Ercan Jan Aktaş / Bianet

 

Barışın talep edilir bir şey mi olduğu, yoksa gerçekleştirdiğin/gerçekleştirebileceğin bir şey mi olduğu konusunda bir kafa karışıklığı yaşıyorum.

 

Herhangi bir tartışmada başka bir ihtimale yatabilir aklım, ancak son zamanlarda bende birikenlerden hareketle barışın gerçekleştirilebilecek bir şey olduğunu daha çok duyumsamaya başlıyorum.

 

Talep üzerine kurulan özgürlük alanları üzerine ciddi bir sıkıntının yaşandığını düşünüyorum. Talep etmek bir yerde bir nesne/özne denklemi kurmaktır. Talep eden ile talebin iletildiği arasında bir hiyerarşik ilişki kurulur öncelikle. Talep etmek daha içeriden/edilgen bir konum arzederken, talebin iletilmek istendiği birey/kurum ise dışarıdan/etken bir konumdadır. Ben bir şekilde talep ederek kendime nesne, karşımdakine de özne olma anlamı yüklüyorum. Benim kendi talep eylemimde başarımın ölçüsü böylesi bir denklem içinde talebimin kabul edilmesidir.

 

Bu kavramsal yaklaşım içinde barışa baktığımızda ise bizler zaman zaman sokakları dolduran binler/onbinler, barışı talep etmek için eylemlerde bulunuyoruz.

 

Kimden bu talebimiz?

 

Devlet, yani büyük iktidar.

 

Barış için sokakta olmak, savaşa karşı barışı talep etmek illaki her zaman devlet/büyük iktidara sesimizi duyurmak üzere olmayabilir. Ancak bu durum barışın talep edilir bir şey olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

 

Bizler yığınsal olarak hala barışı talep eden konumundayız. Ve bunu da varlık gerekçesi savaşlar/şiddet olan devletten talep ediyoruz. T.C. tarihine baktığımızda Mustafa Kemal'den bu yana (öncesi de çok farklı değil) bütün hükümet başkanları/başbakanlar kendilerini öncelikle büyük komutan olarak geniş kitlelere sunarlar. Bunun en belirgin ve de görünen hallerini son çeyrek yüzyılda kendi haytalarımızda deneyimliyoruz. Tansu Çiller askeri parka giyerek meydanlarda parti otobüslerinin üzerinde nutuklar atardı. Şimdi Tayip Erdoğan büyük salon buluşmalarında ve meydanlarda aynı şeyi yapıyor.

 

Bizler bu ülkede barışı talep ettiğimizde bir yerden bu merkezi, oligarşik, Kemalist hiyerarşiye sesleniyoruz. Geçmişi de bu kadar açık olan bir iktidardan barış talep etmek belki de savaşkarşıtlarının günümüze dair en büyük engellerinden biri oldu.

 

Cumhuriyet tarihi boyunca devlet erki bütün gücünü kullanarak kendisinin tamamen hakim olduğu okul, kışla, mahkemeler, seçimler aracılığı ile önemli oranda ırkçı/militer bir sosyal yapılanma oluşturdu. Kendisinin şiddet dolu argümanlarını onaylayan, ırkçı, militer politikaların bir parçası olan bu geniş yığınlar üzerinde her zaman şiddet, baskı, katliamlarını çok rahat bir şekilde gerçekleştirdi. Ancak son 25 yıl içinde artık bu ırkçı militer politikalar karşısında ciddi bir yırtılma yaşandı/yaşanıyor. Kürt halkının geliştirdiği özgürlük mücadelesi ile bambaşka bir gerçeğin parçası haline geldik.

 

BARIŞIN PARÇASI OLMAK

Artık Fırat'ın o yakası/bu yakası diye bir gerçek var. Bunu bir kez daha (dört gün yürüyerek dahil dolduğum) 1 Eylül'de başlayan 'Roboski'den Ankara'ya Barış Yürüyüşü'ne katılan barış yürüyüşçülerinin izlenimlerinden dinledim. Kendilerine Aksaray'dan itibaren katıldım. Belki öncesinden birbirimize çok uzak insanlar değildik, ancak ben hepsinin en güzel, en, coşkulu hallerinin tanığı ve de ortağı oldum.

 

Kendilerine katıldığım günün ilk gecesi çadırlarımızın suyun altında kalması, gecenin ortasında sırılsıklam, üşümüş, uykusuz hallerimiz ile kalakalmış olsak da enerjilerinden bir şey kaybetmeden günün ilk ışıkları ile yürümek için tekrardan yola koyulduğumuzda başka bir şey gördüm bu insanların gözlerinde; barış talep edilecek bir şey değil, gerçekleştirilecek bir şeydir. Bunu önce sen kendinde başlatırsın, sonra da bir parçası olursun senin gibi insanlar ile barışın.

 

Bunu Roboski'den beri yürüyen insanların yaşadıklarından okuyorum. Başka başka kentlerden/ülkelerden başka başka gündemler, üretim alanları içinde iken içlerindeki sese kulak vererek kendilerini 44 gündür barış için yola vermiş bu insanlar.

 

Meral Geylani dünyanın bütün halklarından doldurduğu yüreğine, "bütün anneler ve çocuklar için katılıyorum bu yürüyüşe" derken, Merve Çöngel o her zaman tebessüm eden yüzü ile; "belirlediğiniz yolun sonuna kadar sabırlı mısınız?" derken hepimiz bir kez düşünmeye çağırıyor.

 

Yürüyüşün başında bu yana Amed'den bütün enerjisini bu yürüyüşe katan Eda Rüzgar Erdener ise barış talebinin aslında Türklerden doğru gelmesi gerektiğini söylerken Kürt sorunu diye bir sorunun da olmadığını ifade ediyor.

 

Sesi kadar gönlü de insan sevgisi ile dolu olan Evindar Tayfur ise "...barış, başka bir şey değil..." derken aslında ne kadar çok hepimiz için haykırdığını, toprak için, doğa için, bütün canlı varlıklar için haykırdığını gösteriyor.

 

"İnsan bedeninden, yaşamından, kıymetli ne olabilir ki!...bedenim barıştır öyleyse" diyen Emma Goldman Londra'dan bu yürüyüş için gelmiş. Yürüyüş boyunca sık sık arkadaşların "esir asker" diye takıldığı İbrahim Yaylalı bu kez de "...ölümü kutsayarak barışı getiremezsiniz" diyerek yollarda.

 

Özellikle de Osmaniye'den bu yana karşılaştıklarından dolayı "haydi geri Roboski'ye yürüyelim" diyen Serap Halvaşi; "benim şimdi gitmem gerek diyerek" yola koyulanlardan. "Bu sefer barışı kendi içimde örmek için bir yolculuk yapacağım" diyen Halil Savda ise sesine ses katanların mutlulukları ile o uzun yolları gerisinde bıraktı.

 

"Filmci ciddi kadına dönerim ha" diyerek bizlere gönlünü katan Bingöl Elmas barışa bir adım da benden diyerek bütün heyecanlarına yeni heyecanlar katarak yol boyunca çoğalan güzel insanlardan biri. "...Gerçekçi olmak mı dersiniz? Asırlardan beri gerçekçi ol! diyerek hayaller sınırlandırıldığı için şuan kendi akıttığımız kanda boğuluyoruz!" diyerek yürüyüşe İstanbul'dan katılan ve içinde olduğum dört günlük yürüyüş sürecinde bütün insanların sevgilisi olan yüreği insan sevgisi ile dolu Munzur Çoşkun'un aslında başka bir ismi olduğunu iki saat süren sıkı polis takibi sonucu öğrendiğimizde gülmeden edemedik...

 

Her biri içinde onlarca hikaye olan bu güzel insanlar yürümeye devam ediyorlar...

 

20 Ekim'de Ankara'da olacaklar.

 

Barış için önce kendimizde başlamalıyız diyen seslere ses katmak, bu sesleri bütün Anadolu/Mezopotamya topraklarına taşımak, oralardaki barış dolu yürekler ile buluşmak için 20 Ekim'de Sakarya Meydanı'nda olalım.

 

Unutmayalım ki, yürümek, bir çocuk gülümsemesinde canı çürümüş/durmadan savaşlar çağıran dünyaya 'başka bir dünya mümkündür' diyebilmektir. Bu sözümüzü sokakların, meydanların, kentlerin, daha çok bir parçası yapmak için gelin içimizdeki o sese kulak verelim...