‘Devlet’ hakkındaki tüm cevapların önceden verilmiş olduğu ve ‘devletin düşünme kategorileri’ dışındaki kategorilerin illegal olarak algılandığı toplumsal basmakalıplar dizgesindeki bir baskın kültürde yaşıyor olmamıza karşın, dışarıdan baktığımızda, bu yüzyılın aynı zamanda devletlerin bir yüzyıl öncesinde işlemiş olduğu cinayetleri kabul etmeye zorlandıkları ve (romantik ve abartılı bir anlam yüklemeye lüzum olmasa da) yeni direniş noktalarının filizlenmeye başladığı bir dönem olduğunu da gözlemliyoruz. Yönetimlerce izlenen tavırlar benzer nitelikte: Devlet nosyonunun ya da kurumsal mentalitenin kendisinin değil, sadece onu ‘kötüye kullananların’ eleştirileceği, yani devlet ideasının şeref tribününden indirilmeyerek zarar görmeyeceği bir an, kritik bir moment bekleniyor ve “ahlakî sorumluluk” yönetimlerce resmi olarak kabul ediliyor. Pek fazla bilinmeyen bir örnek olarak, Japonya’nın II. Dünya Savaşı esnasında ele geçirilen topluluklardaki kadınları askerî genelevlerde zorla çalıştırması hakkındaki “ahlaki sorumluluğu” geçtiğimiz yıllarda kabul etmesi gösterilebilir. “Comfort Women” olarak adlandırılan bu kadınların sayısı 40.000 ila 410.000 gibi yüksek rakamlara ulaşıyordu (1) ve ‘devletlu’ düşüncenin örgütlenme ve düzen takıntısını yansıtırcasına, işgaller esnasında yerel toplulukların direniş saflarına katılmalarını tetikleyen düzensiz ve bireysel olan tecavüz vakalarının, devlet eliyle örgütlü ve sistematik bir şekilde yapılan tecavüz mekânlarıyla ‘düzenli’ hale getirilerek önlenmesi gibi bir kuruluş felsefesi taşıyordu. Bu noktada, kelimelerini titizce seçmeye dikkat etse de devletleri bu tercihe iten etmenler çeşitlilik arz ediyor. Küresel çete ağı olarak da işlev gören devlet yapılarının insanların yaşamı üzerinde sınırsız olarak eylemde bulunma keyfiyetini sınırlayan birçok sivil toplum kuruluşu bulunuyor ve toplumsal uzamın merkezileşme eliyle gladyatör arenasına dönüşmemesi için geniş bir ilişkiler ağı kuruluyor. Burada asıl incelemek istediğim konu, devletin yönelimlerinden ziyade, alternatif oluşumlara imkan tanıyan ve eleştirel bir kültürün üzerinde bina edilebileceği kültürel bir zemin.

 

Tabandan gelebilecek herhangi bir itiraza kapalı olmakta ısrar eden kültürel ortalamamızı ele alırsak, devletin ve tepeden inmeci fikirlerin ailenin fertleri gibi kucaklanıyor olduğu pek de yeni bir bilgi sayılmaz. Türkiye’de devletin kendi varlığının tartışmaya sokulması, ancak 80’li yılların da sonrasında gelişen, Kara Dergisi gibi birkaç anarşist yayın çevresinde, yazarların adının bile açıklanmadığı sansürlerle birlikte şekillenebildi. Otorite eleştirisinin Türkiye’deki çoğu sosyal katman için, kitlelerin devletten aldığı yumurtanın içinde sarısını bulamaması sonrası aniden aydınlanması süreci olmadığını, yalnızca basit bir entelektüalist faaliyet olarak kaldığını dikkatten kaçırmamak gerekiyor. Burada radikalizmin hem en güçlü hem de en zayıf yanıyla karşılaşıyoruz; radikalizm, toplumsal ortalamaya takılmak zorunda kalmaksızın yeni fikirler sunabilir ve basmakalıplardan da bu sayede sıyrılır, ama toplumsal ortalama ile uzlaşması da mümkün olmadığı için her gün dolaşıma sokulan bir kültürel meta haline gelemez; ciritten sonra nümero iki hanesinde bir ata sporu haline getirilmesi –özellikle de Türkiye’deki insan malzememiz dikkate alındığında- hiç de olası değildir. Bourdieu’nün, Devletin Yeniden Düşünülmesi metnindeki ifadesiyle, “konu devlete geldiğinde hiçbir kimse yeterince şüphe duymaz”(2); Eğer toplumun kendi kendini organize etme becerisini yeniden kazanarak ipleri eline almasını talep ediyor, “bu gök deniz nerede var?, nerede bu dağlar taşlar?” sorusunu sormadan önce giriş seviyesindeki bir devlet eleştirisine de el atmaya müsait olmasını istiyorsanız radikal olmayan kanallardan da eleştirel kültürü dolaşıma sokmak zorundasınız.

 

Bu noktada içerik açısından kıyasa gitmek metodolojik olarak tartışmalı olabilse ve Avrupa-merkezciliğe kayma riskini de joker olarak cebinde bulundursa da zihin egzersizi pragmatizmi açısından yer yer Avrupa geleneği ile yapılabilecek bir kıyası da uygun görüyorum. Kapıyı hafifçe aralayarak bir göz atarsak, Kıta Avrupası ve Anglo-Amerikan dünyasında, radikalizmin dışında da devlete ve tepeden inmeci yönelimlere yenilir yutulur tarzda bakmayan, ruhundaki sıkıntıyı dile getirmeyi eksik etmeyen bir literatürün bulunduğunu görürüz. Thomas Paine’in 1776 gibi oldukça erken bir dönemde yayımladığı Sağduyu eserinden bir parça aydınlatıcı olabilir:

 

“Toplum, isteklerimiz tarafından, yönetim de ahlaksızlıklarımız tarafından üretilir; toplum, duygulanımlarımızı birleştirerek pozitif anlamda, yönetim ise ahlaksızlıklarımızı zaptederek negatif anlamda mutluluğumuzu arttırır. Biri temas etmeyi teşvik ederken, diğeri ayrımlar yaratır. İlki patron, ikincisi ise cezalandırıcıdır. Bütün durumlarda toplum, bir kutsama iken, yönetim, en iyi koşullarda bile zoraki kötülüktür (…) Yönetim, aynen kıyafet gibi, kaybedilmiş masumiyetin işaretidir; Kralların konakları, cennetin villalarının yıkıntıları üzerine kurulur. Vicdanın dürtüleri açık, değişmez ve direnç göstermeksizin boyun eğilen dürtüler olsa, insanın başka bir kanun koyucuya ihtiyacı kalmaz.” (3)

 

Yukarıdaki ana-akım metnin oldukça erken bir dönemde, 18. Yüzyılda yayımlandığını ve yüzyılın en büyük best-seller’ı olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kısa bir sürede milyonlarca okuyucuya ulaşan metnin dönem için oldukça devrimci bir eleştirelliği yüklenmesi bir yana, rahatlıkla referansta bulunulabilecek ve gündelik kültürde de yabancı kaçmayacak bir konumda yer alması, devlet nosyonunun kendisine eleştirel bakabilmenin toplumun geneli açısından daha kabul edilebilir kılınmasına yol açan sayısız etmen arasındaki küçük bir uğrak noktası olması anlamına geliyor.

 

Kültürel alandaki radikal-olmayan içindeki radikallik vurgusuna bu noktadan geri dönersek, bu çok basit referans noktalarının bir yığın halini alarak kültürel karmaşıklık içinde kaybolmasıyla, radikalizm tarafından reddedilen ve küçümsenen pek çok unsurun aslında yine aynı radikalizmi besleyebileceği hafife alınmaması gereken bir süreç. Devletin gerçek ve hayali düşmanları arasındaki ayrımın artık iktidar alanındaki öznelerce dahi yapılamadığı, kurumlara güvenmekteki isteksizliğin dahi hâinlik olarak görülebildiği basmakalıp egemenliği altında bir kültür dolaşımında ana-akım modasına uygun kıyafetiyle bedenindeki radikal çizgileri göze batmayan, geçmişe (ya da “ecdada”) yönelik kültürel referanslarıyla ontolojik güven tazeleyen kültürel metalar, hazım açısından çok daha müsait olacaktır. Burada atmosferden hiç eksilmeyen anti-entelektüalist tortuyu fark etmemiz, İsmail Türüt’ün felsefe kongresine bildiri sunduğu bir ideal toplumda, güçlü bir zemini olan bir eleştiri kültürü içerisinde olmadığımızı unutmamamız gerekiyor. Devletin isimlendirme tekelinin ve görme biçimlerinin dışında kalan topluma ait kültürel dokuları bile kıt olan bir malzemede bu kaynakların kuvvetlendirilmesinin zannedilenden çok daha büyük bir önemi bulunuyor.

 

Radikallik içeren ana-akımın unutulmaması gereken bir başka etkisi de siyaset alanını bütünüyle terk eden kitleleri, yine aynı siyasi alana dahil olma konusunda ikna etmeyi çoğu zaman radikalizmden daha iyi başarması. Siyasal alana radikal uçlarla eleştirel olarak bakmanın Anadolu coğrafyasında her zaman tedirginliğe yol açtığı, toplum içindeki gündelik muhabbetlerde dahi gözlemlenen bir tecrübe. Toplumun çoğu katmanında devlet eleştirisinin kültürel anlamda neredeyse varolmayışı ile siyasal alandan duyulan çekingenlik arasındaki paralelliği iyi gözlemlemek gerekiyor. Füsun Üstel, II. Meşrutiyet’in vatandaşı “icat” ederken makbul vatandaşı da yine bu minvalde tanımladığına, böyle bir iklimde kurulan derneklerin nizamnâmelerinde dahi “amaçlarının “siyaset dışı” olduğu vurgusu”nun yer aldığına ve bunun da cumhuriyete devredilen bir miras olarak kaldığına dikkat çeker (4). Devlet ya da kurum eleştirisine yer verilmiyor ise, siyasal alandan duyulan korkuyla bütünleşmiş bir kültürden de besleniliyor demektir. Çatal ve kaşığın nasıl tutulacağını, devletin oda sıcaklığında erime riskinin olmadığını anlatma biçimleri, ana-akımdan da gelebileceği gibi, bu bazen daha iyi de olabilir.

 

Devletin düşünce kategorileriyle yapılan bütün çizimler gerçekliğin tepeden bakan bir tercümesi olduğu için bir yeniden-tercüme eylemini her zaman önermek durumundayız, ancak gereken ana-akım kültürel temellerin yoksunluğu, şimdiye dek hareket serbestisini fazlasıyla kısıtlamış durumda. Gerçekten de artık kültürel eleştirinin intihar komandosu altın madalyası biriktirmeyi en azından azaltarak kültürel üretim alanındaki ana-akım unsurlara varıncaya dek yeni referans noktalarını kurması gerekiyor. Düşünce sistemi olmaktan çok, bir hegemonya bahanesi olan birçok kurumun kutsallaştırıldığı bir toplumsal ortalamanın aşılması, kültürel referans ağlarını yeniden kurmayı başarmakla mümkün.

 

Alıntı Yapılan Kaynaklar:

(1)    Asyalı Kadınlar Fonu’nun geniş çaplı araştırması için bkz: http://web.archive.org/web/20070628152156/http://www.awf.or.jp/woman/pdf/ianhu_ei.pdf, s:10

(2)    Bourdieu, Pierre, Wacquant, Loic, Farage, Samar (1994), Rethinking the State: Genesis and the Structure of the Bureaucratic Field, Sociological Theory cilt:12, no:1 içinde, s:1

(3)    Paine, Thomas (1998), Rights of Man, Common Sense, and Other Political Writings, Oxford University Press, New York, s:5

(4)    Üstel, Füsun (2009), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce cilt:1 içinde, “II. Meşrutiyet ve Vatandaşın “İcad”ı”, İetişim Yayınları, İstanbul, s:167