Tarih 1877'ye doğru ilerlerken, İngiltere'nin kıskançlık dolu Katolik bakışları arasında Rusya, gerek Ortadoğu'da ve gerekse de Balkanlardaki Ortodoks Aleminin abisi olmak için silah fabrikalarıyla toplantılar yapıyordu. O dönem, zamanın hızlandığı bir dönemdi, 500 yıl boyunca olmamış kadar teknolojik, bilimsel gelişmeleri koynundan çıkarmış bir asırdan söz ediyoruz. Öncesinde, yani 1789'lar, Fransız İhtilalini 'Ekmek, ekmek' diye başlatan kadınlardan biri, her ne kadar da ihtilal sonrasında fuhuş tezgâhlarında pazarlanmışsa bile, özellikle de Avrupa'dan fışkıran bir özgürlük dalgası bütün dünyanın üstüne yağıyordu. Bütün büyük balıklar gözlerinin esiri olmuştu, esaret arttıkça gözler büyüyor, gözler büyüdükçe de işgal edilen topraklar artıyordu. Dünya Paylaşım Savaşlarının öncesi ve sonrasına; bazıları milli savaşlar diye marşlar, bazıları da dini savaşlar diye ayetler dizebilir. Milliyet de önemli bir mıknatıstı, ancak bana göre tarafları milliyetten ziyade bir cephede toplayan ana olgu dindi ve kim kimin cennetine inanıyorsa, onunla beraber diğer dinlerden birilerini öldürüyor, ya da öldürülüyordu. İsrafil'in Kıyamet Toplantısının Suru, Dindi. Peki Din için mi savaşlar yapıldı, yoksa yapılan savaşlar dini bir binek hayvan olarak mı kullandı? Evet, din bütün savaşlarda sadece binek hayvan olmuştur, hayvan terimini kullanmam ne kadar doğru, onu da bilmiyorum, herkesin kalan affına sığınıyorum, ancak ister buna Anadolu'da at deyin, ister Lübnan'da deve deyin, isterseniz de başka bir yerde eşek deyin, kusura bakın ya da bakmayın, Tarihin ve de Tanrının yanılanları affetmediği zamanların, özellikle de o dönemlerin Dini; en yaygın Binekti.

Osmanlı Devletinin hali de, derisi çürümüş bir insanın organ ticareti ile sahip olduğu iç organlarına sahip çıkamaması kadar vahimdi. Osmanlı hastaydı, yatakta bir çorbaya hasret bekleyecek kadar hastaydı, kendisini koruyacak mecali yoktu. Büyük savaşlar ve de aşklar, büyük dalavereler ve de hikayeler sonrasında her şey gibi o da azmış zamanın muhataplarından biri olmuştur. Hiçbir şeyin zamandan kaçabilmesi mümkün değildir. Canını yaktığı ya da yakmadığı kim varsa, ellerinde tahsilat makbuzlarıyla Sarayın kapılarını tekmeliyordu. Tahsildarlarla dolu bir zamanda, hızla değişen 19. yüzyılın depresif mevsimlerinden vurgun yiyen sadece Osmanlı mıydı? Değildi, herkes hastaydı, bazısı grip, bazısı verem, bazısı ruhi, bazısı ishal.. Sömürgecilik yapamayan herkes sömürülüyordu. Herkes bir şekilde hastaydı.

Zaman 19. yüzyıldı ve bütün dünya bir insanın çektiği ahın bedelini çekiyordu, Fransız İhtilali boyunca en önlerde olan bu kadının ahı bütün dünyayı sarmıştı, bir devrimin kendi çocuklarını yediğini biliyordum, ama bir devrimin kendi kadınlarını pazarlayabileceğini düşünmemiştim. 'Ekmek' derken başlattıkları İhtilal sonrasında satılan kadının inlemeleri herkesin sokağında hayalet gibi dolaşıyordu, özgürlük bulutları milliyetçilik şimşeklerine dönmüş ve herkesi ulusal bir çiftlik kurmak için tetiklemiş, durum bu olunca da herkes en yakınındaki komşusunun bahçesine ters gözle bakmaya başlamıştı. Mevsimler bipolar-mani depresif bunalımlar geçiriyor, bütün coğrafyaların yüzleri asırlık gergin bakışlara temel atıyordu. Bu bakışlar; Balkanlar'da bir Bulgar'la Türkmen arasında da vardı, Arap yarımadasında bir Yahudi ile Arap arasında da, dünya genelinde Fransızlarla İngilizler arasında da, Hristiyan dünyası içinde Ortodokslar ile Katolikler arasında da, Anadolu coğrafyasında Ermeniler ve Kürdler arasında da, sonrasında Türkler ve Kürdler arasında da, Türksüz alanlarda Kürdlerin kendi aralarında da, herhangi bir Kürdün yalnızken kendi kendine bakışlarında da.. Aynı Ulusu ve Aynı Dini paylaşanlar arasında da vardı, aynı yatağı artık şehvetle ıslatamayan karı ve kocanın arasında da.. Dini ve milli nikahlı bir ailede doğan çocuklar sadece babaların stres atmasıydı, analar yataklarda köle bırakılıyor ve doğacak herkes biraz daha tecavüz çocuğu olarak doğuyordu. Herkes Adem'in iki oğlu olan Habil ve Kabil'e dönmüştü, herkes kendisinin Habil olduğunu iddia ediyordu. O günden bugüne her şey daha da azdı, caddelerinde milyon gezen insanlarız, herkesle bir röportaj yaparsanız kaçı kendisine kötüyüm diyecek? Demezler, demeyiz işte, hepimiz Habil'iz, iyiyiz, her Habil için ise karşısındaki herkes bir yerden sonra Kabil'dir.

19. yüzyıl ile 20. yüzyıl, milyonlarca insanın kem bakışlarının saldırganlaştığı çağlardı, bu insanların azımsanamayacak çoğunluğu savaşlarda öldü, birbirinin bahçesine ters gözle bakmayanların sayısı kerhanedeki bakirelerin sayısı kadar azdı. Havada şimşek, bahçelerde kem gözler ve barutun işlevini çoğaltmasıyla her gün birçok yuva bir daha kurulmamak üzere talan ediliyordu.

1877 sularıydı, Rusya iki uçtan da Osmanlı'ya saldırmaya başladı, neden dört yerden değil de iki yerden saldırmıştı? Çünkü Ortodoks nûfusun 'güçlü' olduğu yerler olarak, sadece Doğu ve Batı vardı, sanki 4 tarafın dördünde de Ortodokslar'ın sayısı çoktu da, durum buydu da Rusya mı oralarda siperler kazmamıştı? Kafkaslar üzerinden yaklaşan Rus orduları, Panislavizm Aşkına Birleşelim, diye bağırırken, Slav olmayan bütün Ortodokslar da bu çağrıyı duydu. Balkanlardan yürüyen Ortodoks orduları İstanbul'u almak üzereydi. İngiltere'nin şalvarı tutuşmaya başladı, Hristiyanlar'ın Kızılbaşları olan Ortodokslar İstanbul'u almamalıydı, araya girdiler ve Osmanlı'nın birçok yeri, masa üstünde bir sürü ulusal mahalleye çevrildi. Ortodokslar kazanmıştı. Birçok Müslüman ağır bedeller ödemişti, yollar göç doluydu ve dünyanın yüreği Anadolu, sürgünlüğün kavşağı olmuştu.

İnsanda hep bir karşılık verme, hep kendisine davranıldığı gibi davranılma metabolizması vardır. İnsan psikolojisinin toplum sosyolojisinden hiçbir farkı yoktur! Zulme zulüm yeminleri yapıldı, sağ duyu yerin yedi kat dibine gönderilmişti. Gayrimüslimler'in durumu eskisinden daha iyiceydi, kendilerini daha güçlü hissediyorlardı, ki güçlüydüler de, tamamına yakını bağımsızlığını kazanmıştı, bakın dikkatinizi tekrardan çekmek istiyorum, tamamı değil, tamamına yakını. Doğudaki gayrimüslimler Osmanlı'dan ayrılamamıştı. Sevdadan değil, güç yetirememezlikten.. Doğuda durum vahimleşiyordu, Panislavizmin alternatifi olarak bu kez de Müslümanlar 'Allah, Allah' diyerek silahlarına mermiler saklıyordu.

Padişah Abdülhamit'in en çok kızdığı Halk Ermeniler olmuştur, çok kızmıştı, Alman öğretmenlerinin vaazlarını dinliyordu. Almanlar'ın yönlendirmesiyle Ermeniler'e karşı önlem alma toplantıları kuruldu. Osmanlı, 93 Harbinden sonra ilk önlemi Ermeniler'e karşı alacaktı. Malum üzere Almanya için Ermeniler'in güçlenmesi, kendilerinin Rusya karşısında güçsüzleşmesi demekti. İngiliz'in İstanbul kaygısıyla, Alman'ın Doğu kaygısı birbirine benziyordu. Her Halkın bir azgını vardı, azgının Kürdü ya da Ermenisi yoktur, azgın azgındır. Padişah da doğudaki 'bazı' azgın reislerin yanaklarını okşayıp onlardan Hamidiye Alayları kurdu, Hamidiye Alayları şu anki korucu sistemi gibi devletin emrindeki asker kökenli olmayan birliklerdi. Sultan Abdülhamid, Ermeniler'e saldırsınlar diye bizzat Hamidiye Alaylarını kendi kurmuştur. Ve Hamidiye Alaylarının tamamı Kürd değildir. Bunların içinde Türkmen de var, Çerkez de var, Arap da.. Lakin en büyük alaylar Kürdler'e aitti.

Hamidiye Alaylarının da belli kuralları vardı. Her Aşiret kendi içinde belli kişi sayısına bölünecek ve belli nizamlara göre hiyerarşiler düzenlenecekti. Her alaydan bir çocuk İstanbul'a, Teğmen olmak için 1 Yıllık Eğitim almaya gidecekti. Uyduruk bir eğitim işte, bu teğmenlik de Doğudaki insanlara gaz vermenin başka bir yoluydu: 'Gundîno, Gûndîno!.. Mihemedê kurê Ferzende bûye Qomîtan!' Bizans'ın bir zamanlar Ermeniler'le yaptığının bir benzerini de Osmanlılar Kürdler'le yapıyordu. Tarih değişmişti, oyuncular değişmişti; ama senaryo hep aynı senaryoydu. Farklı aşiretlerin alayları, eğitim maksadıyla bile olsa kesinlikle bir araya getirilmeyecek, aralarındaki olası bir ittifak engelenmiş olacaktı. Kürdler'in sadece Rus Ordusu ve Ermeni Gerillalarıyla savaşıldığı zaman birbirlerini görmeleri, bir arada olmaları sağlanacaktı. Hamidiye Alayları ile Kürdler, İslam ve Bağımsızlık vaatleriyle Osmanlı'nın yanında tutulup kontrol edilecekti. Anadolu'daki tarafların güç dengesi yaklaşık olarak baş başaydı, Kürdler hangi tarafı desteklerlerse o tarafın kazanabilmesi muhtemeldi. Ki Kürdler hem coğrafyayı tanıyan, hem de savaşçı özellikleri olan gözü kara, cesur bir Halktı. İslam Dini ise Kürdler'in en büyük hassasiyeti, handikapıydı. Şuan bile Türkiye'deki en büyük Dini Rehber kabul edilen Bediüzzeman Saîdê Kurdî de talabeleriyle beraber Osmanlı'nın yanında bulunmuş, bugün her ne kadar ilk kitapları yok edilmeye çalışılsa bile, Bediüzzeman'ı Eski Said ve Yeni Said olarak ikiye ayırıp Eski Said'in ehemmiyetsizliği ön plana çıkarılsa bile, bir Halk gibi bir birey de dününden bağımsız değildir ve Bediüzzeman da o sıralarda Kürd Halkının özgürlüğünü İslam cephesinde savaşırken savunuyordu.

 Şunu çok açık ve net ifade etmek istiyorum: Kürdler olmasaydı şuanda Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet asla olmayacaktı. Tarih boyunca Kürdler'in özgürlüğünü en fazla bıçaklayan devlet şüphesiz Türkiye Cumhuriyetidir. Kürdler'e karşı sayısız katliam, zulüm gerçekleştiren bu devlet, bırakın Kürdler'e doğal haklarını vermeyi, tam tersine insan yerine bile koymamış, onun varlığını inkâr edip yüz yıl boyunca her platformda da bu Halkı aşağılamıştır. Kürdler farkında olmadan katillerini mi doğurttular? Kürdler kendileri için dar ağacı mı kurdu ve kurdukları dar ağacında tamamen ölmemek için idam kürsüsü üstünde tam yüz yıldır ölümün ilmiğini koparmaya mı çalıştılar? Anadolu Topraklarında nasıl ki zanaat denildiğinde akla Ermeniler geliyorsa, Özgürlük denildiğinde de akla ilk gelen Halk Kürdlerdir. Çingeneler kadar sistemsiz olmasalar da, Kürdler için Anadolunun Çingeneleridir diyebilirim. Özgürlüğüne bu denli düşkün bir halk, bir dağda bile sürekli kalmayıp başka dağlarda da yürümeyi adet edinmiş bir halk, Cumhuriyet ile beraber ailesinin ortasına bıçaklar yedi ve bütün dağları pasaportlarla ayrıldı. İran, Türkiye, Irak ve Suriye.. Sonrasında Ermenistan'daki Êzîdî Kürdler de var, Azerbaycan'daki Kürdler de, hatta Orta Asyanın Anadolu tarafında yaşayan Kürdler de.. 21. yüzyıla kadar kopmamış özgür bir Halk, parçalanmıştı. Peki ya Kürdler Ankara ve İstanbul'u desteklemeseydi, tam tersi davransaydı ne olurdu? Bu sorunun cevabını verirken lütfen dönemin şartlarını, yani dini bloklaşmaları göz önünde bulunduralım.

1915 öncesinde Kürdler, Doğunun yani Serhat coğrafyasının ovalarında çok ama çok azdı, şimdi kalkıp da Doğudaki şehir merkezlerini çoğunlukla Kürd olarak gösterirsek bu ihanet olur ve tarih bizi affetmez, bir gün çırılçıplak kaldığımızda, özgürlük iken şimşeğe dönmüş milliyetçiliğimizden öldürülürüz. Bir ikincisi gerek Erzurum'da kendilerine Dadaş deyip Türk olduklarını iddia eden, gerekse de Elazığ merkezde yaşayıp kendilerinin Türk olduğunu bağıran Gakkoşlar, bu Türk Milliyetçiliğinin kalelerinden iki tanesi de o sıralarda Ermeniler'i en büyük düşman görüyordu, Doğu'da hatırı sayılır bir Arap nûfus olduğu gibi, Çeçen'inden tutun da Acemine kadar hercai çeşit millet vardı. Anlayacağanız Doğuda yalnızca Kürdler ve Ermeniler vardı deyip, Ermeniler'in başına gelen bütün felaketi Kürdler'in üstüne yıkmak hem art niyetli, hem de aşırı faşizan bir tutumdur. Ve Ermeniler de yalnız değildi, gerek Êzîdî Kürdler, ki Êzîdi Kürdler hep yoksuldu, gerekse de Colemêrg-Hakkari bölgesinde ağırlıklı olarak yaşayan Keldanîler Ermeniler'e karşı bir harekette bulunmamış, tam tersine Keldanîler Ermeniler ile birçok zaman ortak hareket etmiştir. Doğuda yaşayan ve Türkmen olduklarını bildiğimiz kesimler şuan bile küfre başvurduklarında 'Ermenî Tohumu!' diye birbirlerine saldırıyor ve bu itham bir hakaret olarak kabul edilip cinayete kadar gidebiliyor. Oysa Kürd atasözlerinin hiç ama hiçbirinde Ermenîler'in küfür malzemesi olduğu bir söz bulamayız, Ermenîler denildiğinde uzun bir sessizliğe dalarlar.

İlerleyen zaman içinde, kendilerini Türk Solu olarak adlandıran Kemalist Temelli kesimlerin (CHP-İşçi Partisi ve TKP) Ermeniler ile sıkı yakınlaşma içine girmek için gayret göstereceklerini düşünüyorum, bunu şimdiden ön görmeliyiz, ileriki zamanlarda İttihat ve Terraki tekrar Türk Solu'nun postunda hortlayacak ve bu kez de yanlarına Ermeniler'i alarak Kürdler'e saldıracaklar. Unutmayalım, yarını şimdiden ön görmeyen Halklar dünya üstündeki kıyametin biletli yolcularıdır.

1915 öncesinde; Wan'ın, Erciş'in Ararat'ın, yaylalarının tamamında Kürdler yaşarken, kent merkezleri Ermenilerin idi, Kürd sayısı azınlıktı. Kürdler genelde Dağlı bir kabile olmuştur, dağlar ve Kürdler göz ve ışık gibi birbirinden ayrılmayan bir ikiliydiler. Hamidiye Alaylarından sonra ise, o sıralarda dağlarda yaşayan ve göçebe olan bazı Kürd Aşiretler; yavaş, yavaş aşağı inip Ermeni topraklarına yerleştiler.

20. yüzyılın sonunda, 93 Osmanlı Rus Harbinden sonra, hemen hemen bütün gayrimüslimler Osmanlı'dan ayrıldığını, çok azının Osmanlı'dan ayrılamadığını söylemiştim. Bu ayrılmayanların en büyüğü Ermeniler'di. Doğuda kimi vilayetler Ruslar'a kaptırılmıştı, ama Doğu demek sırt demekti ve elden geldikçe Ruslar'ın elindeki diğer vilayetler de Hamidiye Alaylarının da yardımıyla alınmaya çalışılacaktı. Osmanlı tarihi boyunca; en fazla refah içinde yaşamış, devletle arası en iyi olmuş, her zaman devlet dairelerinde işleri ön sıralarda yapılan Gayrimüslimler Ermeniler olmuştur. Bunlar devletin Hristiyanlarıydı. Osmanlı Tarihi boyunca Ermenîler için boşuna Milletî Sadıka denilmemiştir. Devlet bunları severdi, zira devletin namaz kıldığı birçok camii bile Hristiyan Ermeniler yapmıştı, mesela Mimar Sinan.. Ermenilerin içinden ismi bilinen ya da bilinmeyen binlerce Mimar Sinan çıkmıştır. Mimar Sinan, Camiilerin mimarıydı. Kaç Gayrimüslim İslam için bir taşın çiziminde herhangi bir işçilik yapmıştır? Ermeniler sanatları ve zanaatlarıyla bütün dinlerin çok ama çok üstündeydi, nasıl şartlarda bunları yaptıkları ayrı mevzu, ama yaptıkları her işi zirvede tamamlamışlardır.

93 Harbi bitip de Rus askerleri evlerine döndüğünde, Anadolu'yu bir korku sardı. Korku aklın ölümüdür. Ruslar ve öfkeli Ermeniler Anadolu'da ilerlemeye çalışırken birçok insanın da canını yakmıştır. Madem Ermeniler'in Doğu hakkındaki söylemlerinin merkezinde Van var ve madem ben de bir Vanlı'yım, işte bu yüzden size 93 harbinden kalmış ve ta çocukluğuma kadar gelmiş bir cümleden bahsetmek istiyorum. Şu an bile biri çok büyük bir merhametsizlik yaptığında, vicdansızca davrandığında yaşlılarımız şu cümleyi kullanır: 'Qey tu Fille yî!' Evet, o dönemde bazı Ermeni gerilaları birçok yerde Ermeni Halkını suizan altında bırakacak insafsızlıklar yapmıştır. Uyumayan ya da yaramazlık yapan çocuklar Ruslar'la korkutulurdu, aha Ûrisê were ha!'

Aşırı Ermeni Milliyetçilerinin, özellikle de Türkiye dışında yaşayan Ermeniler'in Hrant Dink ile çok iyi geçindiklerini söyleyebilmem iftira olur. Hrant'ın milliyetçi bir kimlikle değil de çok sesli bir kimlikle öne çıkmasının sebebi de 1915'ten sonra Anadolu'da yaşamaya devam etmiş olmalarından kaynaklanabilir. Sonuçta Hrant, bütün 1915 muhataplarının ellerine dokunabilecek kadar kan kokan toprakların içinde yaşamıştır. Kanın toprağa oluk oluk döküldüğü zamanlara gittiğimizde bertaraf olma pahasına da olsa tarafsız olmazsak neye yararız.. Anadolu'yu anlamak için biraz Hrant olmamız lazım.. Her geçen gün bütün Anadolu'da korku virüsü daha da artıyordu, bu korkuyla beraber silahlara kurşun saklayanların sayısı da artıyordu, kurşun saklamayanlar ise Hamidiye Alaylarındaki saflara geçiyordu. Keşke birçok Gayrimüslim gibi o dönem, 93 Harbinde, Ermeniler de bağımsızlıklarını kazansaydı, ulus devletin kısır katıra benzediğini biliyorum, ulusal mahalleri savunmuyorum, sadece sonrasında gerçekleşecek soykırımın önü alınmış olurdu.

93 Harbinden sonra Devlet, Ermeniler'e açık bir şekilde hain gözüyle bakmaya başladı, Ruslar'a yardım etmiş ve sonrasında ayrılmış olan; Bulgar, Yunan ve daha birçok Halka olan hıncını, bağımsızlığını kazanamadığı için Osmanlı'nın elinde kalan Ermeni'den çıkarmaya çalışıyordu. Ermeniler bütün Ortodokslar'ın, bütün Hristiyanlar'ın temsilcisi görünüyor, dışarıdaki güçlülere ses çıkaramadıkça bütün gözler içerdeki güçsüze saplanıyordu. Ve Ermeniler'in derdi, Ermeniler'in sıkıntısı Halklar arasında her geçen gün daha da artarken, Devlet onların derdine derman uzatmıyordu, Müslümanlar, Ermeniler'e karşı hem kızgındı, hem de malum üzere Rus'tan kalan korkuları vardı, ya tekrar Rus bu topraklara gelirse, diye kuduran korkular Anadolu'nun üstünde benzini bitmeyen uçaklardan bile daha hızlı dolaşıyordu. Ve şimdi dönüp doşalıp bu korkulu Anadolu zamanlarının en doğusuna geliyoruz. Kürdler ve Ermenilerin en fazla komşu olduğu topraklara.. Bugün üç farklı şekilde telafuz edilen bir coğrafyaya; Ermeniler'e göre Batı Ermenistan, Kürdler'e göre Kuzey Kürdistan ve de Türkiye Cumhuriyetine göre Doğu Anadolu Bölgesi.. Doğu'da kız kaçırmalar artmıştı, 'bazı' Kürt çete ve aşiretleri Ermeni köylerini basıyor, alabildikleri kadar hayvanı çalıp götürüyordu. Şuan bile Kürd Coğrafyasında zorbalık yapmaya kalkışan Aşiretler var, işte bunlar ta o zamanın en kudurgunlarıydı. Bütün Kürd arkadaşlar şuanda bölgelerindeki en kudurgan aileleri tespit etsin, iddia ediyorum ki bu tespit edilen ailelerin hemen hemen tamamı o Ermeni köylerini basan hırsızların torunlarıdır. Torunun suçu masumiyetlik iddiasından kurtulduğu an bitecektir, nasıl ki Ermeni ve Rusların yaktığı canlar için öz eleştiri yapmalarını bekliyorsam, bir Kürd torunundan da bu asaleti bekliyorum, kalkıp da inkâr edilen her şeyi ikrar etmelerini.. Anadolu'dan İstanbul'a her gün Ermeniler'den şikâyetler gidiyordu, şikayetler gidiyordu gitmesine ancak devlet bu şikayetlere cevap vermiyordu, çaresine bakılmıyordu. Durum bu olunca ne yapıldı peki? PKK'yi herkes bilir, değil mi? İşte Ermeniler de PKK türü bir örgütlenme içine girip karşı saldırılarda bulundular. Savunma ve saldırı git gide arttı, Rusya fazla uzaklarında değildi ve silah temin etmekte de sıkıntı yaşamıyorlardı. Wan'dan Moskova'ya giden yol büyük oranda onlarındı. Ermeniler bölgede her geçen gün daha fazla hakim olmaya başlıyordu, Taşnak ve Hınçak örgütlenmeleri (BDP ve PKK) git gide daha geniş bir coğrafyaya yayılıyordu, durum bu şekilde ilerleyince, Taşnak ve Hınçak'ın hakimiyeti her gün daha da artınca, Ermeniler de öteki Gayrimüslimlerin ayrılması gibi bağımsızlık zamanının geldiğini konuşmaya başladı. Ermeniler Hamidiye Alaylarına çelme takmaya başlamıştı. O dönem Rusya ile Ermeniler arasında yoğun toplantılar yapılmadığını söylemek, bir insanın iskeletsiz olduğunu iddia etmek kadar boştur. Doğuda geniş bir Ermenistan kurulacaktı, bu alınacak topraklar da büyük Rusya Devletinin sınırlarına dahil olacaktı. Özerk bir yapı gibi.. Ve bağımsızlığa tam oldu gözüyle bakacakken karşılarına Kürdler çıkıyordu, belki de politikalarının en başında bir yanlışlık yapmışlardı, Kürdler'i hesaba katmadan, Kürdler ile anlaşmadan bir şeyler yapmaya kalkışmıştılar. 19 Yüzyılın sonundaki Ermeni söylemi buydu: 'Kürdler; Müslüman'dır ve fazla da sorun yaratcak güce sahip değillerdir, üstelik elleri kalem tutmaz ve Osmanlı'da da takat kalmamış, diğer İslam Devletleri de can derdine düşmüş iken Kürdler bizimle uğraşmayı göze alamazlar, zaten böyle bir şeye hakları da yok, bu toprakların ovalarında biz, dağlarında da onlar var, şimdi onlarla anlaşırsak Kürdistan polemiğiyle canımızı sıkarlar, zaten Cizîra Botan Kürdistan Mîrî Bedîrxan'ın acısı ve yenilgisi hepsinin yüreğinde taze.. Kafkaslardaki bir Kürd de, Mezopotamyadaki bir Kürd de, dünyanın ortasında yolunu kaybetmiş bir Kürd de Mîr'in acısını hissediyor, Kürdlerin kendi içindeki hainliğinin bir bütün olarak bütün Kürd Halkına mal olduğunu işliyorlar, nerede mi işliyorlar, Dengbêjlerin kelamında ve durum buyken Kürdler'le anlaşmamız gerekmiyor, sorun olmazlar..' Kürdler ile anlaşmadan yola çıkma mantelitesiyle hareket edince bütün işler birbirine karışmıştı.

1. Dünya Paylaşım Savaşları sıralarında Rusya ile Osmanlı arasında yapılan savaşların hududu Kars, Erzurum, Ardahan ve Van'dı. Ve Ermeniler Gerilla tipi örgütlenmeleriyle, Rus İmparatorluğunda oluşan Ermeni gönüllü birliklerine katılarak Rus Kafkasya Ordusu'na destek verdiler. Ve 14 Kasım 1922 tarihli New York Times gazetesi, Birinci Dünya Savaşı'nda 200.000 Ermeni'nin İtilaf Devletleri ordularında veya İtilaf Devletleri tarafında savaşan bağımsız birliklerde savaştığını yazdı. Osmanlı ve İttifak Kuvvetlerinin Kürdler'den oluşan Hamidiye Alayları var ise, Ruslar ve İtilaf Devletlerinin de Ermeniler'den oluşan bir nevi Hamidiye Alayları vardı, kazanan taraf Ermeniler olsaydı bu kez de Kürdler aşağı Mezopotamya ve dünyanın farklı ülkelerinde diasporalar kurmaya çalışacak, 1990'larda Rusya da dağıldığı için bağımsızlaşmış bir Ermenistan ile muhattap olacak, akabinde de Ermenistan devletinin Soykırımı kabul etmesi için platformlar kuracaktı. T.C. sonrasında kurulan bağımsız bir Kürdistan olsaydı, aynen Blokun yıkılması ve Rusya'dan bir sürü devletin çıkması gibi, evet o zaman da Ermeniler bütün güçleriyle Kürdlerin yakasına yapışıp Kürdistan'ı soykırımın birinci ve tek muhatabı alarak Kürdler'den hesap soracaktı. Çünkü kan kokan topraklarda kim yaşıyorsa, muhatap da odur..

Peki Almanlar neden Osmanlıya Ermeniler konusunda önlem almasını isteyip duruyordu. Hamidiye Alaylarından sonra isteklerine emirler katmıştılar. Abdülhamit'ten ne istemişlerse, İttihat ve Terraki Partisinden de onu rica ettiler. Herkes Ermeni soykırımı konusunda birbirini suçlarken, belki de bu konuda en büyük suç en uzakta olanlarındı, yani Almanların..

1915 olaylarınında Türk Milliyetçiliği yapanlar; Enver ve Talat Paşa idi. Savaş sonrasında Ermeniler bunların peşini bırakmamış, mesela Talat Paşa bu büyük savaştan sonra kaçıp Almanya'nın Berlin kentinde Charlottenburg semtindeki evinden dışarı çıktıktan sonra, Ermeni Devrimci Federasyonu üyesi olan ve 1915'lerde de Doğuda savaşmış Soğoman Tehliryan tarafından öldürülmüştür. Soğoman Tehliryan 1915'lerde hatırı sayılır bir Ermeni'ydi, bütük katliamlardan sonra uzunca yıllar Travma yaşamış ve psikolojisi iyi olmadığı için Alman Mahkemeleri tarafından birkaç gün içinde serbest bırakılmış, ceza almamıştır. Enver ise bu büyük savaş sonrasında Talat gibi yurt dışına çıkmıştır. Ama o Talat gibi rahat durmamış, Ortaasya'ya gitmiş, gittiği Ortaasya'da Türkler'i ayaklandırmaya çalışıp Ermeniler'i boğazlamaya kadar gitmek istemiştir. Ama bir çatışma sırasında Rusya'da yönetimi Ekim Devrimiyle ele geçirmiş Bolşevikler tarafından öldürülmüştür. İkisi de Anadolu'da Ermeniler'i öldürdükleri şekilde yurtdışında öldürülmüştür. Her halkın milliyetçileri düne bakıldığında o Halkların tükürülesi şahsiyetleridir. Almanlar İttihat ve Terraki İktidarına özellikle de Bağdat Demiryolunu emanet ettiler, bu demir yolunun çevresinde hatırı sayılır bir Ermeni nüfus vardı ve Ermeniler'in olduğu yerde Rusların bitebileceği akşam ve sabah kadar gerçekti. Bu demiryolu hattında Ermeniler'in temizlenmesi istendi, isteklerin her biri bir emirdi ve oradan başlayan temizlik hattı Ermeni'nin oturduğu taşın üstüne kadar yapıldı.

Anlayacağınız Pantürkizm ile Pancermenizm'in flört ilişkisi başlamıştı. İki güçlü iktidar, iki ulusal hareket, iki faşist kılıç, iki ütopik ulu başın flörtü.. 1900'lü yılların 6 vilayetinde Ermeniler bağımsızlaşmış ve Ermeniler'in bağımsızlaştıkları-özerkleştikleri yerlere de Osmanlıyla alakası olmayan valiler tayin edilmişti. Bu vilayetlerden bir tanesi de Van'dır. Ermeniler parçalı özerk yapıdan tam bağımsızlığa doğru yürüyordu, bu durum Rusya hariç hiçbir devletin işine yaramıyordu. 1 Dünya savaşı kızıştıktan sonra bu özerk yapılar da çözülmeye başladı. Kızıl Elma rüyasının baş temsilcisi, Alparslan Türkeş'in ise değerli atası olan Enver Paşa hakkında çeşitli rivayetler var, şüphesiz hiçbir şeyin tek bir sebebi yoktur, ancak Osmanlı'nın 1. Dünya Paylaşım Savaşına girmesinin sebebi her ne kadar da resmi tarih kitaplarında fantezi bilgiler ile açıklansa bile, gerçek her zaman resmiyetin karşısında olmuştur, zira resmiyet her zaman iki yüzlü ve politik iken; gerçek ise her zaman sadece gerçektir. Ve bu savaşa girilmesinin ardındaki en önemli gerçek olarak şu görünüyor: Alparslan Türkeş'in Fikir Atası olan Enver Paşa'nın Ermenileri temizlemek istemesi.. Oldukça akla yatkın. Bak çocuğum, sen benim dediklerimi yaparsan ben de sana şeker veririm, aldatmacaları var ya, ha işte Enver'in de başına gelenler de bundan farklı değildir. Almalar'ın, sen bizimle savaşa girersen fırsatı yakalarsın, hem senin işine yarar hem de bizim, Ermeniler'i buralardan süpürür, Şark'ta Ermeni Sorunu diye bir şey bırakmazsın. Böylelikle de ulusal inşaat çalışmaları yürütürken dini senin dinini tutmayan büyük bir topluluğu nasıl asimile edip de Türk yapacağım diye kırlaşmaya yürüyen saçlarını kaşımaz, kaşıya kaşıya Mustafa Kemal ile arandaki ikili savaşı başlatmış olan sevgili karının gözünde çirkin görünmez, tam aksine Hanedan Kızı karının gözünde bir film yıldızı gibi yakışıklı görünürken, Ermeniler'den arındırdığın coğrafyalar yardımıyla da kutsal Göktür Topraklarına ulaşırsın, hadi benim koçum..

İşte bizim Enver bu denli garip bir adamdı, o da kendi çapında sömürgeci bir düşünce sistemi kurmuştu. Ruslar, Ortodokslar ile birlik kurarken; Almanlar, yüce ırklarını dünya üstünde kara bir bulut gibi yoğunlaştırmaya çalışırken; o da o sıralarda bir Kurdun peşine verip de dünyaya açıldıkları Ergenekon Topraklarına doğru açılıp araya giren bütün toprakları Kurtla aralarındaki haklı vatan toprakları yapmak için uğraşıyordu.

Böylesi zamanlar yaşandı. Bu topraklarda ister Ermeniler hüküm sürsün, ister Kürdler, isterseniz de başka bir millet; inanın fark etmez, biz kolay kolay iflah olmayız. Neden fark etmez biliyor musunuz, çünkü bu topraklara kan döküldü, kan döküldükçe döküldü, dünyanın hiçbir toprağına bu topraklarda döküldüğü kadar kan dökülmemiştir. Bana dünya üstünde herhangi bir coğrafya gösterin ki bütün tarih boyunca üstünde Anadolu'da kurulduğu kadar ülke kurulmuş olsun ve yine bana bir coğrafya gösterin ki Anadolu'da yıkılan devlet sayısı kadar devlet yıkmış olsun? Bulamazsınız! Ve kanlı toprakların birkaç on yılını yarım yamalak, kör ama sağır olmayan, sağır olmadığı için de çaldığı kavalın sesini işiten bir Dengbêj'in haddini aşmasıyla yazdım. Her şeyde hata vardır, nasıl ki hiç kimse masum değilse, işte hatasız da hiçbir şey mevcut değil. Benim bu yazdıklarımda da eksikler, eksik olduğu için hatalı anlaşılmalar yaratacak bir şeyler vardır, muhakkak vardır. Bütün eksikliğimi gözlerinizde kalan nurlarla kapatmanızı istiyorum. Ey kanlı toprakların yurttaşları, ey Anadolular, ey kılıçın bir an olsun üstünde şakırdamadığı bir zaman yaşamamış toprağın çocuğu, ey barutun duyulmadığı ev kalmamış coğrafyanın tapu yarışçıları. Bu toprakların asıl yerlileri şu insan topluluğudur, ya da budur diye sürekli tartışma yapan türdaşlarım, hayvanlar ve bitkiler bu toprakların bilinen en eski yerlileridir. Dedelerimizden ayı masalları dinlerdik, aslandan söz edilirdi, bilmem hangi bitkinin hikmeti anlatılırdı da dağlarda dolaşan geyikler ile ceylanlara şiirler yazılırdı, şimdi bu canlılar neredeler? Onları biz öldürdük! En büyük soykırımı birbirimize karşı yapmadık, en büyük soykırımı insan türü dışında kalan öteki Doğa Halkları yaşadılar, onlara kıydık. Ama insan türü içindeki soykırımdan bahsedersek, yani bana o soykırımlara maruz kalmaktan söz et derseniz de hiçbirinizin imzasından korkmadan kanlı toprakları ölünceye kadar da olsa koklar ve Ermeniler diye bağırırım. Evet bu topraklarda soykırıma maruz kalan en bildiğim İnsan Halkı, Ermenilerdir. Şimdi bir dengbêj'in ukalalığıyla sizi 21. yüzyılın ortalarına doğru götürmek istiyorum, onlarca yıl sonrasına, 1950'lere, o zamanların Malakta vilayetine, buyurun:

Malatya'yı bilir misiniz, diye sorsam birçoğumuzun ilk aklına gelecek olan şey kayısıdır. Malatya kayısısı, bazılarımız onunla hoşaf yaparız, bazımız diri diri yeriz. Devletlerse, her ayıbı bu tür doğasal folklörle kapatmaya çalışmıştır. Ahmet Kaya İstanbul'daki türkülerini söylemek için Malatya'da doğdu. Yunanistan'da, komedi saatlerinde izlenen ve aslı çarpıtılmış filmlerle tanıtılmaya çalışılan Battal Gazi de Malatyalı. Sonra..

Sonra, dedikten sonra bütün nefesim gırtlağımda duracak gibi oldum. Buradan sonrasını nedense yazmak istemiyorum, çünkü anlattıklarım ölüme çıkacak, şuan tarih Ocak 2013'ü gösteriyor, bu ay ölüm dolu bir ay, cinayet dolu. Malatya'da, 7 yaşında olan bir erkek çocuğundan bahsedeceğim. Onun ismine ve akıbetine gelmeden önce kelimelerle çocukluğunun buğulu dünyasını eksik de olsa çizmek istiyorum.

Ve o çocuğun Malatya'sını yazmaya daha başlamadan gözlerim herhangi bir şeyde kayboluyor, derin hüzünlere dalıyorum. Kalem tutacak yaşa gelinceye kadar Malatya'da yaşamış bu çocuğun kaldırımlara düşmüş yüzündeki iniltiyi duyuyorum. Kulaklarım inlemeyle doluyor. Ama bu hüznü bir yana bırakıp kısa da olsa, uzun da olsa onu yazmalıyım, vicdan herkese bir ödev verir, benim de ödevim o çocuğun hayatını Malatya'dan başlayarak sizlere anlatmak.

7 yaşında bir çocuktu, 7 süngülü yıl yaşamış bir çocuk, o süngülü yıllarda Başbakan Adnan Menderes ezan Türkçe olsun derken, Cumhuriyetçilerin ise kaybettiği kırmızı koltuk için gözleri kıpkırmızıydı, Türkiye Cumhuriyeti o kadar hırs doluydu ki, işte bu yüzden uykuları firariydi. Öldürülmüş bir çocuk 7 yaşını Deli Gaffar'ını hatırlar, ta o zamandan 'etme bulursunu' öğrenir, Deli'nin arkasından onca çocukla beraber taş atıyordu, deli ise kendisine atılan çocuk taşlarını koca elleriyle iade edermiş. Bir de dede var, her çocuk bir dedeyi hatırlar. Bir duvar dibinde, hasır üstündeki iskemlesinde oturan bir dede.. Peki kaç kişinin alfabesiz olan bir ülkede; önü, ardı, dört bucağı kitaplarla dolu bir dedesi vardır, akşam üstlerimizi dostane bir kıskançlık dolduruyor, o çocuğu böyle bir dedeye sahip olduğu için kıskanıyorum. Malatya'da yaşamak zordur, dede hem okur, hem de kara kara düşünür. 1954'tür, yedi yaşındaki bir çocuk neden İstanbul'a göç eder? En azından bir aşka kadar beklemesi gerekmez mi, aşkı bile beklemeyecek kadar erken olan bu göç de neyin nesidir.. 

Hrantlar aslen Malatyalı değildir, Sivas'tan Malatya'ya göç gelmiştir. Malatya'nın Salköprü Mahallesi tamamen Ermeni'ydi, Çavuşoğlu Mahallesi ile birbirlerine omuz vermiştiler. Çavuşoğlu da tamamıyla Aleviydi. Yavuz'un darbelerinden sağ kalan Kızılbaş Aleviler, 1915'i yaşamış olan Ermeniler'i anlıyordu. Ermeni Mahallesinin nüfus her geçen gün daha da azalıyordu, Ermeniler giderken en çok üzülenler kalan Ermeniler ve Aleviler idi.. Özlemleri çoğaltmak için yola çıkma sırası Dink Ailesindeydi, 7 yaşındaki bu çocuğun önce babası gider. Sonra da annesi, 2 küçük kardeşi, yaşlı mı yaşlı nenesiyle beraber babanın peşinden giderler. Dikkatinizi çeken bir durum oldu mu, dededen bahsetmedim, evet dede Malatya'nın topraklarına düşmüştü, ölmüş bir dede göç edemezdi.. Kızılbaşların komşusu, delinin baş belası, kelefelere dönecek avluların çocuğu gidiyordu. Hey Malatya kapıya gelsene, gidiyor o çocuk, giderken el salla, ağla ve bütün dağlara şunu bağır: '7 yaşında bir çocuk neden göç eder?'

Türkiye'nin nüfusu artarken Ermeniler'in nüfusu azalıyordu, Anadolu'dan İstanbul'a göçler ard arda oluyor, İstanbul'dakilerin çoğu da başka ülkelere gidiyordu. Muhakkak her göçte olduğu gibi bu göçlerde de ekmek kaygısı vardı, ancak göçlerin asıl sebebi olarak ekmek parasını göstermek yağmurun kuru olduğunu iddia etmeye benzer. Bu göçler dönülmeyecek yolların yolculuğuydu, dedeyi toprağında yalnız bırakmanın mecburiyetiydi. Hakim zihniyet 1915'te öldüremediklerini farklı bir şekilde boğmaya çalışıyordu. Bu insanlar Hristiyan'dı, kilisesiz bir Hristiyan mı olur? Peki ya okul, Ermeni okulunu da bir yana bırakın, özellikle de bu tür Halkların yaşadığı yerlerde okullar da çok azdı, yapılmıyordu işte, zorlama mı yaptırılacaktı. Sonrasında evlilik çağına gelmiş gençler Müslümanlarla mı evlensin? Evlenecek birini bulmak zordu, çünkü evlilik çağındakilerin çoğu İstanbul'daydı. Evlilik çağına gelecekler; kendi Halkından, kendi dininden birileriyle yuva kurmak isterdi tabi. Diğer Halkları ya da dinleri küçümsemekten değil, evlendikten sonra din değiştirmek zorlarına gittiği için. Filleler azdı, güçsüzdüler ya, işte bu yüzden dinleri bütün örfler ve adetlerde haram kabul ediliyor, onlar için yaşamak ölmeye dönüşüyordu.

Lozan anlaşmasının tutanakları, 1920'lerde, bütün Türkiye'de yüz yetmiş bini Anadolu'da, yüz otuz bini İstanbul'da olmak üzere üç yüz bin Ermeni'nin yaşadığını söyler. Ve Türkiye'nin bir bütün olarak nüfusu on üç milyondu. Şimdi Türkiye'nin nüfusu neredeyse 75 milyon, o soykırımı da yaşamasına rağmen kalan halkın nüfusu da şuan yaklaşık 2 milyon olmalıydı, nerede bu Ermeniler? Herkes günahıyla yüzleşip kendisine bu soruyu sorsun: Ermeniler'e ne yaptık? Hadi soykırımı anladık, birçoğunu öldürdük ve sürdük, peki geri kalanları neredeler? 1915'te sonra 1915 hiçbir zaman bitmedi. Bir Ermeni için bütün zamanlar 1915'tir.

Abi, annemle babam yine kavga ediyor, diyemeyecek kadar küçük iki bebenin abisi olmak meşekatli bir iştir. Anlatmak, iki çocuğun merak ve korku dolu gözlerini aydınlatmak bir çocuğun harcı değildir Hrant 3 kardeşin en büyüğüydü ve kardeşleri ondan çok şey istiyordu. Hrant daha o zaman acıyı anlatmaya başlamıştı. Daha sonra ise hiç susmadı, gerçekleri bilmeye en çok çocukların hakkı var ve gördüğü bütün çocukların gözlerindeki korkulu sorulara cesaretle dokundu.

Anne ve Babası İstanbul'a gelmelerinden kısa bir süre sonra boşandılar. Babasının kahve hayatına düşkünlüğü olmasa, elinde biraz da olsa para tutabilse, parmakla gösterilen bir terzinin huzur içinde yarına giden ailesi olacaklardı. Ancak Hrant'ın babası Soğoman Tehliryan'ın acılarını yaşıyordu. Hrant Ailesi, son sürgünlüklerini de böylelikle yaşamaya başlıyordu. İlki 1915, Sivas'ın öncesi ve sonrası, sonrası Malatya'dan göç, en son sürgünü de bu ayrılıkla beraber parçalanarak yaşadılar. Henüz haberleri yoktu, ama üç çocuk İstanbul'da sürgünlüklerine sürgünlük doldurdular. Ninedir, yaşlıdır, imkânı azdır. Baba desen kendisine bile her geçen gün daha da az yetiyordu. Ninenin İçi 45 yıllık yarayla doluyken, torunlarını bir sabah Ermeni Kilisesi'nin yuvasına götürdü. Hrant kardeşleriyle beraber bir sürü yetim çocukla beraber büyüdü.

Hrant, yedi buçuk yaşında, kardeşimim biri beş buçuk yaşında, öbürü ise üç buçuk yaşlarındaydı. Orada ilkokulu okudular. Ergenlik yaşına kadar, aşık olacağı bedene ulaşana kadar o yuvanın yastıklarından biri her gece Hrant'ın annesi oldu. Sonra Lisede Üsküdar'da bir yatılı okula gitti. Daha sonra üniversite çağına geldi, üniversite çağına geldiğinde de o yatılı okulda tanıştığı, birlikte büyüdüğü bir kızla evlenir, Rakel ile.. Eve bu kadar mı hasret olur iki çocuk, hemen ev kurarlar, hem çalışıp hem de üniversite okudular. 1970'lerde üniversite öğrencisi olmak, hem de karı koca Ermeni bir çift için büyük bir dertti. Derdin de boynunu kıracak kadar sevgiliydiler, büyük bir hasretle kurdukları evlerinde bebek ağlamaları duyuluyordu. Doğan iki çocuklarından birine Rakel'in annesinin ismi verilirken, diğerine ise Kürdçe bir isim koydular. Delal ismini.. Hrant Milliyetçi davranmış olsaydı, Kürdçe bir ismi kızına verir miydi? Hrant, Delal ismini özellikle uygun görmüştü.

Ermeni denilince akla ilk gelen şey zanaattır. Biri Ermeni'yim derse hemen sorulacak ilk soru 'Acaba zanaatı nedir?' olmuştur. İstanbul'daki Ermeniler de her Ermeni gibiydi. Çok zengin değillerdi, asgari bir hayat sürecek kadar da fakir değillerdi. Kimisi kuyumcudur, kimisi gümüşçü, kimisi alır bakırı işler, kimisi kaba ellerin yapamayacağı ince sanatlarla evine ekmek götürür, kimisi de Hrant'ın babası gibi terziydi. Kendisi de bunu kabul ediyordu, o dönem İstanbul'da sol bir rüzgar vardı, proleter kelimesi bir rüzgar gibi esiyordu, ancak Ermeniler arasında proleter olarak gösterilebilecek kadar yoksul çok azdır. Hrant uzunca yıllar Sol Muhalefet örgütlenmeleri içinde bulundu ve işçi sınıfının derdini kendisine dert etmiştir, bunun da bedelini fazlasıyla ödemiştir.

Hrant iniltilerle dolu zamanlardan geliyordu. İniltilerin seslerine kulak vermekten, her seferinde bir iniltinin sesiyle gidip koynunda acıyla dönmese sabahlarını öldürmüş olurdu. Hrant şunu çok iyi biliyordu ki dünü saklı bırakılmış bir insanın, bir toprağın, ya da herhangi bir şeyin bugünü kaos ve yarını da felaketti. Felaket tellallarıyla dolu caddelerde yürüyen antik bir yolcuydu. Musa Anterler, Celadet Bedîrxanî'ler gibi o da gazetecilikte içindeki kıpırtılara yuva bulabilirdi. Bir Ermeni için gazetecilik, bütün Anadolu Halkları arasındaki gazetecilikten daha eskiydi, nitekim Jamanak ismindeki gazeteleri Türkiye'nin en eski gazetesiydi. Jamanak, ölüm fermanlarına son kaşe vurulmadan önce yazmaya başlamıştı, bütün cinayetleri gözleriyle görmüş belge dolu bir gazetedir. Cumhuriyetten sonra açılmış Marmara Gazetesi ile Jamanak Gazetesi Ermenice yayın yapan günlük gazetelerdi. Hrantlar'ın açacağı Agos Gazetesi ise az sayıda çok şey söylemesi gereken bir gazeteydi, imkân işte, haftalık olarak çıkardıkları Agos Gazetesinde çok az yan yana gelebilmiş iki milleti dilleriyle; Türkçe ve Ermenice ile yan yana getirmeyi başarırlar.

Peki Hrant Agos'ta neler söyledi, bildiğim bir şeyleri ben yazacağım, bilmediğim şeyleri ise sizler tamamlayın ve eksikliklerimi tamamlarken yanlışlarımı da düzeltin.

Anadolu toplumunun en büyük sorunu 'empatidir' dedi.

Kanlı toprakların yerlileri olarak çok yoksuluz, empati yoksuluyuz, dedi.

Sadece kadın sorunu, inanç sorunu; sadece Kürd sorunu, sadece Ermeni sorunu yok, toplum katman katmandır ve her katmanın birçok sorunu vardır, dedi.

Sorunları karşılaştırmak yanlıştır, ama yine de bir sorunun çözümü başka bir sorunun çözümünden daha elzem olabilir, dedi.

Birinin hakkı olan bir şeyi verirken ona iyilik yapmışız kılığından soyunmalıyız, Ortadoğu Toplumuna has olan sadaka kültürünü dağıtmalıyız, dedi.

Türkiye ve dünyadaki bütün devlet örgütlenmeleri herkese eşit yurttaş uzaklığında durmaya çalışmalıdır, kimsenin kimseden kendini yaşama konusunda bir farkı yoktur, gerçekler mitoslarla örtüşmüyor, işte bu yüzden kimse Allah'ın çocuğu değildir, imtiyazlı bir toplumu reddedip sınıfsız bir hayat için nefes almalıyız, dedi.

Din-Milliyet sentezi denilen saçmalıktan bir an evvel kaçmalıyız, devlet bu tür yaklaşımlardan kaçınmıyorsa, işte o zaman devlete yapması gerekenleri biz yaptıracağız ve herhangi bir din ve milliyete göre anayasa düzenleme hastalığından iyileşeceğiz, dedi.

Milliyetçisinden tutun da Ateistine kadar, dağdaki çiçekten tutun da kentlerde yaşam savaşı veren kedi ve köpeklere kadar bu sistemle başı belada olmayan hiç kimse yoktur, öncelikle herkes kendi içinden aynasını çıkarıp kendisini görebilmelidir, dedi.

Bir kere toplumsal barış denilen olguyu yakalamamız için özür dilemekten korkmamalıyız, bu özürler bize kısa süreli kayıplar yaşatabilir, ancak bizi uzun vadede, bir bütün olarak zenginleştirecektir, dedi.

Günümüz dünyasında kim ki kendisini yaşamak istiyorsa; imtiyazlı toplulukların, kimi sınıfların gözlerini üstünde toplar, istemese bile bu sınıflarla hasım olur ve kendi kendisini hedef haline getirir, her an bilmediği bir yerde, neye uğradığını bile anlamadan öldürülebilir, dedi.

Herkes kendi sorununu söylediğinde, evet işte o zaman hedef haline getirilme riski en fazla olan insanlar, toplum içinde en büyük sorunu konuşan kesimdir, dedi.

Bir kere bunu iyi bir analizden geçirmeliyiz, neden böyle olduğunu sorgulamalıyız: Bir Kürd'ün sorununu ne kadar içselleştirebiliyoruz, ya da bir Alevi'nin, ya da bir eşcinselin, ya da ucubedir diye yıkılması emredilen bir heykelin, ya da yerlileri sürgün edilmiş köy kalıntılarının, ya da dinimizin inanma dediği başka bir din mabedinin.. Suyun, toprağın ve de havanın sorunlarını ne kadar dert edebiliyoruz? Kendimiz dışındaki bir şeyin sorununu kendi sorunumuz haline getirdiğimiz anda, işte o zaman Demokratik bir Cumhuriyette yaşıyoruz demektir. Bir kere Devlet kendi vatandaşının neyi düşüneceğinden, neyi izleyeceğinden, neye inanıp da neyi inkâr edeceğinden vazgeçmelidir. Devlet yurttaşları değil, yurttaşlar devleti kontrol etmelidir. Kontrolsüz devletler freni patlamış otobüslere benzer, her an herkes de ölebilir. Ermeni Meselesine gelince, bu konuda bir Ermeni'nin mi konuşması daha doğru olur, yoksa Ermeni olmayan birinin bunu konuşabilmesi mi daha doğrudur? Ermeni olan biri zaten Ermeni, Demokratik bir Cumhuriyetin empati adımlarıyla mümkün olduğunu düşünüyorum. Bir Ermeni konuşmadan diyeceklerini başkası da diyebiliyor ise, işte o zaman Ermeniler'den özür dilenmiş ve onlara karşı işlenen tarih dolusu suçlar utanç raflarından indirilmiş olur.

Hrant'ın yıllarca Agos'ta söyledikleri bunlardı, ne bağırdı ne de sustu, bir dervişin derin sessizliğinde empatiden başka hiçbir şey demedi. Peki empati sözcüğü baldıran zehri midir, sevilemeyecek bir şey midir? Tabii ki değildir diyeceksiniz, ancak bu söylemleri onu en büyük hedef haline getirdi. Çünkü en büyük sorundan söz ediyordu, ne demiştim: 'Herkes kendi sorununu söylediğinde, evet işte o zaman hedef haline getirilme riski en fazla olan insanlar, toplum içinde en büyük sorunu dile getiren kesimdir.' Herkesin kısık ya da yüksek sesle sorununu söylediği bir zamanda, en fazla hedef haline getirilen insan Hrant Dink oldu. Çünkü en büyük sorunu o konuştu.

Hedef haline getirilmiş Malatyalı 7 yaşındaki çocuk, her zamanki yollardan Şişli'deki Agos Gazetesine gidip geliyordu. Son zamanlarda uzaktan takip ediliyor ve geçtiği yerlerde katilleri keşifler yapıyordu. Kim bilir bu zaman diliminde, katilleri ve maşa olarak yanlarında getirdikleri çocukla kaç kez göz göze geldi.. Muhtemelen ergenlik çağındaki bir çocuğun gözlerine baktığında onun katil olacağını hiç ama hiç düşünmemişti. Onu en fazla hedef haline getiren gazetesiydi ve Hrant'ın hesabı aleme ibret olsun da herkes Türk ve İslam çerçevesinde haddini bilsin diye Agos Gazetesinin önünde, 19 Ocak Günü kesildi.

Hrant'a çok ama çok fazla ihtiyacımız var. Hrant'ı anlamak elzemdir, gerekliden bile daha gereklidir. Onu anlamaz isek, şayet onu anlamaz isek işte o zaman her göreceğimiz yarın yaşadığımız bütün dünlerden daha da karanlık olacaktır.