ZETE yazarı İrfan Aktan, bugün yayımlanan yazısında, AYM’nin MİT TIR'ları haberi nedeniyle tutuklu bulunan Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliye kararını ve Roboski ailelerinin bireysel başvurusunu reddetmesini değerlendirdi.

Aktan,” Anayasa Mahkemesi iki yıldır beklettiği Roboskili ailelerin bireysel başvurusunu “evrak eksikliği” gerekçesiyle reddetti. AYM’nin bu kararı herkesin Gül-Dündar kararına odaklandığı bir anda vermesi üzerinde düşünülmeyecek bir “tesadüf” değil. AYM’nin, Dündar-Gül’ün ifade özgürlüğüne gösterdiği “hassasiyeti”, en temel hak olan yaşam hakkının ihlaliyle ilgili bir dava konusunda göstermemesi Kürtlere çok şey anlatıyor” ifadelerini kullandı.

Aktan’ın Dündar-Gül tahliyesi ve Rohat Aktaş’ın külleri yazısı şöyle:

Günümüz Türkiye’si öylesine bir karanlığın ve belirsizliğin içinde ki, küçük umutlardan büyük neticeler devşirmeye çalışıyor insanlar. Can Dündar ve Erdem Gül’ün üç aylık hapislikten şimdilik kurtulmalarını çok sayıda insan “demek ki Ankara’da hâlâ hâkimler var” cümlesiyle karşıladı.

Elbette arkadaşımız Gül ve Dündar’ın tahliye edilmeleri bizler açısından mutluluk verici. Fakat bu tahliyeyi “Ankara’daki hakimlere” bağlamak Türkiye’deki mevcut devlet örgütlenmesinin yapısını ve Kürt hareketi karşıtlığı üzerinden oluşan yeni koalisyonun hedeflerini görmezden gelmekle eşanlamlıdır.

Gül-Dündar tahliyesinden birkaç saat sonra 26 Şubat sabahında Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) iki yıldır beklettiği Roboskili ailelerin bireysel başvurusunu “evrak eksikliği” gerekçesiyle reddettiği haberi geldi.

AYM’NİN HEDİYELERİ

Dündar, hapisten çıkışlarını cumhurbaşkanına nazire yaparak “doğum günü hediyesi” olarak yorumladı.  (26 Şubat, Tayyip Erdoğan’ın doğum günü). Roboski Katliamı’yla ilgili başvurunun reddinin ise kime, ne tür bir hediye olduğu izahat gerektirmiyor. Ancak AYM’nin bu kararı herkesin Gül-Dündar kararına odaklandığı bir anda vermesi, bunu da “doğum gününe” denk getirmesi, üzerinde düşünülmeyecek bir “tesadüf” değil. 34 Kürt köylüsünün katledildiği bir bombardımanla ilgili ailelerin yaptığı başvuruyu şekli gerekçelerle reddeden AYM’nin, Dündar-Gül’ün ifade özgürlüğüne gösterdiği “hassasiyeti”, en temel hak olan yaşam hakkının ihlaliyle ilgili bir dava konusunda göstermemesi Kürtlere çok şey anlatıyor.

Keza yine 26 Şubat günü, İMC TV’yle sözleşmesinin iptali için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Türksat’a yolladığı başvuru ajanslara düştü. Türksat, aynı gün içinde İMC TV’yle sözleşmesini tek taraflı olarak feshetti. (İMC TV’nin ekranı karardığında canlı yayında hapisten yeni çıkan Gül ve Dündar konuşuyordu.)

Böylece Kürt sorununun diyalog ve müzakere yoluyla çözümü konusunda istikrarlı bir yayıncılık sürdüren tek TV kanalı da büyük ölçüde engellenmiş, ekranı karartılmış oldu. İMC TV’nin, “çözüm sürecinin” bitirilmesiyle beraber RTÜK ve yargı kıskacına alındığını, konuklarının konuşmalarının bile yorumlanarak cezai yaptırımlara vesile edilmeye çalışıldığını biliyoruz. Ancak ekranının karartılması yeni dönemin herkesçe bilinen şifrelerini net bir biçimde ortaya koydu: Devlet, yargı, özel sektör (Türksat), yeni ve büyük çatışma sürecinde mutlak bir mutabakatla hareket ediyor.

Uluslararası kamuoyunda da tepkiye sebep olan Gül-Dündar davasında tutukluluk haline son verilmesinin Kürt basını lehine bir yansıması elbette olmayacaktı. Aksine, görünürlüğü olan, kamuoyu baskısı yaratan bu tür davalarda tutukluluk haline son verilirken,  zaten kimsenin pek sahip çıkmadığı Kürt gazetecilere yönelik baskı belli ki çok daha boyutlandırılarak sürdürülecek. Kürt gazetecileri “terörist” olarak yaftalama, itibarsızlaştırma ve hapsetme konusunda bu devletin yeteri kadar deneyim birikimi var. Kamuoyu da Kürt gazetecilerin hapse atılmasına karşı hiçbir zaman hükümeti zorlayacak bir basınç yaratmadı.

ROHAT AKTAŞ’IN KÜLLERİ

Aralık 2015’ten beri sokağa çıkmanın yasak, infazların serbest olduğu Cizre’de yüzü aşkın kişi öldürüldü. DBP’nin açıklamasına göre abluka boyunca Cizre’den hastanelere ulaşan cenaze sayısı 178. Henüz teşhis edilemeyen cenaze sayısı 101. Sur, Silopi, Nusaybin ve abluka altına alınan bölgelerde hayatını kaybeden sivil, asker, polis veya YPS’lilerin sayısı şimdiden korkunç bir iç savaşın enkazını ortaya koyuyor.

Öldürülenler içinde onlarca kişinin cesedinin bir avuç küle dönecek halde yakılmış olması ise savaşın boyutları karşısında sözün kıymetini bırakmıyor. Üstelik mevcut savaş politikasının, şu ana kadarki enkazı çok daha korkunç boyutlara ulaştırma tehlikesi var. Esasen Kürt basınına yönelik baskı da, bölgede yürütülmesi planlanan çok daha büyük boyutlu savaş öncesinde ihlallerin görünürlüğünü azaltma çalışmasının bir neticesi gibi görünüyor.

Cizre’de öldürülen siviller içinde Türkiye’nin tek günlük Kürtçe gazetesi Azadîya Welat’ın Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Rohat Aktaş da vardı. Muhabirleri sık sık gözaltına alınan, baskı altında tutulan, yine Türkiye’deki ilk ve tek kadın haber ajansı JİNHA’nın konuyla ilgili geçtiği haberin başlığı şöyleydi: “Rohat ve arkadaşlarının külleri teslim edildi.” Haberde şu bilgi paylaşılıyordu: “Cenazelerin tamamen yandığı, bazı cenazelerin uzuvlarının eksik olduğu görülürken, bazı cenazelerin ise sadece küllerinin ailelerine teslim edildiği öğrenildi.”

12 yaşından itibaren Azadîya Welat gazetesini dağıtmakla yük sırtlanmıştı Aktaş. Liseyi bitirir bitirmez de gazeteye başlamış, ilk görev yeri olarak Cizre’ye gitmişti. Katledilmesi, bırakın dünyadaki basın örgütlerini, Türkiye’de bile infial yaratmadı.

CERATTEPE VE BAŞKANLIKTAN “GERİ ADIM”

AYM, Gül ve Dündar’ın tahliyesinin önünü açarak görünürde basın özgürlüğü lehine bir karar vermiş olsa da, aslında bu karar, iktidarın, büyük ölçüde gerçekleştirdiğini düşündüğü ulusalcı-Türkçü/milliyetçi-İslamcı koalisyona bir gönderme olarak da okunabilir. AKP’nin tahliyeden memnuniyet duyması bu okumaya kuvvet veriyor. Aynı okumayı Rize-Cerattepe konusunda da yapmak mümkün.

Cerattepe’deki direniş genişleyince, Gezi’den farklı olarak derhal “diyalog” yoluna giren hükümet, bu meseleyi de “yargı süreci bitene kadar” askıya aldı. Elbette gerek Gül-Dündar gerekse Cerattepe konusunun “yargı” eliyle “askıya” alınması, lâzım olduğunda askıdan indirilmeyeceği anlamına gelmiyor. Ama iktidar şu anda cepheyi genişletmekten ziyade daraltmayı, Türkiye’nin batısında en uzlaşmaz görünen kesimlerin bile “gönlünü” alarak Kürt hareketine yönelik savaş için güç kazanmayı tasarlıyor.

Öte yandan sıkı “Erdoğancı” bir AKP milletvekilinin “başkanlık sisteminden vazgeçmeliyiz” açıklamasının da çoğunlukla yanlış yorumlandığını, bu açıklamanın bir geri adım olarak okunmasının yanıltıcı olabileceğini, dahası bu açıklamanın da yeni koalisyonu güçlendirme maksatlı bir taktik olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu konuda klasik bir hilâl taktiğine tanıklık ediyor olabiliriz.

Zaten muhalefetin istikrarlı karşı çıkışı sayesinde başkanlık sistemi hedefi kamuoyu nezdinde itibarsızlaştığı için AKP bu rejimi adını koymadan, fiilen yürütmeye odaklanmış görünüyor. Nitekim hükümet yanlısı medya bu konuyu ısıtmaya başladı bile: “Fiilen başkanlık sistemindeyiz”

Söz konusu hilâl taktiği, Kürt hareketine karşı daha da büyütülmesi planlanan yeni savaş öncesinde Türk muhaliflerine kısmi bir ferahlık/rehavet verme aracı olarak da okunmalı. AYM’nin Gül-Dündar kararı, Davutoğlu’nun Cerattepe “açılımı” bu harekattan bağımsız görünmüyor.

Bölgesel ve uluslararası dengeler, Kürt hareketinin direnişi ve Türkiye’deki barış yanlısı bloğun çapı elbette tüm bu taktiklerin arzulanan neticeye varmasına engel olabilir. Ama devlet blokunun çok kapsamlı basınca hazırlandığı bir kışın ardından bahar mevsiminde Türkiye’yi çok fırtınalı, çok acılı bir dönemin beklediği de herkesin genel kanısı.

Son söz olarak şunu vurgulayalım: 22 Nisan 1898 tarihinde Kahire’de ilk Kürtçe gazete olan Kürdistan’ı çıkaran Mikdat Midhat Bedirhan, Cizreli Bedirhan ailesinin sürgündeki fertlerinden biriydi.  Bedirhan’ın başlattığı Kürt gazeteciliği 120 yılına yaklaşıyor. Midhat Bedirhan’ın memleketi Ciz-re’de öldürülen ve bedeninden geriye küller kalan Rohat Aktaş’ın anısı, 118 yıldır canları pahasına Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerinin gerçek yüzünü ve hakikatleri kamuoyuyla paylaşan Kürt gazeteciler içinde en az Midhat Bedirhan’ın veya Musa Anter’inki kadar yüceltilmeyi hak ediyor. Nitekim devletin basın üzerindeki baskısı katmerlendikçe, gerçek gazetecilik bizzat Aktaş’ın küllerinden yeniden doğacak.

(Kaynak: Zete)