı olacağını, bu üç aşamada yapılması gerekenleri, beklentilerini, olması gerekenleri anlattı. Heyet zaman zaman değişti. İlk heyette Altan Bey vardı, ondan sonra çıktı. Sırrı Bey bir dönem ayrıldı. Gezi olaylarından dolayı veto yedi Başbakan’dan. Onun yerine Selahattin Bey girdi. Uzun bir süre ben ve Selahattin Bey gittik. Ben değişmeyen tek heyet üyesi oldum. Ama erkek arkadaşlar zaman zaman değiştiler. Tabii her görüşmede Sayın Öcalan heyette kim varsa ona ilişkin özel değerlendirmeler yapıyor. Son on beş dakikasını özel değerlendirmelere ayırıyor. Benim özellikle mesela aşiret yapısından alıyor, bugün vermiş olduğum mücadeleye getiriyor. Savaş’ın yaşamını alıyor, çocukları alıyor, Savaş’ın öldürülüş biçimini, bunu yaratan nedenlerin hala açığa çıkmamasını, benim Savaş’tan sonra vermiş olduğum mücadeleyi, bana ve Sırrı Süreyya’ya ilişkin çok özel çok anlamlı değerlendirmeler yapıyor. İdris Bey’e ve Bingöl’e ilişkin de, sadece sana değil, senin seçildiğin ile ilişkin de. Benimle ilgili değerlendirmeler yapıyor, aynı zamanda Hakkâri’li olduğum için Hakkari’ye ilişkin bir değerlendirme yapıyor. Sonra Iğdır’dan seçilmişim, Iğdır’a ilişkin bir değerlendirme yapıyor. Seçim bölgemiz açısından hem kadın mücadelesi açısından hem siyasi anlamda yapılması gerekenler açısından çok önemli değerlendirmeler, tespitler, öneriler sunuyor. Böyle çok kapsamlı.

Sağlık durumu nasıl? Doktor var mı adada sürekli?

Hepimizin hafızalarında Sayın Öcalan o şekliyle kalmış. Ben ilk girdiğimde Sayın Öcalan biraz hafif göbek bağlamış, çünkü resimlerde daha zayıf. Saçlar kırlaşmış ve dökülmüş. Bıyık bembeyaz saçlar hafif kır, kaşlar siyah. Kaşların rengi hiç değişmemiş. Ama oldukça dinç. Gerçekten çok dinç. İlk görüşmede sanki gözleri sürekli yaşarıyordu. Kendisine ‘sağlığınız nasıl’ diye sorduğumuz zaman sadece gözlerinden şikâyet etti. Kronikleşmiş bir hastalık olduğunu hani doktorların çok gelip gittiğini muayene ettiğini ama bir çözüm bulunamadığını söyledi. Zaman zaman mendiliyle, peçetesiyle gözlerini siliyordu. Özellikle sol gözünde yoğun bir akıntının olduğunu gördük. Gözünün dışında çok ciddi bir sağlık problemi yok. Doktor belirli günlerde geliyor. Adada görevli müdürler ve askeriyenin dışında hiç kimse yok. Bizim gittiğimiz gün bir tane kadın görevli benim için geliyor.

Yeni yer inşa edildiği söyleniyor. Koşulları…

Yeni yer inşa edilmemiş. İlk getirildiğinde yedi sekiz ay kaldığı bir yer var. O yeri farklı bir mekana dönüştürmüşler. On beş yıl boyunca tek kişilik bir hücre. Adalet Bakanı’ndan izin aldık, Sayın Öcalan’ın hem yeni hem eski yerini görmek için: Oniki metrekare, yatakla karşısındaki masa arasında tek bir adım var ve tuvalet içinde. Küçücük bir tuvalet zaten. Yanında ketıl var, çayını yapıyor. Duvarlar hep resim. Cezaevlerinden gelen kadın yoldaşların yolladığı cezaevleri fotoğrafları. Mardin resimleri, Van Gölü Akdamar Adası resimleri, şehit arkadaşların, Zilan’ın, Mahsum Korkmaz’ın fotoğrafları, cezaevlerinden gelen kartlar. Gül resimleri, kartlar üzerinde. Kendi aile resimleri. Dayısının resmi, gazeteden küpürünü duvara yapıştırmış. Annesinin gazetede yayamlanan bir fotoğrafı. Masanın üzerinde kitapları, Gazeteler adaya haftada bir gidiyor. Başka alma imkânı yok. Haftalık okuyor… Dediğim gibi Selahattin beyle  gittik gördük, Sayın Öcalan orada değildi. Biz oraya hani görmek için. Ağlayarak çıktık o hücreden. Bir insanı bırakın bir saat, bir hafta, bir ay, tamam… Onbeş yıl o hücrede nasıl kalmış. Selahattin Beye, ‘İyi ki Sayın Öcalan ile görüşme yaptığımız gün bize Sayın Öcalan işte farklı bir yere geçecek’ dendi. ‘Görüşmelerimiz bu hücrede devam etmiş olsaydı belki biz buraya bir daha gelemezdik. Çünkü müthiş etkilendik. Büyük bir kırılma yaşadım. Bir halkın önderi. Halk kendisini yakıyor. Böyle bir insanın yaşam koşullarını görünce vicdanın buna müsaade etmiyor. Ne ahlaken, ne siyaseten… Ne gelen, ne giden, ne bir iletişim kanalı, ne bir görüşme yapacak bir kimse, tek başına. Ailesine, avukatlara kimseye izin verilmiyor. İşte beş ayrı mahkûm götürüldü oraya. O beş mahkûmla görüştük. Yan yana gelme imkânları var şu anda. Günlük işte sporlarını yine tartışma yaptıkları yürüttükleri küçük bir odaları var. Haftada altı gün bir araya geliyorlar. Bu altı gün içerisinde sohbet etme, değerlendirme yapma imkanları var. Bir günlerini de sanırım spora ayırıyorlar. Birlikte ortak alanda spor yapıyorlar.

Kaç TV kanalı izleyebiliyor?

On iki kanalı var. Haber kanalları. İMC, Hayat TV yok. Bizim Kürt kanalları yok. Yoğun haber kanalları var işte onları izliyor. Küçük radyosu masanın üstünde.

Görüşme anında görevli size bir uyarıda bulunuyor mu?

Sadece not alıyor. Sürekli dinliyor, herşeyi not alıyor. Bazen dışarıdan işte KCK’nın, Kandil’in göndermiş olduğu mektupları Adalet Bakanlığı üzerinden gönderiyoruz. Bazılarının fotokopisini alıp Sayın Öcalan’a verilmemişse biz o esnada vermeye çalışıyoruz. Ona bazen müdahale ediliyor. Bu tür şeylerin tamamen Adalet Bakanlığı vasıtasıyla gelmesi gerektiği söyleniyor. Onun dışında herhangi bir müdahale yok.

Yazdığınız yazıları alıyorlar mı sizden, notları nasıl yapıyorsunuz, işleyiş nasıl…

Tuttuğumuz notlar bizde kalıyor. Görüşmeye giden heyet üyeleri olarak eve kapanıyoruz sabaha kadar. Notları metin haline getiriyoruz. Çünkü üçümüz de not alıyoruz. Birimiz eksik yazmışsa diğeri tamamlıyor. Tutanak haline getirip direkt Kandil’e gönderiyoruz. Kandil o tutanakları okuduktan sonra bizimle görüşmek istiyor ve biz Ada’dan üç dört gün veya en fazla bir hafta sonra Kandil’e gidiyoruz. Kandil yetkilileriyle görüşüyoruz. Kandil bu değerlendirmeleri okuduktan sonra Sayın Öcalan’a görüş iletiyorlar. Kandil’in vermiş olduğu mesajı getirip aynı zamanda hükümetle de paylaşıyoruz. Adalet ve İçişleri Bakanıyla, Başbakan Yardımcısıyla, yani zaman zaman Beşir Atalay’la bir araya geliyoruz. Adalet Bakanıyla, İçişleri Bakanıyla görüşmeler yapıyoruz.

İlk gidişinizle son gidişiniz arasında değişiklik ya da evrilme oldu mu?

İlk gittiğim süreçle şimdiki süreç açısından kendimi değerlendirsem müthiş bir gelişme yaşadığımı düşünüyorum. Sayın Öcalan’la ve Kandil’deki KCK yetkililerinden yani yapmış olduğumuz değerlendirmelerden müthiş şekilde beslendim. Bunun dışarıya yansıdığını da biliyorum. Çünkü genelde insanlar da bir yıl önceki Pervin’le şimdiki Pervin arasında dağlar kadar fark var diyorlar. Bunu yapmış olduğum görüşmelere, Sayın Öcalan’ın vermiş olduğu perspektiflere bağlıyorum. Bana önermiş olduğu kitapları okuyarak kendimi geliştirdiğime inanıyorum. Mesela, Madame Bovary, ki daha önce okumuştum aslında, Sayın Öcalan dedikten sonra bir kez daha okuma ihtiyacı hissettim. Simone de Beauvoir, onun kitaplarını aldım ama henüz başlamadım. Nefertiti okudum. Nefertiti ile ilgili üç tane kitap var. Sonsuzluğun kızı isminde bir romanı var.

Dışarıya ait size çok soru soruyor mu? Yani merak, daha çok ilişki…

Yok, çok fazla soru sormuyor. Zaten takip ediyor. Biz yaptığımız görüşmeleri aktarıyoruz ama. Kandil’le, Hükümet’le yapmış olduğumuz görüşmeleri, O bir aylık süreç içerisinde kimle görüştükse. Öcalan şunu merak ediyor, diyor ki Kandil ne düşünüyor bu konuda? Hükümetin ne düşündüğünü çok merak etmiyor. Zaten basından izliyor. Ama Kandil’in görüşünü, Kandil’in bizler üzerinde yaratmış olduğu etkiyi bazen soruyor. Nasıl gördünüz? Dağda yaşam nasıl?…

Burada sorabilir miyim? Siz ilk görüş yaptınız ve ilk Kandil’e gittiniz, heyecanları, duyguları nasıldı?

İlk görüşmede ‘sen Avrupa’ya, Altan ve Sırrı Beye de dedi ki siz de Kandil’e gidersiniz, yapmış olduğum değerlendirmeleri onlarla tartışıp tekrar gelip bana iletirsiniz.’ Bana da Avrupa’yı söylemişti. Aysel Hanım, Ahmet Bey, Selahattin Bey onlar gittiler. Avrupa’ya gittim tabii orada da müthiş bir heyecan vardı. Remzi Kartal, Zübeyir Aydar, yine Sayın Öcalan’la birlikte kalan dağda birlikte mücadele eden bazı kadın arkadaşlar vardı, onlarla özel görüşmeler yaptım. Üçüncü görüşmeden sonra Kandil’e gittim. Kandil’e gittiğimde şöyle oldu; Sayın Öcalan daha önce arkadaşlarla bir mektup göndermişti. Hem Kandil’e hem de Avrupa’ya bu mektupların cevabının alınması gerekiyordu. Bu mektupların cevabını ben yine gidip Avrupa’dan alacaktım. Altan Beyin heyetten çıktığına dair bir bilgi var bizde. Başbakan veto koymuş o ara işte Altan Bey televizyonlara çıkmış sürekli işte Ada’yı anlatmış, konuşulanları anlatmış. Her neyse Başbakan Altan Beye de veto koymuş. Kandil’e gideceğim. Başka bir heyecan. Şimdi Ada’nın üzerine bir de kalkıp Kandil’e gideceğim ilk defa gidiyorum. Onları da sürekli işte basından izlemişim Sözdar Avesta’dır, Bese Hozat’tır, Sülbüz Peri’dir, işte Ronahi var. Ronahi’yi zaten tanıyorum. Ondan sonra işte Karayılan’la, Cemil Bayık’la, Karasu’yla görüşeceğim. Allahım yarabbim ben ne yapacağım, yani bu da ayrı bir heyecan bu da ayrı bir telaş. Gece saat on iki buçukta bindim uçağa Hewler’e gece saat üçte Hewler’e indim.

Kıyafetlerinizi değiştirdiniz mi?

Yok ne değiştirmesi, üzerimde etek, topuklu çizme tam bir Avrupa havasıyla gelmişim, Kandil’e gidiyorum. Gece uyumadan gece üçte indim beni bir arabaya koydular dediler ki, arkadaşlar demişler ki ‘direkt getirin buraya. Sabah burada kahvaltısını yapar. Biz görüşmemizi yaparız arkadaş tekrar geri döner gider.’ Beni aldılar götürdüler KCK yetkililerinin olduğu bir yere. . Kapıdan Murat Karayılan’ı gördüm. . Kırk yıl dağda mücadele veren gerçekten hani sürekli basından izlediğimiz, ne kadar mütevazı, ne kadar sıcakkanlı, ne kadar insan diyebileceğim bir insan gerçekten. Hani kelimelerle anlatmak çok zor gerçekten. Hani bir sarılmışım, Sayın Öcalan’a sarılamıyorsun yasak, burada öyle bir yasak yok. Böyle bir şey hissettim, bir yoldaşlık, sanki senin ailenden biri, senin bir akraban, bir arkadaş mı dersin bir yoldaş mı dersin bu kadar müthiş bir şey. Sabri Ok, Karayılan, bir de Sülbüz Peri ve Ronahi.

Sizi öyle görünce şaşırdılar mı?

Ben zaten girer girmez herkes benim üstüme baktı. Dedim ki ‘Arkadaşlar bakmayın bana, böyle Avrupa’dan geliyorum. Ben buraya geleceğimi bilmiyordum. Ayağımda topuklu bir çizme, üstümde bir etek var. Hiç hazırlıklı değilim, aniden gelişen bir şey oldu. Kıyafetime de, ayakkabılarıma da bakmayın.’ Bir gerilla, ‘sorun değil heval, sana bir mekap veririz.’ Sonra tabii ben çıkardım o çizmeleri bir kenara koydum. Mekabı geçirdim ayağıma. Cemil Bayık’ı, Karasu’yu, Duran Kalkan’ı gördüm.

Bese Hozat’la da görüşüyorsunuz herhalde.

Tabii, Bese Hozat’la da görüştük. Hemen hemen oradaki bütün yetkililerle de görüşme imkânına sahip oldum. Yapmış olduğum görüşmeleri, Kandil ve İmralı görüşmelerini özel notlar alarak bir arşiv oluşturmaya çalışıyorum. Belki gerçek bir barış sağlanırsa bunu bir kitap haline getirip anılarımı, yaşadıklarımı, gördüklerimi, konuşulanları tarihe bir not düşmek adına yazmayı düşünüyorum.

Neler sordular size İmralı’ya ilişkin size özel. O ilk heyecan belki şey olmadı ama…

Genel olarak sorulan ve merak edilen şey öncelikle Sayın Öcalan’ın sağlığı, morali, fiziki yapısı. Bu soruluyor. KCK yetkililerinin dışında gerillalarla çok sohbet ediyorum. Herkeste müthiş bir beklenti var. Müthiş bir heyecan var. Sana dokunuyor, seni hissetmeye çalışıyor, seni öpüyor, seni kokluyor. ‘Önderliğimin kokusu geliyor’ diyor. Gözlerinin içine bakıyor. Gözlerinin içini öpmek istiyor, diyor ki ‘o gözler önderliğimi gördü. ‘Senin elini tutuyor ve bırakmıyor, diyor ki ‘bu el önderliğimin elini tutmuş.’ Sayın Öcalan yakalandıktan, Türkiye’ye getirildikten sonra da çok yoğun katılımlar oldu PKK’ye. Katılımlar hep genç. Çocuk yaşta giden genç arkadaşlar, Sayın Öcalan’ı görmemişler ama onu hissediyorlar ve tabii onunla birlikte uzun yıllar mücadele edenler var. Toplantıların dışında gerillalarla sohbet etmeyi çok seviyorum Kandil’e gittiğim zaman. Çünkü onlar müthiş heyecanlılar. Çok büyük bir özlem, çok büyük bir beklenti var. Kadınlarla özel sohbet ediyorum, KJB’deki kadınlarla. Bir iki gün kaldım orada onlarla özel sohbet ettim. Başkan’ın, Önderliğin söylediği her şeye çok büyük bir önem veren ve her söylediği kelimeden perspektif çıkaran bir yapı var orada. Gerçekten de Sayın Öcalan’ın söylediği her kelime bir perspektiftir, bir değerlendirmedir. Üzerinden çok büyük sonuçlar çıkartılacak cümlelerdir.

Sizin ilk görüşmeleriniz basına sızdı. Sayın Öcalan bunu nasıl karşıladı?

Hiç üzerinde durmadı. Tek bir kelimeyle ‘sizin yapmadığınızı biliyorum’ dedi. Bir şekilde sızdırdılar. Hükümet o görüşmeleri bizim sızdırdığımızın imasını yaptı.

Dikkatsizlik sonucu çıkıyor…

Evet. Bir dikkatsizlik sonucu ortaya çıktığı anlaşıldı.

Yeni süreç cezaevlerindeki açlık grevleri döneminde yeniden başladı…

Evet, İşte en son bu Türkiye geneline yayılan ve bütün ceza evlerinde başlatılan açlık grevleriyle başladı. Sayın Öcalan tecrit altındaydı. Hiç kimseyle görüştürülmüyordu. Bu isyanla birlikte açlık grevi süreci başladı. 69–70 günü bulan bir süreçti ve Sayın Öcalan müdahale etti. Barış süreci bu müdahaleyle başladı. Hükümet şunu fark etti, ‘evet, Kürtler üzerinde en etkili ve en yetkili isim Sayın Öcalan’dır. Bununla birlikte diyalog süreci yaşandı. Diyalog sürecinin ilk meyvesi 21 Mart’ta Diyarbakır Newroz’unda verildi.

İlk 23 Şubatta görüştünüz ve sonra Newroz çağrısı. Newroz’un açıklamasını Diyarbakır’da 21 Mart’ta bende izlemiştim. İmralı’dan size böyle birşey söylendi mi? Sizin böyle okumanız için.

İlk görüşme 23 Şubat’ta gerçekleşmişti. Ondan sonraki görüşme 18 Mart 2013 tarihi ve üç gün sonra Newroz var. Altan Bey çıktı onun yerine bizim hükümetle yapmış olduğumuz görüşmelerde eş başkanlardan birinin mutlaka bu heyete girmesi gerektiği yönündeki ısrarımızdan kaynaklı Selahattin Beyi heyete aldırdık. Hükümet bunu kabul etti. Sayın Öcalan zaten onay vermişti. Ben, Sırrı Bey ve Selahattin Demirtaş’tan oluşan heyet 18 Mart’ta adaya gittik. Açıklamanın yapılacağı bir metni merakla bekliyorduk. Sayın Öcalan mektubu hazırladığını söyledi. Hatta önündeydi mektup. Getirmiş olduğu bir dosya vardı masanın üstündeki dosyanın içine koymuştu. Mektup burada dedi, yanımda. Tabii direkt bize vermesi yasak. Mektubu direkt bize veremiyor. Devlet yetkilisine teslim ediyor, devlet yetkilisi Adalet Bakanlığına veriyor. Adalet Bakanı da bize veriyor.

Bütün yazılar el yazısı mı? Bugüne kadar yaptığınız bütün görüşmeler. Bir değişiklik, karalama, üzerini kapama…

Karalama yok. Bugüne kadar olan bütün görüşmeler, hepsi el yazısı. ‘Newroz metninin yanında olduğunu, bunu devlet yetkililerine teslim edeceğini ve devlet yetkililerinin bize teslim edeceğini’ söyledi. Kim okuyacak… ‘Bunu bir de Kürtçeye çevirirsiniz, birisi de Kürtçe okusun’ dedi. ‘Türkçe olanı siz belirleyin ama Kürtçe olanı Ahmet Bey olabilir’ deyince, ‘daha dinamik daha sesi gür, daha heyecanlı okuyabilecek birisi olabilir’ dedi. Sonra Sırrı Beye baktı dedi ki ‘sen Türkçe okuyabilirsin’ dedi. O anda gözü bana kaydı, ‘senin Kürtçen nasıl?’… ‘İdare eder, çok iyi olmazsa’ bile. ‘Kürtçeyi de sen oku ama okumadan önce mutlaka çalışman gerekiyor’ dedi. Ben de ‘tamam’ dedim. Kabul ettim ama gerçekten kabul edip etmeme konusunda daha sonra kendimle çok hesaplaştım. Bütün dünyanın gözünün, kulağının Amed’de, Amed Newrozu’nda olacağı ve orada verilecek mesajın gerçekten çok anlamlı bir mesaj olacağı herkes tarafından biliniyor… Diyarbakır’a geçtik, İstanbul’dan. Selahattin Bey de burada bekliyor ki mektubu hükümetten alıp getirecek Diyarbakır’a ve biz mektubu Kürtçeye çevireceğiz. Üzerinde çalışma yapacağım, ondan sonra da onu okuyacağım. Selahattin Bey’in Diyarbakır’a gelmesi gece bir buçuğu buldu. O sonra biz Kürdi-Der’den bir arkadaş çağırdık, sabah yediye kadar o Türkçe metin Kürtçeye çevrildi. Yaklaşık beş sayfa falandı sanırım. Evde iki sefer okuyabildim mektubu ve o halimle kalktım Newroz alanına gittim. Newroz alanında mektubu Kürtçe okudum. Okudum mu? Okuyabildim mi? Okuyamadım mı? O da ayrı bir şey. Çok büyük bir eleştiri aldım.

Neden eleştirildiniz, Sayın Öcalan’ın tutumu ne oldu, buradan devam etsek.

Görüşmemiz 3 Nisandaydı. ‘Sayın Öcalan’la görüşmeye gitmeyeceğim’ dedim. Neden denince, ‘Kürtçe bir anadil mesaj verdi Başkan ve ben bu mektubu Kürtçe okuyamadım, bir sürü eleştiri aldım. Bütün basın iki gün benden bahsetti. Tarihi bir mektubu, açıklamayı ilk defa Kürtçe okunacak bir açıklamayı Pervin Buldan okuyamadı’ dendiğini söyledim. Gülten hanım (Kışanak) bana moral verdi. ‘Sen ne kadar hata yapmış olsan bile o sana bir şey demez, git, rahat ol’ dedi. Kaygılı gittim. Eş başkanlarımıza ‘gider gitmez Başkan’dan özür dileyeceğim, Bana layık gördüğü o açıklamayı ben çok iyi yapamadım bu yüzden kendisinden özür dileyeceğim’ dedim. Adada Newroz değerlendirmesi yapıldı. Sayın Öcalan da basından takip etmiş. İyi bir yansıması olduğunu ifade etti. Bütün tartışmaları izlemişti, çok da hoşuna gitmiş yazılan ya da aktarılan tepkiler. Mesajın ‘Türkiye tarafından, aydınlar, yazarlar tarafından tartışılmasının önemli olduğunu’ söyledi. O ara ben dedim ki ‘Başkanım ben sizden özür diliyorum, verdiğiniz mesajı iyi okuyamadım, Kürtçe iyi okuyamadığım için, çok da eleştiri aldım.’… ‘Yok, çok güzel okudunuz dedi. Ben çok beğendim, hatta ben olsaydım bu kadar güzel okuyamazdım. Sen benden çok daha iyi okudun, bundan sonra bütün Kürtçe mesajları sen okuyacaksın.’ Böyle deyince ben rahatladım ama ondan sonra Kürtçe mesajı olmadı. Bir Türkçe mesajını HDP kongresinde okudum. Türkçe okumak da ayrı bir heyecan vermişti.

Gezi olayları oldu, Akil İnsanlar Heyeti, Meclis’te komisyonlar kuruldu. Bunların müzakere ve çözüm sürecine nasıl etkileri olduğu hakkında ne düşünüyor?

Newroz’dan sonra Sayın Öcalan bir yol haritası çizdi. Sürecin gelişebilmesi için sonuçta bir yol haritasına ihtiyaç olduğu fikri ortaya konuldu. Sayın Öcalan üç aşamalı bir yöntem belirledi. Birincisi, bu sürecin gelişebilmesi için bir Meclis bünyesinde bir de dışarıda toplumsal muhalefetten oluşacak iki ayrı komisyonun kurulması bununla paralel olarak da gerilla güçlerinin geri çekilmesi meselesi. Meclis’te bir komisyon kuruldu. Bir de Akil İnsanlar Komisyonu kuruldu. O tartışmaları, süreci hepimiz biliyoruz, yaşadık. Bu komisyona girecek isimler nasıl belirlendi, o listelere kimler girdi, yeterli mi yetersiz mi bunları bir kenara bırakıyoruz. Ama Akil İnsanlar Komisyonu ve Meclis’te kurulan Çözüm ve Barış Komisyonu ne yazık ki istediğimiz, o sürecin gelişebilmesi için yol katedemediler. Akil İnsanlar’ın sınırlı üç aylık bir çalışma süreci vardı. Bu sürede bölgelerde insanları dinlemek, onlarla görüş alış verişinde bulunarak bir rapor hazırlamak, bu raporu da getirip Başbakana vermek. Yine Meclis’te kurulan komisyona CHP ve MHP üye vermedi, AKP ve BDP’den oluşan bir komisyon oldu. Bu komisyonda da tüzük gereği, temsiliyet açısından 10 kişi AKP’den bir kişi BDP’den seçildi Bu da üç aylık bir çalışma süreci koydu önüne, aydınları, yazarları, akademisyenleri ve bazı şahsiyetleri dinledi, raporlarını yazdılar bitirdiler, başka bir şey yok. Bu esnada geri çekilme süreci yaşandı, gerillanın bir kısmı sınır dışına çıktı ve biz bir türlü ikinci aşamaya geçemedik. Oysa Sayın Öcalan, öngördüğü süreç bitene kadar Akil İnsanların rolünün ve misyonunun olduğu, yine Meclis’te kurulan komisyonun farklı bir misyonunun olduğu ve bunların paralel olarak birbiriyle çalışma yapmaları gerektiği, sürecin sonuna kadar da bu komisyonların devam etmesi gerektiğini öngörmüştü. Ama bu böyle olmadı. Gerilla sınırı terk ettiği günden itibaren AKP karakol yapımlarına devam etti, güvenlik amaçlı baraj ve HES yapımlarına devam etti, cezaevlerinde baskılar arttı, sokaklarda eylem ve etkinliklere baskılar arttı, komisyonlar da görevini bir şekilde yapmadığı için bu süreç sadece diyalog süreci olarak kaldı. Sayın Öcalan şurada müdahale etti, Ekim ayında Meclis’in açılmasına yaklaşık bir ay kala yaptığımız görüşmede, 17 Ağustos görüşmesiydi,  ‘yeni bir format belirleyeceğim’ dedi. 1 Ekim’de ‘Meclis açılır açılmaz yasal düzenlemeler yapılsın’ dedi. Bununla birlikte ‘izleme kurulu oluşsun’ dedi. Akil insanlar bunu yapamadı, Meclis’te kurulan komisyon aynı zamanda çıkacak olan yasaların da belirleyicisi olacaktı, bu da yapılmadı. Yeni bir format önerdi. ‘Bu format üç aşamalı olabilir, birincisi acilen yasaların çıkması gerektiği, ikincisi akil insan veya izleme komisyonu adı her neyse oluşması, üçüncüsü bir normalleşme süreci başlaması gerektiğini’ söyledi. Sonuçta gerillanın bıraktığı alanı kimlerin dolduracağını biz bilmiyoruz.  ‘Okumadık, okuduktan sonra çağırabiliriz’ demişler. Kandil’de her yaptığımız görüşmede ‘hükümetin adım atmadığını aksine barış yerine savaş dilini kullandığını bunun da kendilerini rahatsız ettiğini acilen yasal adımların atılması gerektiğini ama her koşulda Sayın Öcalan’ın arkasında olduklarını, onun başmüzakereci olduğunu ve ne karar alırsa onun arkasında duracaklarını’ da söylüyorlar. Bu büyük bir iradedir gerçekten. Büyük bir bağlılıktır aynı zamanda. Bu yüzden hükümetin gerçek bir görüşme trafiği başlatması gerekiyor. Seçim süreci çözüm sürecine heba edilmemelidir bu süreç bu kadar kolay yakalanmaz. 20-30 yıl daha beklemeye kimsenin tahammülü yok. Bir o kadar insanın daha ölmesini kimse kabul edemez. Sayın Öcalan da ‘şimdiye kadar 50 bin insan öldü 500 bin insan daha mı ölsün’ demekle bir tespit yapmıştır. Eğer süreç heba olursa bunun altından kimse kalkamaz. Bunun sorumluluğu çok ağırdır. Gezi’yi kamuoyuna yansıyanın dışında çok farklı bir değerlendirme yapmadı ama Gezi olaylarını çok önemsedi. Sonuçta ‘sisteme, devlete, hükümete karşı yoğun bir tepkinin ortaya çıkmasının çok önemli olduğunu’ söylüyor. Bütün halklar açısından çok yoğun haksızlıklar, hukuksuzluklar, yok saymalar, inkar etmeler var. Bütün bunların dışa yansımasıdır aslında Gezi olayı’ şeklinde değerlendiriyor.

17 Aralık ile ilgili değerlendirmeleri nedir?

17 Aralık operasyonunu daha çok sürece yönelik bir darbe olarak nitelendirdi. Ama AKP’nin de şeffaf olması gerektiğini, hırsızlıkların, yolsuzlukların mutlaka ortaya çıkması gerektiğini ifade etti. …

Seçimlerle ilgili Öcalan’ın ve Kandil’in değerlendirmesi nasıl oldu?

Bu seçimlerde Kürdistan’da Kürtlerin, Türkiye’de de demokrasi güçlerinin, diğer halkların Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından verecekleri oyları hesap ederek biraz da vicdan muhasebesi yaparak kullanmaları gerektiğini ifade ediyor. HDP’ye ayrı bir misyon biçiyor. HDP’yi kurarken, onunla ilgili değerlendirmeler yaparken ‘biz Türkiye’de muhalif kesimleri kazanmak zorundayız, CHP’nin yaptığı içi boş bir siyaset, Türkiye’deki toplumsal muhalefete cevap olacak bir siyaset değil, toplumsal muhalefetin sesi olabilecek bir siyaset mekanizmasına ihtiyaç var ve bunu HDP gerçekleştirebilir, Türkiye’deki işte işçisini devrimcisini kadınını sosyalistini feministini, LGBT’sini hepsini kapsayacak bir şekilde yani toplumsal muhalefet denilen sesi kesilen, görüşü önemsenmeyen, rengi benimsenmeyen her kesimi içine alacak bir siyasete ihtiyaç var, HDP’ye de çok büyük görevler düştüğünü ama şu anda yürütmüş olduğu siyasetin ve çalışmanın yavaş gittiğini daha çok kesimlere açılması gerektiğini kaplumbağa yürüyüşünden bir aslan koşusuna dönüşmesi gerektiğini’ ifade etti. Tahmini de şu: ‘yüzde 15 oy alabilirsiniz’ dedi.

21 Mart’tan 21 Mart Newroz’a Ne değişti? Bir değerlendirme yapmanızı istesek.

Bu süreçte olan tek şey var, insanlar ölmedi. Bir çatışmasızlık süreci başladı ve bugüne kadar tek taraflı bir irade ortaya konuldu ve bir yıllık süre içinde de ne bir gerillanın ne bir askerin yaşamını yitirmemesi arzu edilen sevindirici bir durum. Ama hükümetin adım atmaması sürecin ilerlemesi için bir yol haritası belirlememesi de çok kabul edilebilir bir durum değil. Sayın Öcalan da aynı tespiti yapıyor. Bir yıllık süreç sadece bir diyalog süreci olarak devam etti, müzakere sürecine geçilmedi bunun için yasal bazı düzenlemelerin yapılması ve Ada’ya birçok insanın gidip Sayın Öcalan ile görüşme yapabilmesi gerekiyor Fikirlerini kamuoyuyla açık olarak paylaşmak istiyor. Demokrasi paketi çıkaracağız diye insanları bu kadar umutlandırdılar, bu paketlerin içine süreçle bağlantılı hiçbir şey koymadılar. Bugün Ortadoğu’da ve dünyada bu kadar değişim ve dönüşüm yaşanırken, Rojava’da insanlar artık özerkliğini ilan ederken, burada sadece anadilde eğitimin paralı yapılması ya da bir eşbaşkanlık sisteminin hayata geçirilmesi, AKP tarafından ‘mükemmellik’ olarak görülebilir ama bizim açımızdan yeterli değildir. Hazırlamış olduğumuz Toplumsal Barış Yasası 12 maddeden oluşuyor. Çok makul talepler. Faili meçhul cinayetlerin açığa çıkması, kayıpların bulunması, anadilde eğitim ve kendini ifade edebilme, sürecin bir bakanlık bünyesinde yapılması… ‘Ulusal’ dediğimiz o kesimin gerçekten şu anda yapmış olduğu bu siyaset de Türkiye’ye çok büyük bir zarar veriyor. CHP’nin bu süreçteki tavrı çok olumsuz. MHP ise tamamen kendisini bu sürece kapatmış. AKP ve CHP’nin biraz daha samimi açık ve şeffaf olması gerektiğini düşünüyorum. Yoksa sürecin altında hepimiz kalırız.

Şunu sormasam dergimiz açısından tarih önünde eksik kalır. Sakine Cansız…Sayın Öcalan’ın duygusunu anlatır mısınız?

Sayın Öcalan’ın yaptığımız her görüşmede, Sakine, Leyla ve Fidan’a ilişkin bir cümle de olsa mutlaka bir değerlendirmesi oluyor, ‘onların mücadelelerine bağlılık sözü veriliyor ve bu üç arkadaşımızın katillerinin ortaya çıkması için büyük bir çaba sarf ettiğini’ söylüyor Sayın Öcalan.

Son olarak söylemek, eklemek istediğiniz?

Aslında yaptığım her görüşme günlerce anlatılır. Bu görüşmelerden onlarca kitap çıkabilir. İki saat içerisinde ancak bunları anlatabildim. Şu anda yürüttüğüm görevin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu göreve de layık olmaya çalışıyorum. Sayın Öcalan’a ve Kandil’de görüşme yaptığım KCK yetkililerine layık olmak istiyorum. Eksikliklerim, yetmezliklerim olabilir ama yoğun bir çaba sarf ettiğimin de bilinmesini istiyorum. Barış hepimize lazım. Sadece bir bölüm ya da bir kesim için değil. Türkiye’nin gerçekten barışa ihtiyacı var. Yıllarca acılar çekti, büyük bedeller ödedi bu ülke. Anneler ağladı, gencecik fidanlar toprağın altına girdi, çocuklar yetim kaldı bu coğrafyada. Hep kan aktı. Kanın artık durması gerektiğini, annelerin artık ağlamaması gerektiğini ve Türkiye’nin işte hak edilen o barış sürecine bir an önce girmesi gerektiğini düşünüyorum. Bizi anlamak istemeyen kesimlerin de bizi artık anlaması gerektiğini ve acıların ortak olduğunu, bir asker annesi nasıl ağlıyorsa bir gerilla ailesi de aynı şekilde ağlıyor çünkü. Gözyaşının rengi yoktur bunu her zaman söylüyoruz. Dökülen gözyaşları hep aynıdır. Hiçbir ayrım yapmadan ve acıları yarıştırmadan, bu sürecin ilerleyebilmesi için biraz daha mücadeleye ihtiyaç var. Mücadele ederek de kazanacağımıza inanıyorum.

‘GERÇEKTEN VEREBİLECEĞİ BİR ŞEYİ YOKTU’

Hepimize ayrı ayrı Sayın Altan, Sayın Pervin, Sayın Sırrı böyle hitap ederdi ama son zamanlarda Pervin arkadaş, Pervin yoldaş, böyle. İlk görüşmede siyasi değerlendirmelerin dışında, Sayın Öcalan’ın kıyafetine çok dikkat ettim. Ne giyiyor, nasıl giyiniyor? Bunu görevliye sormuştuk; ‘Biz ne yiyiyorsak, herkes ne yiyiyorsa? demişti. Sayın Öcalan ile on dört sefer görüştüm. Fazla kıyafet değiştirmiyor. Yazın kısa kollu gri bir tişört, kışın fermuarlı kalın bir hırka gördüm üstünde. Bir sefer fotoğraf çektirdiğimiz zaman basına da yansıyan mavi bir gömlek vardı üzerinde. Bunu Adalet Bakanlığına söyledik. ‘Sayın Öcalan’a kıyafet almak istiyorum’ dedim. Adalet Bakanı; ‘Giyilmemiş o kadar çok kıyafeti var ki bir dolaba sığmayacak kadar çok ve giymiyor.’ Bunu Kandil’deki arkadaşlara anlattım. ‘Sayın Öcalan’ın bir özelliği olarak oradaki yaşamına yansımış. Bir kıyafeti yırtılana kadar değiştirmediğini, farklı bir kıyafet de giymediğini’ söylediler. Fuzuli bir kâğıt parçası bile harcamıyor. Bir mendili bile ikiye bölüyor. Yarısını bir sefer kullanıyor diğer yarısını başka bir seferde kullanıyor. Kâğıt açısından da öyle. Bir yazıyı kâğıdın bir tarafına yazıyor, öbür tarafını da dolduruyor, sonra başka bir kağıda geçiyor. Son yaptığım görüşmede kendisine ‘kıyafet getirmek istiyorum’ dedim. ‘Şimdi değil, daha sonra isterim’ dedi. İlk görüşmeden çıkarken, ‘sizden bir parça almak istiyorum’ deyince, ‘masaya bir bak, size verebileceğim hiç bir şeyim yok şu anda. Ancak bir imza verebilirim’ dedi. Gerçekten verebileceği bir şey yoktu. Elimde not aldığım kâğıtlar vardı. O kâğıtlardan bir tane boş buldum, kâğıda bana hitaben ‘sevgi ve saygılarımla’’ yazdı, imzaladı bana verdi. Bir de imzaladığı kalemini verdi. Normal bir tükenmez kalem.

‘Değerlendirmeler’…

Sayın Öcalan’ın heyetteki işte kim olursa heyette ona ilişkin özel bir değerlendirmeler yapmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bana ilişkin yapmış olduğu değerlendirme aslında tüm kadınlarla ilgili yapılmış bir değerlendirmedir. Sonuçta kadınları temsilen gidiyorum adaya. Kadın temsiliyetine çok önem veren bir insan. Her seferinde yaptığı değerlendirmeleri, kadın meclisimizde, partimizde değerlendirip buna göre bir yol haritası, çalışma yöntemi planlamaya çalışıyoruz. Kadın katliamlarına, kadınların Kürdistan’dan Trakya’ya, Ege’ye mevsimlik işçi olarak gönderilmelerine acayip derecede öfkeleniyor, kızıyor. Bizim kızlarımızın, kadınlarımızın Ege’de, Trakya’da neden işçi olarak çalışmasına izin veriyorsunuz. Neden onlara ilişkin bir istihdam yaratılmıyor, iş güvenliği sağlanmıyor, iş imkânı sağlanmıyor. Urfa’yı örnek veriyor. Urfa Türkiye’yi doyuracak kadar toprağa sahip olan bir kent ve biz bunu değerlendirmiyoruz, ekip biçmesini, bir çalışma alanına çevirmeyi beceremiyorsunuz, neden? Böyle eleştirileri oluyor. Erkek egemen zihniyetin kadına bakış açısını hala değiştirmemiş olduğunu çok sık ifade ediyor. Çocuk gelin meselesinin asla kabul edilir bir şey olmadığını söylüyor.

‘KIrk yıl düşünsem…’

Pitu Hepa meselesini ilk defa sizinle, sizin derginizde paylaşacağım. ‘Pitu Hepa’ya benzetiyorum seni ve yaşam öykünü’ dedi. Yaşam öykünü, yaşamını ben çok sıkça Nefertiti’ye benzetiyorum dedi. Tabii ben oradan çıkar çıkmaz hemen bilgisayara oturup Nefertiti kimdir? Pitu Hepa kimdir?.. Pitu Hepa’nın kendi mührü var ve kendi mührünün olması kralla aynı statüye sahip olmasının bir göstergesi. Kadeş barış anlaşmasında imzası olan bir kadın Pitu Hepa. Onunla ilgili kitap bulmaya çalıştım. Kitap olmadığı için sadece bir derleme bulabildim. Nefertiti, Mısır’da kraliçe. Bir ülkenin kaderini değiştirebilecek güce sahip. Hırslı bir kadın Nefertiti. Bu hırsından kaynaklı ülkenin kaderini değiştirmiş, dini mezhepleri değiştirmeye çalışmış, ülkeyi bir başka yerden almış başka bir yere taşımış, ama kuma üzerine giden bir kadın. Kral başka bir kadınla evli. Nefertiti ile daha sonra evleniyor. Diğer kadının erkek çocukları olması Nefertiti’yi oldukça öfkelendiriyor ve kendisi altı tane kız çocuğu doğuruyor. Pes etmeyen, gücünden hiçbir şekilde ödün vermeyen bir kadın. Nefertiti de, eşi öldükten sonra kralın yerine geçiyor. Bütün bir ülkeye hükmediyor. Ülkede yaşanan sıkıntıları, haksızlıkları gidermeye çalışıyor. Benim yaşantım da Savaş’ın ölümünden sonra değişiyor, ‘sonuçta bir aşiret gelinisin, Aşiret ve feodal bir yapının içerisinden çıkıp bu günlere gelmişsin. Şu anda bir barış ve müzakere sürecinde misyon üstlenmişsin ve bu misyonu üstlenmenin aslında bir Nefertiti benzerliği var.’… Bağlantıyı bundan kuruyor. Nefertiti de kocası öldükten sonra ülkeye hükmediyor. Ben de feodal bir aile yapısından çıkıp eşimin ölmesiyle birlikte siyasi bir yaşama girmem ve şu anda barış ve müzakere sürecinin içerisinde olmam, bir heyetin içerisinde olmamla bir bağlantı kuruyor. Ben kırk yıl düşünsem, Nefertiti’yle bir benzerliğini kuramam, Pitu Hepa örneği ile asla. Çok önemli tespitler, beni çok mutlu eden değerlendirmeler.

(Tüksenmez Dergisi'ndeki bu röportaj, Kurdistan24.Org sitesinden alınmıştır)