Yannis Vasilis Yaylalı / Demokrat Haber


Samsun Bafra’da yaşayan gazeteci Gonca Vural ile 3 ay önce hayatını kaybeden Yunanistanlı yazar Yorgo Andreadis’in Tolika kitabı ile kesişen ilginç hikayesini konuştuk. Gonca Vural, Bafra’nın yerel gazetelerinde milliyetçi yazılar yazarken hayat onu bambaşka bir hikayenin kahramanlarından biri haline getirmiş. Kendini yaklaşık 100 yıl önce Bafra’da birbirlerinden koparılan iki Rum kız kardeşten Tolika’nın izini sürerken bulmuş. Bu iz sürme sırasında çok çarpıcı gerçeklerle yüzleşmiş, heyecan verici anlar yaşamış, bambaşka insanlarla tanışmış.

İşte Gonca Vural’ı yerel gazetelerde nefret yazıları yazmaktan vaz geçiren ve dönüştüren hikayesi…


Gonca Vural’a ait Beduh kitap evi

Biraz kendinizi tanıtır mısınız?

Kırk sekiz yaşındayım ve üç çocuğum var. Kendimi bildim bileli Samsun Bafra’da yaşıyorum. Elimden geldiğince sosyal çabaların içerisine giriyorum. Birçok gönüllü işlerde çalıştım. Başkalarının mutluluğu ile mutlu olan birisiyim, bana uzanan her eli tutmaya çalışırım.

Bildiğimiz kadarı ile gazeteci yönünüz de var.

Yirmi seneyi aşkın zamandır gazetecilik mesleğini Bafra’da yürütüyorum. Belki de yakın döneme bakacak olursak Bafra’da ilk kadın gazeteci olduğumu söyleyebilirim. İlk Altınova gazetesinde yazmaya başladım. Altınova gazetesi milliyetçi muhafazakar bir yayın anlayışına sahip, hatta Muhsin Yazıcıoğlu’nun BBP’sine çok yakın duruşu olan bir gazete olduğunu söyleyebilirim.

Yazdıklarınıza karışırlar mıydı?

Ben açıkçası çok müdahale görmedim, yerel yerlerde işler biraz daha ahbap çavuş ilişkisi ile yürüyor. Merkez ilişkiler belki daha katıdır, fakat burası bir kasaba olduğu için ilişkiler daha esnek olabiliyor. Gerçi ben de o zaman çok da var olan şeyleri aşacak, yani onları zorlayacak yazı da yazmıyordum. Altınova gazetesinden sonra yine aylık çıkan Bafra Haber gazetesinde yazdım. Altınova ve Bafra Haber gazeteleri teknolojiye uyum sağlamak için internete geçtiler. Biz de hali ile artık bir “level” (seviye) atlayıp, internet gazetesi için yazmaya başladık.

Bir taraftan sosyal işler, diğer yandan gazetecilik devam ediyor, içerisinde bulunduğumuz Beduh kitap evini ne zaman açtınız?

Kitap okumayı çok seven birisiyim. Babamın manavı vardı, onun yanına gider gelirdim, manavın karşısında küçük bir kitapçı dükkanı olan, bizim “hoca” dediğimiz yaşlı bir amcamız vardı. Oraya ne zaman gitsem mutlak okumam için bana bir kitap verirdi. Bendeki kitap sevgisinin başlangıcı oraya dayanır.

Ne tür kitaplar okumayı severdiniz?

Ne bulursam okumaya çalışırdım, o dönemde fazla da seçici değildim, “80 günde devri alem” gibi kitaplar işte. Aslında hayaller kurabileceğim kitaplar, benim okuma başlangıcım bu tür kitaplardı. O küçük kitap dükkanının sahibi tonton dedeye, andıkça teşekkürü borç bilirim. O günden sonra sıkı bir kitap okuyucusu oldum, fakat okumalarım daha çok sağ görüşe hitap eden kitaplardı.

Yaşadığınız yer Hacınabi mahallesi, daha çok sol kesimin yaşadığı yer değil miydi?

Evet, evet Hacınabi mahallesinde yaşıyorduk, orası genelde sol görüşlü insanların yaşadığı yer olması ile bilinir. Hatta benim abim de militan bir solcuydu. O zamanlar bizim yaşımız küçük olduğu için ne oluyor, niye oluyor, çok iyi kavrayamıyorduk. Tam kendimi bilecek yaşa geldiğimde de şu an ayrıldığım eski eşim ile evlilik yaptım çocuk yaşta. Aslında ailem de bu evliliğe razı değildi fakat evlenmek için her türlü deliliği yapınca razı olmak zorunda kaldılar. Eşim ailemin tersine milliyetçi biriydi. Kendi ayağımın üzerinde durmasını öğrenemeden zaman içerisinde eski eşime benzemeye başladım. Tabi tüm okumalarım da o yüzden böyle sakat gelişti.

“BAYAĞI BİR IRKÇIYMIŞIM”

Bu durum her şeyinize yansıdı değil mi? Mesela yazılarınıza. Ben birkaç yazınıza baktım, pek enternasyonal şeyler değildi açıkçası?

Nasıl yansımaz, yaşamıma yansıyan şey her şeyime sirayet eder, açıkçası bugün birçok yazıma bakıldığında pek de hoş şeyler ortaya çıkmıyor. Dün olsa bu durumu kabullenmezdim, fakat bugün açıkçası bayağı bir ırkçıymışım, bunu söylemek gerekiyor. Fakat çoğunlukla ırkçılık nedir bilmeden bunu yapmışım, işte bir savaş gerçeğimiz var, insanlar ölüyordu, biz nasıl askeri polisi öldürüyorlar diye isyan ederdik.

Acılar ya da ölümlerde de pek empati kurulmuyordu değil mi? Yani sizin Karadeniz’den görebildiğiniz sadece asker ve polis ölümleriydi. Sizin için sadece onların birer hikayesi vardı. Kürt halkından ölenler ise pek dikkati çekmez ve sanki uzaydan gelmişler muamelesi yapılır. Hiçbirinin sizin nazarınızda bir hikayesi yoktu, oysa belki karşı taraftan ölenlerin de hikayelerini biraz görebilseniz bu durumdan daha erken kurtulabilecektiniz, ne dersiniz?

Valla öyle, öyle, bizim için varsa yoksa asker ve polis vardı, o yüzden de pek empati geliştirecek durum da gelişmedi. “Onlar hak ediyor” diye düşünüyorduk, o yüzden de herhangi bir hikaye peşine düşmedik. Toplum büyük bir sistem ve onu kontrol edenlerin elinden maalesef kurtulamadık. Onların toplumsal mühendisliğinin kurbanları olduk denilebilir. Bafra’nın kabuğunu kıramamış bir Karadeniz kasabası olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Kabuğunu kıramamış derken neyi kast ediyorsunuz?

Tüm bize yapılanları aşamamaktan bahsediyorum, bize neyi nasıl görmemiz gerektiği söylenmiş ve bir milimetre bile bu durumu aşacak bir şey gerçekleştirememişiz. Açık söylemek gerekiyorsa buraların asıl sahipleri buralardan sökülüp atılmış ve Yunanistan’da yaşamak zorunda kalmışlar, buralara gelmekten korkuyorlar.

Kolay değil yaşadıkları?

Tabii tabi, öyle, hatta yaşadıkları korkuları olduğu gibi ailenin sonraki bireylerine de aktarmışlar. Ata topraklarına elbette gelenler oluyor, fakat inanın bana bin bir korku ile geliyorlar. Elbette korkularına ben de katılıyorum, dediğim gibi ben köşe yazarlığı yapıyorum ve yeni dönemde yer yer Rumlar üzerine yazılar yazıyorum. Yazılarımın altına öyle yorumlar geliyor ki bazen ben bile dehşete kapılıyorum ki, yıllar önce çok acılı bir süreci yaşayıp, buradan gitmek zorunda kalan Rumlar hayli hayli bu korkuyu yaşıyorlar.

Daha önce siz de o yorum yazan arkadaşların durumdaydınız değil mi? Ben de sizin köşe yazılarınızı takip ediyorum ki bu yeni dönemi göz önünde bulundurmazsak, Rumları ve diğer halkları dehşete düşürecek şeyler kaleme alıyordunuz? Yani var olan korkuları yaşatacak yazılar ele alıyordunuz.


Gonca Vural’a ait köşe yazılarından...


Tam de dediğiniz gibi aslında bir kısır döngü gibi, sürekli küçük bir azınlığın işine gelen korkuyu bizim üzerimizden sürekli kılıyorlardı. Biz de maalesef böylesi çirkin bir şeye alet olduk.

NEFRET YAZILARI YAZMAKTAN NEDEN VAZGEÇTİ?

Gonca Vural nefret yazıları yazmaktan neden vazgeçti? Daha doğrusu yaptıklarınızın yanlış olduğunu size gösteren şey neydi?

Sizin adınızı verebilir miyim?

Elbette hiçbir sakıncası yok...

Yine histerik bir dönem belki 2011 yılları, iç savaş tırmanmış ki eskiden olsa ‘terör’ derdim, her neyse devam edeyim ve her zaman olduğu gibi hükümet ne diyorsa yerelden merkeze onu tekrarlıyoruz. Hali ile savaşın doğal sonucu polis ve asker ölümleri gelmeye başlamıştı. Böylesi bir dönemde yazılarıma yorumlar yazmaya başladınız. Açık söylemek gerekirse yorumlarınız çok ayrı pencereden yazılan şeylerdi. O an sizden nefret ettim, “nasıl şehitlere dil uzatır”, “nasıl Ermeni halkına, Rum halkına katliam yapılmıştır” diyebiliyor. Burada yaşayıp bu cüreti nasıl kendisinde buluyor diye müthiş sinirlendiğimi hatırlıyorum.

Fakat yazdıklarımı da okumaya devam ettiniz öyle mi?

Bir taraftan söylenip diğer taraftan size laf yetiştirebilmek için de yazdıklarınızı okumaya karar verdim. Önce sadece söylediklerinizi boşa çıkartmak için sizin yazdıklarınızı okuyordum. Daha sonra Yorgo Andreadis’in Tolika kitabından ve Dimitri ailesinin, Sofia ve Tolika kardeşlerin dramından bahsedince ve bahsettiğiniz canlı kanlı Bafralı insanlar olunca durup düşündüm.

Önce yine çelişkilere sahiptim, hem gerçekten bir çocuğa ve ailesine böyle şeyler yapılmış mıdır diyordum, hem de bir tarafım ile sizin söylediklerinizin yalan olduğunu ispatlamak istedim. İlk verdiğiniz isim ile yola çıktım Eczacı Saffet abi ile bu durumu konuştum. Saffet abi güngörmüş birisi, Bafra’nın birçok şeyini bildiğini düşündüğüm birisi, “evet doğru söylüyor, böyle bir olay var, fakat sen fazla bu işlere karışma bence” dedi. Daha sonra bu durumdan dolayı polis mi, yoksa başka biri mi bilmiyorum fakat devlet adına “bu işler ile uğraşma” diyecek birisi Saffet abinin yanına uğramıştı.

Eczacı Saffet’i tehdit mi etmişler?

Evet, evet, tehdit edilmiş olduğunu anladım. Saffet abiden sonra söylediğiniz şeylerin doğru olduğunu gördüm. O zaman bana yazdığınız şeyleri daha dikkatli okumaya başladım. Bu yaşadığım şeyler aslında benim de faşizm ile yeni yaşamım arasında miladım oldu diyebilirim. Kırk yıllık Gonca, Yorgo Andreadis’in kitabını okuduğunda bir anda çok farklı biri olmuştu. Demek küçücük bir vicdan parçası içimizde kalmış, onu söküp bizden alamamışlar. Bir kız çocuğunun başına gelen bu hikayeden etkilenmemek için tamamen bir robot olmak gerekiyor.

Tolika’nın hikayesini okudunuz, sonra ne oldu?

Tolika’yı okuyup bitirdiğimde, kullanabileceğim ne kadar bilgi ve adres varsa kitabı didik didik edip aldım. Önce Saffet abinin eczanesinin yolunu tutum, bir takım bilgileri ondan aldım, fakat dediğim gibi korkutulduğu için, çok da onun üzerinden hareket etmedim.

Ben yerel gazetede “Tolika” yazısını yazdıktan bir süre sonra Bafra’da Recep Yılmaz abi var, o bana ulaştı. Yanı başımda komşum antikacı Hayrullah da bu konuda duyarlı birisi, biz kafa kafaya vererek araştırma yapmaya başladık.

Kendinize yardımcılar da buldunuz yani?

Evet, evet çok sağ olsunlar bu konuda belki onlar olmasa çok da fazla yol alamazdım. Siz de Bafralısınız burayı en az benim kadar iyi biliyorsunuz. Bu konuda hem pratik anlamda hem de moral anlamında bu arkadaşlardan çok destek aldım. Bir de Yorgo Andreadis var!

“SONRADAN ÖĞRENİYORUM BU ÜLKEDE BARIŞI İSTEMEK HİÇ KOLAY DEĞİL”

Yorgo Andreadis de Türkiye için yasaklı bir yazar?

Daha sonra okudukça yasaklı olduğunu öğrendim. Trabzon Rumlarından kendisi ve burada da çok güzel çalışmaları olmuş. Hatta birçok panel ve söyleşilere katılmış, çalışmalarından tanıdığım kadarı ile Yunan ve Türkiye halkının kardeşliğine kendisini adamış barışsever birisi. Tabii sonradan öğreniyorum bu ülkede barışı istemek hiç kolay değil, barış mücadelesi verenler birer birer öldürülüyor. Bunun birçok örneği mevcut, yakın tarihimize baktığınızda Hrant Dink’i ve Tahir Elçi’yi anmadan geçmek olmaz.

Devam edecek olursak, 90’lı yılların sonunda Trabzon'da bir gazetede Andreadis'e saldıran bir yazı yayınlatıldı. Yazan kişi daha sonra yanıltıldığı için özür dileyecekti. Ama Andreadis hedef alınmaya devam edildi, bu kez İstanbul medyası bu linç kampanyasına devam etti. Devletin olaya müdahil olması ile Andreadis’in 3-4 Aralık 1998’de ’istenmeyen adam’ ilan edilmesine kadar gidiyor. Bu tarihten itibaren artık Yorgo Andreadis Türkiye’ye ve kendi topraklarına giremiyor. Daha sonrası da çorap söküğü gibi geliyor, burada kitapları ve çalışmaları yasaklanıyor. Hatta işte Pontos Rumluğunu tekrar canlandırmak için hareket ediyor denilerek afişe ediliyor. Burada olsa başına neler gelirdi düşünmek bile istemiyorum, fakat işte yıllardır yasaklı ve kendi memleketi olan Karadeniz’e gelemiyor.

“BURADA BİRLİKTE YAŞAYANLARIN BİR ARAYA GELMESİNİ İSTEMEYENLER VAR”

Durumun zorluğunu yola koyulduğunuz zaman anlıyorsunuz?

Evet, o yüzden her iki arkadaşıma da çok müteşekkirim. Zorluğu benim ile paylaştılar açıkçası, kervan yolda düzülür derler ya, ben de nasıl bir sistemin içerisinde yaşadığımı, bu araştırmaya koyulduğumda daha iyi anladım. Bir zamanlar burada birlikte yaşayanların sanki bir daha bir araya gelmesini istemeyenler var, bu zenginliği bir kusur gibi, bir ayıp gibi gören bir yaklaşım var. Bu yaklaşım bizim hareketlerimizi kısıtlamaya çalışıyor. Bazen de açıkçası bizi engellemeye çalışıyor. Şimdi söylediklerimi eski hastalığım diye düşünmeyin ama bu hem bizde var hem de Yunanistan’da var. Aşırı milliyetçiler her iki tarafta da yan yana yaşamaya karşı çıkıyorlar.

Sonra ne yaptınız?

Ben Eleni anneye bir mektup yazdım, telefonumu da mektupta yazmıştım, mektubum ellerine geçer geçmez beni aradılar.

Türkçe mi yazdınız?

Evet Türkçe yazdım, zaten buradan giden büyüklerin hepsi Türkçe konuşmayı biliyorlarmış, yeni kuşaklar fazla bilmiyorlar. Kitaptan ve sağdan soldan ulaştığım her şey ile irtibata geçmeye çalıştım. Mektup da bu yollardan biriydi, önce benim yazdığım mektubu okyanusa bırakılmış şişe misali görüyordum. İtiraf edeyim ben de bu mektuba fazla şans tanımıyordum. Hiç bilmediğim bir adrese Türkçe bir mektup göndermiştim.

Siz de bu konuda fazla inançlı değildiniz, öyle mi?

Gerçeği söylemek gerekirse evet, yine de Yorgo Andreadis’in aktardığı bilgilere güvenerek, orada kardeşini bekleyen bir abla varsa mutlaka bana dönecektir diye de düşünerek yollama kararı aldım. Eleni anne bana telefon ile döndü.

Bu arada Eleni kim?

Eleni, Yorgo Andreadis’in Tolika kitabında geçen iki kardeşten Yunanistan’a gidebilen Sofia’nın kızı, Tolika’nın yeğeni oluyor.

Telefon konuşmasından kısa süre sonra Eleni anne yeğeni ile birlikte buraya geldi. Yorgo Andreadis’in anlattığı hikayeyi Eleni anne gözleri yaşlı şekilde tek tek bize anlattı.

Ne hissettiniz o zaman, mektubunuza bile cevap beklemezken, Eleni ata topraklarında size ailesinin neler yaşadığını anlatıyor..

Öncelikle çok kötü oldum, tabi Eleni anne karşımda ağlamaktan yaşam hikayesini bile anlatamıyor. Çok olmuş birbirimizden kopartılmışız, şimdi görüyorum, kahve içmemizden tutun da birçok alışkanlıklarımız ne kadar birbirine benziyor. Oysa çok yabancı bir şey bekliyordum. Ne bileyim belki hala ırkçı bilinçaltımızın bir sonucu soğuk ve mesafeli bir kişi bekliyordum. Yani Rum halkını öyle düşünüyordum. Buranın asıl yerlileri onlar daha sonra Recep abi ile de konuştuğumuz oluyor, Bafra’yı Bafra yapan aslında buradan sökülüp atılanlarmış, bunu geç fark ettik. Eleni anne benden bir şey rica etti, sen bundan sonra benim kızımsın tamam mı dedi, ben de seve seve bu teklifi kabul ettim ve anne kız gibi olduk.

Hasret giderdikten sonra ne yaptınız?

Eleni anne bir süre daha yanımızda kaldı ve daha sonra Yunanistan’a geri döndü. Biz de Recep abi ve Hayrullah ile düştük yollara ve Rum halkının yaşadığı var sayılan tüm köylerde Tolika’yı aradık.



Bu arama işini derinleştirmeden kısaca Tolika’nın hikayesine değinir misin?

Bu yaşanmış hikayeye girmeden önce biraz o yılları kabaca anlatmak istiyorum.

1) Osmanlı’nın Balkan savaşlarını kaybetmesi ile birlikte Türkiye’de Gayri Müslüm halklar için sıkıntılı dönem de başlamıştı. Karadeniz’de yaşayan Gayri Müslüman halkların da durumdan üzerine düşeni haylice almış olduğunu üzülerek söylüyorum.

2) Osmanlı –Rus savaşları patlak verdi. Bu dönemde sahil boylarında yaşayan Rum halkı daha iç bölgelere göç ettirildi.

3) Gayri-müslim halklar askerlikten muaf tutuluyordu. Osmanlı’da 1914 yılı itibarı ile askeri yasa değiştirilerek daha önce askerlikten muaf tutulan Gayri-Müslim nüfus da artık askere gidecekti.

Normalde bir ayrımcılığı ortadan kaldırdığını düşünebilirsiniz fakat uygulamaya bakıldığında birçok yerde olduğu gibi Karadeniz’de de Amele Taburları kuruldu ve Rumlar bu taburlara alınmaya başlandı.

Tüm yukarıdaki etmenler birleşince zorunlu göç yoları, çeteler, Amele Taburları birer ölüm makinasına dönüştü. Burada bulunan Nebiyan Dağı zorunlu askerlikten tutun da diğer uygulamalara maruz kalmak istemeyen Rum halkının sığındığı yerler haline geldi. Asker kaçaklığı ve çeşitli bahaneler ile Rum halkına karşı terör seferleri başlatıldı.

Tolmanlar’ın Dimitri’si ve ailesi böyle bir zamanda Nebiyan Dağı’nın eteği diyebileceğimiz, Gizigöl diye bilinen Samsun ve Bafra arasında kalan bölgede yaşamlarını sürdürüyorlardı. Tolmanlar’ın Dimitri’si Bafra’nın ileri gelen tüccarlarından, Eleni annenin dediği gibi Dimitri’nin iki kızı var. Komşu çiftliğin sahibi Hacı Ömer, Dimitri’yi uyarıyor, bu günlerde bir şeyler olabilir, önlemini al diyerek. Bunun üzerine Tolmanlar’ın Dimitri’si kızları 8 yaşındaki Sofia ve 4 yaşındaki Tolika’yı arabacı Hüseyin ile Hacı Ömer’in çiftliğine gönderiyor. Hacı Ömer çiftliğinde çocuklar çok güzel ağırlanıyor. Daha sonra yine bu arabacı Hüseyin’e çocuklar teslim ediliyor. Hüseyin, Hacı Ömer çiftliğinden aldığı çocukları Samsun’a götürmek üzere yola koyuluyor. Bu arada çocukları kadar şanslı olmayan Tolmanlar’ın Dimitri’si köyüne yapılan saldırılarda yaşamını yitiriyor.

O zaman tarih ne, biliniyor mu?

Tabi tabi tarih 1922’ler, o zaman buralar tam yangın yeri, çok insan buralarda öldürülmüş bunu söylemek gerekir. Kötü kalpli Hüseyin çocukları Samsun’a doğru götürürken Tolika’nın tuvaleti gelir, ablası Sofia’ya söyler. Sofia arabacı Hüseyin’e kardeşinin tuvaletinin geldiğini söyler, arabasını durdurmasını ister, fakat Hüseyin arabayı durdurmak yerine çocuğu tutup arabadan atar. Tolika arabanın arkasından koşar yetişemez, Sofia ise arabadan öyle baka kalır ve kardeşi için bir şey yapamaz. Sofia ve Tolika kardeşler böylece birbirlerinden ayrılmak zorunda kalırlar.

Sofia kardeşini aramaya devam ediyor mu?

Asla vazgeçmiyor, ilerleyen yaşına ve tüm yaşadığı zorluklara rağmen sürekli kızı Eleni’den Bafra’da kalan teyzesini bulması için çabalamasını istiyor. Hatta Eleni annesi Sofia iyice rahatsızlanıp elden etekten düştükten sonra, uykularında sürekli kardeşi Tolika’yı arkasında bırakmak zorunda kaldığı o kahreden sahneyi ve Tolika’nın kulağından gitmeyen yardım çığlıklarını gördüğünü söyler.

İnsan yaşlandığında geçmişine çok daha fazla dönebiliyor. Gençliğinde olduğu gibi aklını kalbini oyalayacak fazla bir şey kalmıyor. Sofia Kalpakidi’ye de öyle oldu. Yaşamının son anlarını kardeşi Tolika’nın kulakları sağır eden yardım çığlıklarını yaşayarak tamamladı. Sofia acılar içerisinde çok sevdiği kardeşi Tolika’ya kavuşamadan 2011 tarihinde yaşamını kaybetti.

Çok acı verici bir hikaye. Yorgo Andreadis bu hikayeye nasıl dahil oluyor? Nasıl öğreniyor?

Sevinçlerimizi nasıl geleceğe taşıyorsak, acılarımız da öyle geleceğe taşınıyor. Sofia ve onun yitik kardeşi Tolika’nın hikayesi de öyle. Sofia kızı Eleni’ye anlatmış, Eleni de kendi kızına anneannesinin kardeşinin neler yaşadığını anlatmış. Eleni’nin kızı okulda ödev olarak bu acılı hikayeyi hazırlamış ve bu hikayeden dolayı Eleni ödül almış. Yazar Yorgo Andreadis de böylece bu acılı hikayeye dahil olmuş ve daha sonra kitap haline getirmiş. Hatta Yorgo Andreadis Tolika’yı bulabilmek için Bafra’da arkadaşlar da edinmiş. Saffet abi onlardan biri, ama maalesef Yorgo Andreadis tüm gayretlerine rağmen Tolika’yı bulamadı.

“ONLARCA TOLİKA İSMİ İLE KARŞILAŞTIK”

O zaman Tolika’ya geri dönelim, ne dersin?

Ben yukarıda söylediğim gibi sizin aracılığınız ile bu hikayeye dahil oldum. Burada birçok arkadaşım ile birlikte Tolika’yı aramaya koyulduk. O zaman bir gerçek ile daha yüzleşmek durumunda kaldık. Hiç eksiksiz söylüyorum onlarca Tolika ismi ile karşılaştık. Tolika’yı ararken birçok yetim ile karşı karşıya kaldık. Fakat biz daha çok Andreadis’in Tolika’sına yoğunlaştık. Aramalarımıza Bafra ile Samsun arasında olan köyler üzerinde yoğunlaştık, Sarıköy ile işe koyulduk. Recep (Yılmaz) abi bu konuda bana müthiş destek oldu, hatta onun arabası olmasa, belki belli bir sonuca dahi ulaşamazdık.

Bizim aradığımız Tolika’nın yanağında çok belirgin doğum lekesi var. Bu yüzden eğer Tolika burada yaşıyor ise işimiz biraz daha kolaylaşıyordu, bu leke sayesinde bulmamız daha kolay olacaktı. Biz köylerde aramaya koyulduk, o yıllarda nerede Tolika ismi ile çocuk kalmış ise tek tek araştırdık.

Dediğim gibi onlarca sadece Tolika ismi ile yitik kalmış çocuğa ulaştık. Günlerce bu şekilde arayışımız devam etti. Biz köylerde arar iken hemen yanı başımızda Bafra’da Tolika’nın ailesine ait izler bulduk. Tolika’nın oğlu olan Mehmet amcaya ulaştık. Bafra’da gençlik caddesinde Karnaval pastanesinin oralarda yaşıyor. Bana Tolika’nın bulunmasında yardımcı olan antikacı Hayrullah’ın da arkadaşının babası oluyormuş, bu konuda hiç kimseyi kabul etmiyorlar, Hayrullah aracı olduğu için bizi kıramayıp kabul ettiler. Mehmet amcanın eşi de aslında Rum, onun da çocukluğunda Bafra’da kalmış olan yetimlerden biri olduğunu öğrendik. Mehmet amca ne annesini biliyor, ne de babasını biliyor, her ikisini de tanımıyor.

Mehmet amca annesi Tolika’dan nasıl ayrılıyor?

Tolika bir süre daha Hacıömer köyünde kalmaya devam ediyor. Daha sonra oradan alınarak Sarıköy’e getiriliyor. Tolika bu köyde 15 yaşına gelince yine kendisi gibi yetim olan müslüman biri ile evlendiriliyor. Bu evliliğin sonucunda bir çocukları oluyor. Bir süre sonra yaşadığı köyde Tolika’nın eşine sen bu Rum kızını niye aldın denilerek yoğun bir baskı oluşturuluyor, bu baskının sonucunda eşi Tolika’yı bırakıyor. Tolika’nın eski eşi çocuğu da kendisine alıyor. Daha sonra Bafra’nın Büyükcami mahallesinde bir kadın ile evleniyor. Tolika’yı da bir çiftliğe hizmetçi olarak veriyorlar. Tolika’yı alan aile bir inek karşılığında Tolika’yı başka bir aileye veriyor. Tolika o aile tarafından Arnavut bir kişi ile evlendiriliyor.

Sonra Mehmet ne oluyor?

Mehmet’i annesinden ayıran babası, kendisi de çocuğuna bakmıyor ve başka bir aileye veriyor. O aile Mehmet amcaya bakıyor, Mehmet amca büyüyünce Rum asıllı olduğunu öğreniyor.

Peki Tolika ne yapıyor bu arada?

Tolika bir inek karşılığı satıldıktan tam bir buçuk sene sonra verem hastalığından yaşamını kaybediyor. Tahminen söylemek gerekirse 19 ya da 20 yaşında hayatını kaybettiğini düşünüyorum.

“AĞLAMAKTAN GÖZÜMÜZDE YAŞ KALMADI”

Gerçekten çok acı, bu yaşta bir mal gibi oradan oraya el değiştirmiş ve sonunda yaşamını yitirmiş. Bu arada Tolika’nın oğluna geri dönelim..

Biz Hayrullah aracılığı ile Mehmet amcalara gittik. Bildiği kadarı ile Mehmet amca usulca kendi hikayesini bize anlatmaya başladı. Hiçbir akrabasının olmadığını, yukarıda anlattığım annesi Tolika’nın hikayesini aktardı. Mehmet amca ailesini ve yaşadıklarını bize anlatırken gözyaşlarına boğuldu, biz de onun yaşadığı kaderi birlikte yaşadık, hem dinledik hem de ağlamaktan gözümüzde yaş kalmadı.

Dizinin dibinde Hayrullah ile oturmuş anlattıklarını gözyaşları içerisinde dinledik. Biz Mehmet amcaya kuzenlerin Yunanistan’da yaşıyor deyince, sanki sevincinden delirdi, biz de şaşırdık, aslına bakarsan belki bize tepki gösterir diye korku yaşarken, biz de bir an da boşalır gibi birden gülmeye başladık.

Bu arada Mehmet amca kaç yaşında?

90 yaşında.

Sofia’nın kızı Eleni ve diğer akrabaları ile Mehmet amcayı nasıl buluşturdunuz?

Mehmet amca ile sohbetimizi bitirdikten hemen sonra bu durumu Yunanistan’da oturan Eleni’ye anlattım. Eleni anne ve akrabaları hemen haftasında Bafra’ya yanımıza geldiler. Biz de Eleni anne ve yanındaki akrabaları ile birlikte Mehmet amcanın evinin yolunu tuttuk. Eleni anneyi görmenizi isterdim, sanki Eleni değil karşımda Sofia vardı. Sofia ne kadar kız kardeşi Tolika’ya kavuşmak istediyse, Eleni de kuzeni Mehmet için aynı bu şekilde hissediyordu. Bu yüzden öyle heyecanlıydı ki sürekli durup durup ağlama krizlerine tutuldu.

Eleni anne 70’li yaşların üzerinde beyaz saçları ile kısa boylu güzel bir Rum kadını, Mehmet amca dediğim gibi 90’lı yaşlarda artık destek olmadan yürüyemeyecek durumda. Bize yürümesi için kolaylık sağlayan desteği elinde gelerek kapıyı açtı. Biz Eleni anne ile birlikte önce içeriye geçtik, Eleni anne ve yine Eleni’nin abisinin çocuğu da bir anda karşılarında anne ve babalarını görmüş gibi oldular. Eleni anne şaşkın bakışları arasında, Mehmet amcanın gözleri ve alnının aynı annesine benzediğini ifade etmesi le Mehmet amcaya sarılması bir oldu. Uzunca süre birbirlerine sarılarak ağladılar, kuzenler nerede ise yüzyıl geçen ayrılıktan sonra birbirlerini uzun süre bırakmadılar.

Eleni anne kuzeninin gözünü, yüzünü öpüyor ve onu bir türlü bırakmıyor. Ben orada yaşanan duyguları size nasıl anlatılırım bilmiyorum, bu anlatılabilecek bir şey değil, ben de yaşamım boyunca bu kadar mutlu olduğum bir anı hatırlamıyorum. O gün Eleni anneler orada kalmadılar, Samsun’a dönmeleri gerekiyordu, fakat bir daha kopmayacaklarına dair birbirlerine söz verdiler. Eleni anne dönem dönem şimdi kuzenini görmeye geliyor. Eleni anne ve Mehmet amca nerede ise yüzyıldır kayıp olan bir yanlarını Bafra’da bulmuş oldular.

“BU ARAYIŞ HALİ HEPİMİZİ BİRAZ DÖNÜŞTÜRDÜ”

Sevgili Yorgo Andreadis de bugün sağ olsa herhalde müthiş mutlu olurdu değil mi?

Olmaz mı? Sevgili Yorgo sayesinde bugün hepimiz kayıp olan bir yanımıza kavuştuk. İşte sen, ben, Mehmet amca, Eleni ve bundan sonra da daha kaç kaybedilmiş yaşam gün yüzüne çıkacak. Bu yüzden Yorgo ile tanışmaktan, Eleni ile senle tanışmaktan duyduğum duygu anlatılmaz. Tüm bu arayış hali hepimizi biraz dönüştürdü, artık bundan sonra bu hikayeye dahil olmuş olan kimse eskisi gibi yaşayamaz.

Okuduğum bir makale 35 bin Pontoslu Rum çocuğun kayıp olduğunu söylüyordu. Biz büyük bir çaba ile bir çocuğu kendi geçmişine kavuşturduk, umarım diğer on binlerce çocuk da yetimlikten kurtulabilir ve kendi kökleri ile buluşabilir. Ben bir kere daha sevgili Yorgo Andreadis’i, Sofia’yı, gencecik yaşında veremden yaşamını yitirmiş olan Tolika’yı minnet ile anıyorum. Umarım bu tür çabalarımız artar, iki halkın barışına ve geçmiş ile yüzleşmemize vesile olur.