16 Nisan referandumu, AKP’nin devlet ve devletin tüm aygıtlarını kullanarak kıl payı kazandığı bir seçim oldu. Seçim süreci boyunca devletin tüm maddi ve manevi olanakları “EVET” çıkması uğruna fütursuzca kullanıldı. AKP sadece MHP, BBP ve HÜDAPAR ile değil devletin valilerinden belediye başkanlarına, kaymakamlarından muhtarlarına kadar devletin tarafsız kalması gereken tüm birimlerini adeta “EVET”in çıkması için seferber etti. Yeri geldi bu seferberlik belli yerlerde basına yansıyan yüzüyle tehdit aşamasına kadar gitti. Seçim sürecinde bunların çok örneğini gördük. Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım seçim süreci mitinglerinde “HAYIR” oyu vermeyi düşünenleri açıkça terörist ilan ettiler. Bunun yanı sıra parlamentoda grubu bulunan HDP’nin eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ bu süreçte tutuklanarak cezaevine konuldu. HDP’li birçok milletvekili ve belediye başkanları da tutuklandı. Ayrıca ülkenin aydınları, yazarları, gazetecileri de muhalefet yapmamaları için tutuklananlar arasındaydı. Emin olun güçleri yetseydi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile içeride olabilirdi.

Tabi ortada muhalefet yapacak kimse kalmayınca “HAYIR” cephesinin en azından medyada gözüken tek ismi sadece Kılıçdaroğlu oldu. Bu referandum Kılıçdaroğu’nun belki de rüştünü ilk kez ispatladığı bir seçim oldu. Kendine olan özgüveni, sakinliği ve konuşma üslubu en azından CHP’lileri ilk kez umutlandırdı.

Seçim sonuçları belli olduğunda herkesin aklında kalan soru Türkiye’de 16 Nisan sonrası ne olacağıdır. Keşke olumlu şeyler yazabilseydim ama bunu pek mümkün görmediğimi açıkça ifade etmek durumundayım. Seçim süreci boyunca Erdoğan her zaman ki sert, kutuplaştırıcı ve içe kapanmacı üslubunu sürdürmüş, seçim gecesi de ikinci yaptığı konuşmada ilk değindiği konu da idam olmuştu. Bu aslında şu anlama geliyordu. Ben “Avrupa Birliği, demokratik değerler falan tanımam, vatandaşım ne istiyorsa onu yaparım”. Türkiye bu anlayışla artık hızla Türkiye olmaktan çıkacak, tek adam sultasını daha hızlı mutlaklaştıracak ve Sovyetler dönemi sonrasındaki Türki Cumhuriyetlerden biri haline gelecektir. Eğer Google veya en azından Wikipedi’ye bir göz atarsanız ne demek istediğimi emin olun daha iyi göreceksiniz. Tam bu noktada bana gayet ironik gelen açık bir örneği de paylaşayım. Cumhurbaşkanı Erdoğan Beştepe Külliyesi’ni yaptırarak Cumhurbaşkanlığı makamını Çankaya’dan Beştepe’ye özellikle taşımıştı. Bu Erdoğan’ın “DÜNYEVİ” mesajıydı. Yani bir anlamda kendini Türkiye Siyasi Tarihi’nde Mustafa Kemal Atatürk’ten daha yukarda görmüştü. Atatürk’ün Çankaya’sı ise Başbakanlık makamına denklenmişti. Erdoğan sadece “DÜNYEVİ” mesajla yetinmemiş buna bir de “UHREVİ” mesaj eklemeyi ihmal etmemişti.

Seçim süreci konuşmalarından birinde 15 Temmuz Gecesi’ni anlatırken, kendisini almaya gelen darbecilerin tıpkı Hz. Muhammed’i bulmak için mağaraya gelen müşriklerin durumuna düştüğünü söyledi. Yani kendine “UHREVİ” anlamda bir paye biçtiğini de açıkça ifade etti.

Türkiye’nin var olan siyasal sisteminin tam demokratik olduğunu hiçbir zaman tabi ki söyleyemeyiz. Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Sistemi, Seçim Barajı gibi hayati öneme sahip konular halledilmeden yani demokrasi tam anlamıyla kurum, kuruluş ve insan faktörüyle donatılmadan bir de tek adam olgusuyla bu ülkenin çok daha büyük zorluklarla karşılaşacağı aşikardır. Herkesle kavga etmeyi adet haline getiren, arasının bozulmadığı ülke kalmayan bir başkan, ülkeyi başka

belalara da açık hale getirir. Erdoğan ülkeyi öyle kutuplaştırdı ki Toplumun bazı kesimi “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sözüne inanmaya başladı. Oysa demokratik değerlere sahip olmak, dürüst olmak dost edinmek için yeterlidir. . Zaten seçim sonrası AGİT’ (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) de adil, eşit ve dürüst bir seçim süreci yaşanmadığını hemen teyit etti. Yüksek Seçim Kurulu’nun mühürsüz oy zarflarını kabul etmesi de bu bakış açısını doğruluyor. Üstelik Yüksek Seçim Kurulu yapılan haklı itirazları ve referandum oylamasının sonucunun iptaline yönelik tüm başvuruları reddederek iktidar güdümünde kalmayı tercih etmiştir.

Sonuç olarak bakıldığında Cumhurbaşkanı Erdoğan 16 Nisan Referandumu aracılığıyla partili cumhurbaşkanlığını tercih ederek bir anlamda sadece Türkiye’nin yarısının Cumhurbaşkanı olduğunu göstermiştir. Halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı tüm vatandaşlarının zihni dünyasına hitap etmiyor olsa bile herkesin cumhurbaşkanıydı.

 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül buna en iyi örnektir. Çünkü AKP’den seçilmiş olmasına rağmen tüm partilere ve ideolojilere eşit yakınlıktaydı. Erdoğan ise partili bir cumhurbaşkanı olacağından dolayı artık herkesin cumhurbaşkanı olmayacaktır. Erdoğan’ın Türkiye’de son referandumla oluşturduğu siyasi atmosfer Kenan Evren’in 1982 Anayasası oylaması ile büyük benzerlikler taşımaktadır. 1982 Anayasası %92 ile halk tarafından kabul edildiğinde ülke yine olağan üstü hal içerisindeydi. Yine “HAYIR” üzerine büyük baskılar oluşturulmuştu. ”HAYIR” oyu kullananların vatan hainliği damgasını yedikleri dönemdi.

Devlet olanaklarını aykırı kullanma, baskı, eşitsiz bir seçim sistemi, tutuklamalar da dahil olmak üzere Kenan Evren ve Erdoğan uygulamaları hemen hemen aynıdır. 1982’de % 92lik oy oranıyla zorla kabul ettirilen Kenan Evren’in Anayasa’sına günümüz Türkiye’sin de hiç kimse sahip çıkmamıştır. O dönemin muktedir generalleri hiç unutulmasın arkalarından belalar okunarak defnedilmişlerdir. Bir düşünün, % 92 ile kabul edilmiş bir

Anayasa’nın savunucuları bu duruma düşerken şimdinin Türkiye’sinde %51 ile kabul edilen bu Anayasa’nın savunucularının ise geçmişten çıkarmaları gereken büyük dersler olduğunu düşünüyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir çok konuşmasında “gideceğimiz bir kefenle bir karış toprak” benzetmesini çok yapmıştı. Doğrudur. Ama önemli olan gittikten sonra toplumun büyük kesiminin güzel anacağı bir iz bırakmak daha değerli değil midir? Bilirsiniz, çok bilinen bir söz vardır. ”Keser döner sap döner gün gelir hesap döner”.

Dolayısıyla her dönemin muktedirlerinin ilerisini düşünerek hareket etmelerinde büyük faydalar vardır.