Sayın Yılmaz, Mahsus Mahal Dergisi 6. Yılına girdi. Dergi çalışmalarını konuşalım istedik. Mahsus Mahal’in dolaşımda olan bütün edebiyat dergilerinden farklı bir yayın anlayışı var. Hem bu özelliği hem de çıkış öyküsü hakkında bilgiler verebilir misiniz?

Her edebiyat dergisinin özgün bir tarafı vardır belki. Mahsus Mahal’in özgünlüğü hapishanedeki edebiyat okur ve yazarlarına doğrudan hitap etmesi ve mahpus yazarların kendilerini ifade edebilecekleri bir dergi olmasıdır. Çıkış amacı da içeriden dışarıya dışarıdan içeriye bir köprü işlevi görebilmesidir. Ben buna dışarıdan içeriye bir tünel kazma girişimi diyorum. Her yıl bu tünelden çıkan mahpus yazarlardan birine ödül veriyoruz. Mahsus Mahal Dergisi sadece şiir öykü gibi edebi ürünleri yayınlamıyor. Hapishanelere dair birçok konuda duyarlılık yaratmak için de var. Eğer yakından incelerseniz bunların neler olduğu anlaşılır. Özellikle hapishanelerde yaşanan sorunlara dair de yazılar ve raporlar yayınlıyoruz. Yine her sayıda dışarıda tanınmış yazarlardan dayanışma yazıları yayınlıyoruz. Böylece yazmaya yeni başlamış mahpus yazarla dışarıda tanınmış profesyonel yazarları aynı dergide buluşturmuş oluyoruz.

 

Dergi ne zaman çıkmaya başladı?

Derginin ilk sayısı Ocak 2007'de "Her Şeye Rağmen Yazmak!" başlığıyla çıktı. Sanırım bu cümle her şeyi özetliyor. Yazmanın ya da edebi uğraşın böyle bir şey olduğunu düşünüyorum. … Rağmen yazmak! Normalde yazan bir insan için o kadar çok sansür vardır ki, yazar tüm bunlara rağmen yazandır. Fakat hapishanede yazan dışarıdaki yazana göre daha dezavantajlı konumdadır. Her şeyden önce o bir mahpustur ve her şeyi günlük anlık gözetim altındadır. Yazdığı her satır yazının, her an idare yönetimi tarafından okunma durumu vardır. Mahpus yazar bu koşullarda yazdığı için yazdığı her satırı kaygılarla yazmaktadır. Bu da derin bir oto sansüre yol açmaktadır. Bu yüzden hapishanede yazılmış her yazılı metnin henüz tamamlanmamış yarım metin olduğunu düşünüyorum.

 

Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrası gelişen süreçte “Hapishane Edebiyatı” olarak tanımlanmaya çalışılan bir duyarlılık ortaya çıktı. Ya da birileri böyle bir ayrıma gitti. Siz bu tanımlamaya nasıl bakıyorsunuz?

 Hapishane Edebiyatı gibi bir adlandırmayı doğru bulmuyorum. Yanlış bir adlandırma olduğu kanısındayım. Çok düşünülerek söylendiği kanısında da değilim. Şöyle ki, öncelikle edebiyat gibi ilgi alanı sonsuz genişlikte imgelerle dolu bir alanı hapishane gibi sınırları belli olan bir mekânla sınırlamış oluyorsunuz. Bir diğer önemli şey ise, hapishaneler hakkında yazmış, onu konu edinmiş edebi eserlerin yazarlarına haksızlık yapılmış oluyor. Nazım Hikmet bana göre en güzel kavga ve aşk şiirlerini hapishanede yazmıştır. Dört Hapishaneden Şiirler kitabı bana göre N. Hikmetin en güzel şiirleridir. Ve bu şiirler hapishane temalı şiirlerdir. Şimdi Nazım Hikmet’e hapishane şairi diyebilir miyiz? Ya da hapishanede yazdıklarına hapishane edebiyatı diyebilir miyiz? Bence denilmemelidir. Bu, Nazım Hikmet gibi dünya edebiyatına mal olmuş evrensel bir şaire büyük haksızlık olur. Bu durum Sabahattin Ali, Enver Gökçe, Kerim Korcan, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve hapishanelerde kalmış birçok Şair yazar için de geçerlidir. Bu konuda doğru adlandırma şeyleri adıyla çağırmak olmalıdır. Örneğin, Kerim Korcan’ın Tatar Ramazan adlı romanı hapishane temalı bir romandır. Orhan Kemal’in, 72.Koğuş romanı gibi… Ya da Sabahattin Ali’nin Hapishane Şarkıları şiirleri gibi örnekler çoğaltılabilir. Özetlersek, hapishane edebiyatı yerine, hapishane konulu eserler demenin daha isabetli olacağını düşünüyorum.

 

Kuşkusuz, hapishane ve edebiyat ilişkisi en çok 80 darbesi ile beraber gelen sürece paralel gelişti. Hatta Belge Yayınlarının o yıllarda salt hapishanedeki şair ve öykücülerin ürünlerini yayınladığını biliyoruz. Sormak istediğim, 80’lerdeki “hapishane edebiyatı” olgusu, tematik seçiciliği vs gibi meseleler ile günümüzde hapishanede olan şair, yazarların ürünlerinin bu anlamda kıyaslaması yapıldığında ne gibi farklılıklar ya da benzerlikler çıkıyor karşımıza?

1980’li yıllarda içeriden çıkan edebi çalışmalar, dönemin koşullarına uygun biçimde, sosyalist bloğun da hala ayakta olması nedeniyle halkçı, sosyalist gerçekçiydi daha çok. Ama ‘90 kuşağıyla beraber bu değişti. “Demir kapı, taş duvar” içerikli yazınsal çalışmalar azaldı. Tabi bu konuda bir şey söylemeden önce Türkiye de hapishanelerin siyasi tarihinin farklı dönemlerinden bahsetmemiz lazım. Başlıca dört döneme ayırıyorum: 1930’dan 1980’e kadarki dönem, 1980 darbesiyle başlayıp 1990’lara kadar olan dönem, 1990 ile 19 Aralık 2000 hayata dönüş operasyonu ile son bulan dönem ve F tipleri dönemi. Bu dönemlerin ayrı ayrı özellikleri var. Ayrıntılara girmek istemiyorum burada. Sorunuza dönecek olursam, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası yani 80’li yıllar tüm hapishanelerde baskı işkence yılları oldu. Dolayısıyla o dönem hapishanelerde yazılan şiir öykü roman vb. metinlerde bunların izi çok yoğun gözükür. Kısmen halkçı popülist, kısmen sosyalist gerçekçi diyebileceğimiz bir kuşağın ortaya çıktığı görüldü. Şiirde Nevzat Çelik bu dönemin öne çıkan adı oldu. Zaten daha geniş anlamda söyleyecek olursak, Türkiyede de toplumsal gerçekçi edebiyat hapishane kökenli şair ve yazarlar tarafından geliştirildi. Şiirde Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Ahmet Arif, Can Yücel ve Nevzat Çelik’le devam eden bir damar var. Yine romanda Kerim Korcan ve Orhan Kemal bu damarın başka bir yanını oluşturur. Hapishane gerçeğinin böyle bir özelliği oldu her dönem. Her dönem hapishanenin edebiyatla bir derdi olmuş. Burada dikkat çeken durum şu, Türkçe edebiyattaki toplumsal gerçekçi oluşum benim birinci dönem dediğim 1930’lar ve 1970’lerde oluştu. Tam da buradan 1980’lere gelecek olursak, bu dönemde edebiyatta iz bırakmış (Nevzat Çelik’i saymazsak) çok kimse yok. Hatırlıyorum Belge yayınlarının yeni sesler dizisi’nden çok kitap çıktı. Şiir, öykü, roman vb. Ama bunlardan kaçı dışarıda yazmayı süreklileştirebildi? Hapishanede yazanların birçoğu dışarı çıkınca bıraktı yazmayı. Hapishanede yazmak zaten böyle bir şeydir. Her dönem orada yüzlerce mahpus yazar sonra hayat eler birçoğunu, üç beş kişi ya kalır ya kalmaz. Ama şunu kabul etmemiz gerekir ki Belge yayınları o dönem çok anlamlı bir şey yaptı. Yeni Sesler dizisi çok özgün bir girişimdi.

 

Mahsus Mahal, hapishanedeki şair, yazarlar ile iletişim kurarken ideolojik bir ayrıma gidiyor mu? Yani birbirinden farklı siyasi geleneklerden gelen hükümlülerin ürünlerini mi önceliyor, yoksa onların aidiyet ilişkisini mi? Bu meselelere nasıl bakıyorsunuz?

Hapishanelere dair hiçbir çalışmada siyasi-adli ayrımı yapmıyoruz. Yapmakta olduğumuz işin kendisi de zaten ideoloji ve siyaset üstü bir şey. İnsani olanla, edebi ve sanat yönü olanla ilgiliyiz. Oysa ideoloji ve siyaset böler, ayrıştırır vb. Biz ayrım yapmıyoruz ama hapishanelerde kalan siyasi mahpuslar bu konuda ayırıp seçiyor. Örgütlü davalardan içerde olanlar daha çok kendi siyasetinden olan yayın organlarını tercih ediyor. Mahsus Mahal bu tür yaklaşımların üzerinden bakıyor hayata ve edebiyata. 1980 sonrası dönemin sorunu tam da bu işte. Katı ideoloji ve siyaset edebiyatı köreltti. Propagandacı bir dil ve üslup en büyük engel oldu. Parti talimatı ve tüzüğüne göre şiir, öykü yazanlar cehennemi bir kısır döngüde kendilerini tekrar ettiler. Ben buna edebiyatta dilbozumu diyorum. Önce dil bozuldu. Bu dil çok siyasi ve erkek bir dildi. Önemli iz bırakacak edebi çalışmaların çıkmamasını bu dil bozumuna bağlıyorum.

 

Dergi olarak bir süre sonra Mahsus Mahal Ödülleri vermeye başladınız ve bir de Mahsus Mahal Derneği kurdunuz. Bu iki girişim üzerine de konuşabilir miyiz?

Evet, dedim ya az önce dışarıdan içeriye tünel kazıyoruz diye. Her yıl bu tünelden çıkanlara teşvik ödülü veriyoruz. Moral-değer yanı çok önemli bu tür uğraşların. Daha önce 10 yıl kaldım içerde, bilirim her şeye rağmen okumanın yazmanın kıymetini. Çünkü hapishanede yazanlar dışarının duyarsızlığına karşı da yazıyorlar. Her insan gibi bir mahpus da yazdıklarının bir karşılığının olup olmadığını merak ediyordur. Bu ödüller az da olsa emeklere karşılık olabilir niyetiyle veriliyor.

 

Sonra dernek mi kuruldu?

Hapishanelere dair yapmış olduğumuz tüm çalışmaları Mahsus Mahal Derneği üzerinden yapıyoruz. Elimizde hapishanelere dair kapsamlı bilgi, belge arşivi oluştu. Az değil, 10 yıllık bir birikim oluştu. Bunları korumak amaçlı da olsa kurumlaşmak gerekiyordu. Normalde her türlü resmiyete, kuruma mesafeli biriyim. Ama bazı çalışmalarınızı hayata geçirmek için kurumlarla ilişki kurmanız gerekiyor. Ama korkulacak bir kurumlaşma değil zaten. Sivil bir kuruluş sonuçta.

 

Mahsus Mahal’in amacını, çalışmalarını özetle dersem neler söylersin?

Mahsus Mahal içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye bir köprü olmayı hedefine koymuş sivil bir girişimdir. Hapishane gerçeğine bütünlüklü bakmaya çalışan bir girişimdir. Ceza infaz sisteminin kapsam alanına giren her şeyle ilgileniyor. Sadece mahpuslarla değil, hapishane olgusunun bir parçası olan infaz koruma memurlarının sorunlarıyla da ilgilenir. Orada görev yapan tüm personelin sorunlarıyla da ilgilenir. Çünkü bir hapishanede koşulların iyileştirilmesi denilen şey, oraya ait her şeyle ilgilidir. Dahası var, hapishaneden çıkan mahpusların sorunlarıyla da ilgileniyoruz. On yıl, yirmi yıl içerde kaldıktan sonra dışarı çıkan bir mahpus, birikmiş gecikmiş sorunlarıyla birlikte çıkıyor. Mahsus Mahal Derneği hapishane sonrasını da iş edinmiştir kendisine.

 

Siz aynı zamanda hapishanedeki şair, yazarların ürünlerini de kitaplaştırıyorsunuz. Kitap yayıncılığınız üzerine de bilgiler verebilir misiniz?

Türkiye hapishaneleri bol bereketli yerler. Geçmişte Nazım Hikmetleri, Orhan Kemalleri çıkarmış hapishaneler neden yeni şair yazarları çıkarmasın? Hapishanelerin edebiyatla bir derdi var. Tersi de olabilir. Edebiyatın hapishaneyle bir derdi de olabilir. Bu gerekçeden dolayı hapishanede edebi bir damar var her dönem. Dolayısıyla hapishane edebiyatın neresine düşer diye bir soru sorulursa tam kalbinin orta yerine düşer derim. Bunu şöyle gerekçelendiriyorum kendi adıma: Hapse atılmış bir insan hayattan düşmüş demektir. Hani derler ya hapse düştü, aslında hapse düşmek hayattan düşmektir. Hayattan düşmenin kendisi son derece sert bir şeydir. Sert bir anlatımdır yani. Eğer iktidarlar bir insanı, özellikle muhaliflerini hayattan düşürmek için hapishanelere atıyorsa o zaman bir mahpus da hayata tutunmak için yazmalıdır. Hapishanede yazmayı ayakta kalmak, hayata yeniden tutunmak olarak tarif edebiliriz. Bir gün hayatla yeniden buluşmak için yazabiliriz ya da hiçlendiğin için yazmak. Çünkü normalde yazı sanatının kendisi sözü olanların uğraşı olarak özetlenebilir. Yazarlığın normalde teşviklerle, desteklerle olabilecek bir şey olduğuna inanmıyorum. Bu projeyi yapmama rağmen… Peki, neden yapıyorsun diye sorabilirsiniz? Normalde dışarıda birisi ben yazar olmak istiyorum dediği zaman ona boş ver derim, başka işin mi yok. Hatta elimizden geldiğince ona engel olmaya çalışsak fena olmaz. Çünkü eğer onda edebi damar var ise bütün kösteklere rağmen yazabilir. Yazmanın kendisi her şeye rağmen yazmaktır. Mahsus Mahal Dergisinin ilk sayısının adı, Her Şeye Rağmen Yazmak’tır... Bu söz aslında her şeyi özetliyor. Çünkü bir mahpusu dışlayan, onu hayattan düşüren, ona engel olan her şey ve her türlü sansür yazarın yazma nedeni olmaktadır. Peki, Mahsus Mahal mahpuslara neden destek oluyor? Evet, destek oluyor, çünkü hapishaneden konuşuyoruz. Yani birilerinin onlara kitap göndermesi lazım, birilerinin onların yazılarını yayınlaması gerekiyor. Dışarıdaki insan yazdığı metni alır, Cağaloğlu’na gider, bir dergiye verir, bir gazeteye verebilir. Mahpusun öyle bir şansı yoktur. Bunun için de Mahsus Mahal içerdeki mahpuslar için bir şeyler yapmaktadır. Şiir yazan öykü yazan bir mahpus ne yazdığını, yazdığı şeyin şiir olup olmadığını merak ediyor.

 

Hapishane Projenizle bugüne kadar kaç kitap yayınladınız, içerden gönderilen yazılar cezaevi idarelerinin sansürüne maruz kalıyor mu? Bu süreci konuşalım biraz?

Gönderilen yazılar arada bir sansürlere takılsa da içeride şiir-öykü yazan birçok mahpusun çalışmaları elimize ulaştı. 2005 yılında Hapishaneden Şiirler ve Hapishaneden Öyküler adlı kitaplar Metis yayınevi tarafından basıldı. Her iki kitaba da birçok cezaevinden 250 mahpus yazdığı şiir ve öykülerini gönderdi. Bunlar arasından seçki yapıldı. Toplam 63 yazarın şiir ve öyküsü kitaplarda yer aldı.

 

2006 yılında ise, içeriden gönderilen yazılarda artış oldu. Şiir ve öykülerin yanı sıra, cezaevinde yazılmış mektup ve denemeleri, içeride çizilmiş karikatürleri de yayın kapsamına aldık. 2006’daki 5 kitap da Kanat Kitap’tan çıktı. Kitap çalışmalarına katılım yoğundu. Toplam 100 cezaevinden 400’e yakın mahpus ürünlerini gönderdi. Bunlar arasından seçki yapılarak 163 yazar ve çizerin ürünü kitaplarda yerini aldı. Hapiste Yazmak adlı deneme çalışmasında 16 mahpusun yazısı, Hapiste Çizmek adlı karikatür albümünde 12 çizerin karikatürü, Yeniden Başlayabilirdim adlı öykü kitabında 26 mahpusun öyküsü, Yedi Mavi Renk adlı şiir kitabında 65 mahpusun şiiri, Sevgili Kardeşim adlı cezaevi mektuplarında da 44 eski ve yeni mahpusun mektubu yayımlandı.

 

Hapishanelerden yoğun yazılar gelmeye başlayınca 2008 de Mahsus Mahal Kitaplığını kurduk. 5 kitap daha buradan çıktı. Ödül alan dosyaları bu kitaplıktan yayınlıyoruz. Şu an toplam 14 kitap yayınlamış durumdayız. Tümü de hapishanelerde yazanların ürünlerinden oluşuyor.

 

Birde hapishanelerde sanat Atölyeleri çalışmanız var bu konuda neler yapıyorsunuz, anlatır mısınız?

Dışarıdan içeriye sanat dediğimiz şey, Cezaevlerinde sanat atölyelerinin gerçekleştirilmesidir. Bu etkinlikler film gösterimi, sanat söyleşileri ve atölyelerdir. Dışarıdan yazar ve sanatçıların cezaevlerine gidip mahpuslarla buluşmasını çok önemsiyoruz. Sanata ve edebiyata duyarlı mahpuslara moral oluyor. Bu etkinliklerin bazılarına katıldım. 10 yıl mahpus yatmış biri olarak, yıllar sonra mahpusların arasına girmek benim açımdan anlatılması zor bir şeydi. İçeride yapılan etkinliklerde şunu gözlemledim. Sanatın girdiği cezaevinde koşullar düzelmeye başlıyor. Unutulmamalıdır ki kötü koşulların olduğu bir cezaevinde değil sanat, hiçbir etkinlik gerçekleştiremezsiniz. Bir diğer önemli nokta ise, daha önce dışarıdan içeriye yönelik projelerin olmadığını anladık. STK’lar bu alana eğilmemişler. Cezaevleri her dönem kaderleriyle baş başa bırakılmış. Türkiye’de halen cezaevlerine yönelik proje geliştiren bir STK’nın olmaması, bu alandaki duyarsızlığın en önemli belgesi aslında. Cezaevleriyle sorunlu bir ülkede bu gibi STK’ların çoğalması gerekir. Kırgınlıklar denizine yelken açacak yeni projeler için iş başına diyoruz.

 

Günümüz şiir, edebiyat ve dergicilik ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüzde edebiyat dünyasının en temel sorunlarından birinin popülizm sorunu olduğunu düşünüyorum. Popüler olan iyidir algısı egemen olan bir sanat edebiyat dünyası yaratılmış durumda. Edebiyatın olmazsa olmazlarından olan estetik kaygı git gide ortadan kalkıyor. Böylesi bir ortamda iyi metinlerin karşılığını bulabileceğine çok ihtimal veremiyorum. Hızla piyasalaşan bir edebiyat ortamı var günümüzde. Bununla birlikte eleştiri denilen şey de git gide kayboldu.

 

Bizim piyasa kaygımız olmadığından dolayı uzak durmaya çalışıyoruz bu tür ortamlardan. Zaten istesek de o piyasada olamayız. Ne böyle bir imkânımız var ne de popülistlik kaygımız.

 

Mahsus Mahal derdi olan bir girişimdir. Kapatılmış, susturulmuş bir mahpus topluluğunun sesi olmaya çalışıyor. Eğer içerisi ile dışarısı arasında bir köprü olabiliyorsak bu bizim için en değerli olanıdır.