Önceki gün Başbakan Tayyip Erdoğan konuştu; dün de BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Diyarbakır’dan cevap verdi. Bir de Irak Kürdistan Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin Washington’da İsrail lobisinin düşünce kuruluşu Washington Institute’da yaptığı konuşmada, Türkiye ve PKK konusunda söyledikleri.
Bu üçünü yan yana getirdiğiniz takdirde, “Kürt sorununun çözümü”ne ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğumuz pek zorlanmadan fark edilebilir.
Önce Başbakan’ın BDP’ye seslenen sözleri:
“Hükümet olarak terör örgütünü asla ve asla muhatap almayız, biz terör örgütüyle de asla masaya oturmayız, bunu herkes bilsin. Terör örgütüyle mücadele, siyasi uzantısıyla da –bu kafada değil, bu anlayışta değil- oturur müzakere ederiz. Ama iraden varsa. Ortaya karar koyabileceksen. Eğer koyamayacaksan bizim artık kaybedecek vaktimiz yok. Biz her zaman söylüyoruz, muhatabımız siyasetçilerdir. Bizim muhatabımız terörle arasına mesafe koymuş, terörün vesayetinden kurtulmuş; bu tanımımı iyi dinleyin eş başkanlar... Terör örgütünden emir almayan, yani kendisine ait bir iradesi olan siyasetçilerdir.”
Bu tonlamadan ve güçlü imadan, Başbakan’ın, BDP ve eş başkanlarının “mevcut kafası ve mevcut anlayışı”yla müzakere edilemeyeceğini gördüğü sonucu çıkarılabilir. “Terör örgütünün siyasi uzantısı” diye tanımladığı BDP’yi “terörle arasına mesafe koymuş ve terörün vesayetinden kurtulmuş” ve en önemlisi “kendine ait bir iradesi olan siyasetçiler” olarak görmediği de sezilebilir. Peki, bütün bunları niçin söylüyor?
BDP ile müzakerenin imkansızlığına kamuoyunu hazırlamak için mi? Yoksa, bu yaklaşımını BDP üzerine baskı unsuru olarak kullanarak bir “müzakere partneri” haline getirebilmek için mi? İkincisinin geçerli olduğunu –hayra yorarak ve iyi niyet üzerinden yola çıkarak- düşünelim. Bu takdirde böyle bir yaklaşımın istediği sonucu verip vermeyeceğini, “muhatap”ın tavrından çıkarabiliriz.
Gelelim, Selahattin Demirtaş’ın dünkü cevabına: “Başbakan’ın müzakereye başından beri niyeti yok. Adeta dersi kaynatan çocuklar gibi sürekli gündem değiştirme ve saptırmaya çalışıyor. Bizimle ilgili söyledikleri de nezaketsizliğin ötesinde cehaletin göstergesidir. Yani burada BDP’den hangi kararı almasını bekliyor ki? Karar alması gereken iktidar ve muhalefetin kendisidir. Asıl muhatapsızlık yaşayan biziz. Karşımızda bir muhatap göremiyoruz. Cemaati mi, arasıra bizimle görüşen bakanlar mı, ordu mu, hükümet mi muhatap, belli değil. Karşımızda ciddi, samimi, cesur bir irade görürsek biz müzakere yürütürüz dedik. Ama bize ‘PKK’ya, Öcalan’a düşmanlık yapacaksınız ve sizi seçen tabana, seçmene ihanet edeceksiniz’ gibi bir dayatma ile geleceklerse kusura bakmasınlar.”
Demirtaş şöyle devam etti: “Bugün Ankara’da yargılanan Kenan Evren de Kürt halkını birbirine düşman etmeye çalıştı ama bunu başaramadı. Kürt halkı artık Ortadoğu’da bir iradedir. AKP bunu artık net olarak anlamak durumundadır. AKP, Ortadoğu’daki 40 milyon Kürt ile barış arayışına girmek durumundadır. AKP’nin Kürtlere düşmanlıktan vazgeçmesi gerekir. Başbakan bize hakaret eder, şantaj ederek, bu sorunların çözümünde tek bir milim ilerleyemeyeceğini görmek durumundadır. Bu mesele ciddi bir meseledir. AKP, BDP ile ilgili konuşurken daha saygılı, daha ciddi olmalı ve değerlendirmelerini daha anlaşılır ve çözüme hizmet eder ölçüde yapmalıdır. Şu anda barış ve çözümün niyetini AKP’de okuyamıyoruz...”
Bu sert ve kapıları müzakereye kapatan bir açıklama mı? İlk bakışta öyle görünse de, “esneklik marjı”nı barındırdığı şu sözlerden çıkartılabilir:
“Oturup konuşulmadan mesele anlaşılmaz. Siyasi atışmalar ve polemiklerle çözülemeyecek kadar kapsamlı bir sorundur. Bu konuda adım atması gereken, yetki sahibi olan hükümettir. Ama karşımızda sürekli bizi ezmeye, hakaret etmeye çalışan güç varken, buna karşı yalvaran bir dil kullanamayız...”
BDP Eş Başkanı, iktidarın “dil ve dolayısıyla yaklaşım değiştirmesi” halinde “müzakereye istekli” olduklarını ima yolla ifade ediyor. Yine –belki de aldatıcı bir iyimserlik ve iyi niyetli bakış açısıyla- bu “polemiği” müzakere öncesi “peşrev çekme” olarak da görmek mümkün. Her “iki taraf”ın üzerinde görünürde ittifak ettikleri tek nokta, çözüm için “irade gerekliliği”. Ama karşılıklı birbirlerinde “irade” göremiyorlar ya da “irade” kavramına farklı anlamlar yüklüyorlar.
Bu gibi durumlarda, bir “üçüncü taraf”ın devreye girmesi, “ince ayar”la aradaki açıklığı kapatarak, “müzakereli çözüm”e katkıda bulunması söz konusu olur. Şu dönemde, özellikle devlet-hükümet çevrelerinde böyle bir “rol” için en büyük beklentinin muhatabı, kendisine ziyadesiyle bel bağlanan kişi, Irak Kürdistan Yönetimi Başkanı Mesut Barzani.
Mesut Barzani, Washington’da. Başkan Obama ile görüştükten gayrı, Başkan Yardımcısı Biden ile görüşmesine, Obama da pek doğal olmayan biçimde katıldı. En üst düzeyde ağırlanıyor. Barzani’nin Washington seyahati, Irak Başbakanı Maliki’yi, İran’ın yanısıra ipini tutan ikinci merkeze şikayet etmek amaçlı. Irak, ciddi bir dağılma ihtimalini barındırıyor ve Irak Kürt yönetimi, bağımsızlığı düşünür oldu. En azından, bunu Washington üzerinde, Maliki’ye baskısını yöneltmek amaçlı bir “baskı unsuru” olarak kullanıyor.
Barzani, “Bağdat’ta tek bir kişinin, hem başbakan, hem genelkurmay başkanı, hem içişleri bakanı, hem de istihbarat başkanı olduğu, son olarak da Irak Merkez Bankası’nı kendisine bağladığı durumla yüz yüzeyiz... Bağdat’taki mevcut statükonun devam etmesini asla seçenek olarak kabul etmeyeceğiz. Aksi halde kendi kararlarını vermeleri için halkımıza gitmek zorunda kalacağız” diyerek Washington Institute’da konuştu. Türkiye üzerine söyledikleri ise Tayyip Erdoğan’ın geçen yılki Erbil ziyaretinde “Kürt halkının varlığının inkar edildiği günlerin artık sona erdiğini” söylemesinden duyduğu memnuniyetten yola çıkarak, yani yakın geleceğin “stratejik hesapları” ile Türkiye’ye “çiçek atarak” şöyle:
“Türkiye’de önemli değişiklikler olduğu kuşkusuz. Ama gerek Türkiye’de gerekse diğer yerlerdeki Kürt sorunu, şiddet yoluyla çözülemez. Dolayısıyla, ne Kürtler amaçlarını şiddet yoluyla ulaşabilirler, ne de Kürtler şiddet yoluyla yok edilebilir. Bu nedenle sorun, sadece, barışçı yollarla çözülebilir... Pozisyonlarımız çok net. Köklü tarihimiz ve deneyimimiz bize şunu gösterdi ki, PKK sorunu savaş ve şiddet yoluyla çözülemez. İster Türk hükümeti, ister PKK olsun, barışçı bir yaklaşım seçtikleri takdirde, bu sorunun barışçı biçimde çözümü için sunabileceğimiz katkılar noktasında işbirliğimiz ve yardımlarımızda hiçbir sınırlama olmaz. Ama herhangi bir taraf farklı bir yolu, şiddeti seçerse, o zaman bu sürecin parçası olmayacağız.”
Yani? Yani, Mesut Barzani, “orta noktada” durmaya çalışıyor. Ona bel bağlandığı kadar “rol oynamaya hazır olduğu” şüpheli.
PKK, silahlı eylemleri tırmandırırsa, ibresi Türkiye’ye dönük duracak; ama öyle bir durumda dahi PKK’ye karşı silah çekmesini beklemek, başı Bağdat ile zaten belada olduğu bir sırada ve Bağdat üzerinden Tahran’la belaya girebilecek iken pek gerçekçi olmaz. PKK, silahlı eylemlerini dondurursa, Barzani’nin iktidar ile BDP arasında “rol oynama şansı” artacak. Peki, İran-Suriye ekseninde harekete etmeye mecbur gözüken PKK bunu yapar mı? O da çok şüpheli. Aslında bu “karmaşık denklem”i radikal bir dönüş ve dramatik bir hamle ile Ankara değiştirebilir.
Yapar mı? Başbakan’ın açıklamalarının içeriğine ve tonuna bakılırsa, o da şüpheli. Bu durumda, Kürt sorununda “iyimserlik-kötümserlik” tahterevallisinde sallanmaya bir süre daha devam...