Yaklaşan seçimler öncesi herkeste bir heyecan; istifa eden edene. Neredeyse kamu boşalmak üzere. Birinci adamlar yerlerini ikincilere terk ediyorlar. Zamanı geldiğinde ikinciler de yerlerini üçüncülere terk edecekler. Herkes bir şekilde kapağı meclise atma derdinde. Olmazsa yerler kaybolmuyor, terk edilen yere tekrar dönmek mümkün; yani kapılar kapanmıyor, risk sıfır. Seçilemezsen yerine dönebiliyorsun. Kapitalizmin gözde deyimiyle fleksibilite, yani esneklik. Sadece kamu mu; öyle görünüyor ki, Silivri’nin bazı sakinleri de bu seçimi, Silivri’deki zorunlu ikametlerinden kurtulabilmenin bir yolu olarak görüyorlar!

Türkiye’nin siyasal partiler düzeni, sistemin bütün akıl dışılığına rağmen işlemeye devam ediyor. Bu manzara içinde politikanın gerçek aktörleri bir kez daha hayal kırıklığına uğramaya mahkûm görünüyorlar. Aşağıda, en altta, sokakta politika yapanlar, politikanın emekçileri yani örgütlerin halka dönük yüzünü oluşturan insanlar bakımından yeniden bir dışlanma duygusunun yaşanacağı aşikâr.

Şimdilik süt liman görünen durum, seçilebilme heyecanı, listeler açıklanana kadar geçerli. Kimse seçilebilirliliğini riske atmamak, liderin gözünden düşmemek için sesini çıkarmıyor. Listeler açıklandığında birkaç gün, belki de birkaç hafta boyunca, beklentileri karşılanmayan aday adaylarının gürültüsü ortalığı kaplayacak; medya için bol miktarda magazinsel malzeme ortalığa saçılacak. Aradıklarını bulamayan aday adaylarının suçlamaları manşetlere çıkacak; medya ahlak polisliğine soyunarak, insanların seçilme konusundaki aç gözlülüğüne vurgu yaparak bu insanların hayal kırıklığını sömürecek. Belki sisteme yöneltilen birkaç ciddi eleştiri ortalığın tozu dumanından ötürü yankı bulamayacak. Seçilemeyenlerin önemli bir kısmı içinde bulundukları yapıları terk ederek ya tasfiye olacaklar ya da şanslarını bir dahaki seçimde denemek üzere köşelerine çekilecekler. Bu durum, büyük ihtimalle bir dahaki seçimlerde kendini tekrarlamak üzere unutulmaya terk edilecek.

Siyasi partiler yasası liderlere muazzam güç ve esneklik sunuyor. Demokrasi zorunlu değil, her şey liderin sultasına terk edilmiş durumda. Tam bir diktatoryal sistem; gelecek liderin etrafında şekilleniyor ve onun gözüne girmekten geçiyor. Liderler kutsanıyor, liderin gözüne girmek için herkes canla başla öne çıkmaya çalışıyor. Her şey liderin iki dudağı arasında çünkü. Delege, ön seçim mi dediniz, ne önemi var. Seçilmek onların gözüne değil, liderin gözüne girmekten geçiyor. Katılımcılık mı dediniz? Türkiye siyasi hayatından tasfiye edileli yıllar oluyor. Ne zaman geriye döneceği konusunda ufukta henüz bir belirti yok. Bütün bunlar da uyumluluk olarak savunuluyor. Liderin kendi ekibini oluşturması konusunda ana akım medyada da üstü örtülü bir mutabakat da mevcut. Medyada da aynı durum geçerli değil mi sanki? Medya patronlarının iş ilişkilerinde ve kendi aralarındaki çıkar çatışmalarında kalemlerin nasıl bir silah gibi kullanıldığı hafızalarımızda oldukça canlı.

Bu panoromada kapitalist işletme modeli siyasete de hâkim olmuş durumda, yani liderin, isterseniz moda deyimiyle söyleyin, CEO’nun, kendi ekibini kurma özgürlüğü canla başla savunuluyor. Sanki söz konusu olan kapitalist bir işletme ya da bir futbol takımı; yıldızların bir araya getirilmesinden oluşacak başarıya susamış bir ekip. Bu koşullarda siyaset zaten bir futbol maçına dönüşmüş durumda. Projelerden, planlardan, ideolojilerden daha çok, kimin nereden seçileceği konusunda seçim totolar daha çok ilgi çekecek. Kimi adaylar kamuoyunda bilinirliklerini milletvekili olmaya tahvil etmeye çalışacaklar. Sanatçılar, eski futbolcular, magazin figürleri şimdiden ortalığa dökülmeye başladılar bile.

Rekabet, liderlerin güçlülüğüne, partisine ve örgütüne hâkim olmasına, onları homojen bir bütün olarak çekip çevirmesine, yönlendirmesine, hitabet gücüne, karizmasına indirgenmiş durumda. Her türlü farklılık, aykırılık tuz buz ediliyor, çatlak sesler duyulamaz hale getiriliyor. Demokrasi adeta oligarşik bir yapının içinde bütün içeriğinden ve anlamından soyutlanarak ucube bir kavrama dönüşüyor. Sistem aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya kurgulanıyor. Böyle olunca da biat kültürü demokratik iradenin, örgütsel iradenin ve de bireysel iradenin yerini alıyor. Birey ya da örgüt, lider sultası karşısında bir hiçe dönüşüyor; örgüt kendini kayıtsız şartsız liderinin iradesine teslim ediyor. Her türlü irade, liderin karşısında yok olmaya mahkûm. Sistem, karşı çıkma cesareti gösterenleri rahatlıkla tasfiye edeceğinden, karşı koymak akıl dışılık olarak addediliyor; öyle de. Türkiye’yi daha demokratik, özgürlükçü ülke yapma iddiasında olanlar bile, kendi içlerinde demokrasiyi işletmekten korkuyorlar. Demokrasiyi kendi varlıklarına bir tehdit olarak algılıyorlar.

Demokrasi olarak tanımlanan bu sistemde alttan yukarıya doğru süzülerek gelen bir irade mevcut değil. Çok olumlanan rekabet kavramı, söz konusu olan demokrasi olunca, sistemden dışlanıyor. Halk sistemden dışlanıyor, yalnızca seçimlerin gerçekleşmesini sağlayacak demokrasi oyununun oy vermekle yükümlü figürüne dönüştürülüyor. Yani gerçek anlamda bir halksız demokrasi durumuyla karşı karşıyayız.

Peki bu sürdürülebilir bir durum mu? Kısa vadede belki evet, ancak orta ve uzun vadede bunun devam edemeyeceği, etmemesi gerektiği açık. Bu durumun sonucu olarak, halkta giderek bir yabancılaşma duygusunun oluşması, dolayısıyla politikaya güvensizliğin hâkim olması kaçınılmaz. Politikacı, güvenilirlik sıralamasında en diplerde yer alıyor. Politikanın kurumsal altyapısı değişmedikçe de bu yabancılaşmanın daha da derinleşeceği varsayılmalı. Bu yabancılaşma giderek insanların politikadan uzaklaşması, sandığa gitmemesi, politikaya olumsuz anlamlar addetmesi gibi bir dizi demokrasiyi zayıflatacak sorunlar yaratmaya aday. Bundan da en çok tahribatı demokrasi görecek görünüyor.  Bu sorun giderilmedikçe, yani aşağıdan yukarıya doğru katılımcı bir demokrasi modeli ve bunu destekleyecek yasal bir altyapı ortaya konmadıkça, halkın iradesinin meclise doğru bir biçimde yansıtılması yalnızca bir dilek olmaktan öteye geçemeyecek.