Selda Manduz / Demokrat Haber

Fotoğraflar: Baran Furkan Gül

Son yılların başarılı ve sevilen oyuncularından Barış Atay, sanatı kadar politik söylemleriyle de büyük bir hayran kitlesi yaratmış bir isim. Gezi Direnişi dönemindeki çıkışları, Redhack soruşturması kapsamında polis tarafından gözaltına alınması politik yönünün daha fazla görülmesini sağladı.

O, asıl işiyle, mesleğiyle, sanatıyla da konuşuyor; şimdilerde “Sadece Diktatör” adlı oyununu sergiliyor. Barış Atay, Emek Sahnesi’nde oynadığı “Sadece Diktatör”e çıkmadan önce Demokrat Haber’in sorularını yanıtladı.

“Bizim tek sorunumuz Erdoğan değil. Kişilerle mücadele ettiğiniz zaman aslında hiçbir şey ile mücadele etmiyor sayılırsınız. Siyasetin en temel yanılgılarından biri de budur” diyen Barış Atay, “Erdoğan’ın gitmesi hiçbir şeyi çözmeyecek. Biz Erdoğan’ın kurduğu sistemle mücadele etmek zorundayız” ifadelerini kullanıyor.

Ortak müştereklere sahip, kendini demokrat olarak tanımlayan herkesin aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakarak, birbirleriyle empati kurmasının önemini vurgulayan Barış Atay, soldan gelip yaşanan olumsuzluklara rağmen hala iktidarı öven sanatçılara sert eleştiriler yöneltiyor, “Yavuz Bingöl gibilerinin tırnak ucu kadar utanmaları varsa kendi yüzlerine bile bakabileceğine inanamıyorum” ifadelerini kullanıyor.

Barış Atay, “Türkiye solu Kürt halkının yaşadığı sorunlarla empati kurarken, Kürt halkı da Türkiye solunun hiçbir şey yapmadığı önyargısı ile hareket etmemeli” diyor.

İşte Barış Atay’ın çarpıcı değerlendirmeleri:

Şu anda oynadığınız “Sadece Diktatör” oyunundan bahseder misiniz?

Oyun aslında hem Türkiye’nin hem dünyanın reel konjonktürüne, şu anki gündemine atıfta bulunan, aynı zamanda tarihsel olarak diktatörlüğün nasıl oluşmasına, diktatörün ve halkın karşılıklı olarak ne kadar etkisi olduğuna dair analizleri içeren bir metin. Onur Orhan yazdı, Caner Erdem yönetti.

“Sadece Diktatör” ismi bilinçli mi seçildi?

Evet. Ama aslında sadece Erdoğan’dan bahsetmedik. Biz genel olarak bir diktatörden, diktatörlükten bahsediyoruz.

Türkiye’de yaşayanların aklına “Erdoğan” geliyor sanırım.

Türkiye’de yaşadığımız için doğal olarak yurttaş Erdoğan’ı düşünecektir. Almanya’da oynanıyor olsaydı akla gelen kişi Hitler olacaktı. Biraz algıyla ilgili. Oyunu izlediğiniz zaman hepsinden bir şeyler bulma şansınız var.

Bütün diktatörlere atıfta bulunan bir oyun diyebilir miyiz?

Daha çok sebeplere odaklı bir oyun. Bu diktatörlük nasıl gelişiyor, birden mi var oluyor, gökten zembille mi iniyor? Yoksa biz ne kadar muhalefet yapıyoruz, sürece bir şekilde bilinçli ya da bilinçsiz katkımız var mı? gibi analizler içeriyor.

“İŞİMİ KAYBETMEK OLARAK BAKMIYORUM MESELEYE”

Muhalif sanatçılar, iktidarı ve Erdoğan’ı eleştirdikleri zaman işsiz kalabiliyor. Siz bu durumla karşılaştınız mı?

Ekonomik olarak elbette ki etkiliyor. Oyuncular için televizyonun asıl para kazanma noktası olduğunu yadsıyacak halimiz yok. Fakat bu parayla ilişkinize göre de değişir. Hayatınızı sürekli refah içerisinde sürdürmek, çok para harcamak istiyorsanız belki dizilerde iş bulamamak sizin açınızdan bir kayıp sayılabilir. Ama benim parayla ilişkim hayata bakış açım bu noktada olmadığı için “işimi kaybettim” diye bakmıyorum meseleye.

Ben mesleğimi hala yapıyorum. Benim mesleğim aslında tiyatro ve sinema, yani diziyi bu sanat kategorileri içerisinde ön sıraya koymam. Dizi biraz da popcorn bir iş. Çok çabuk üretilen, çok çabuk tüketilen bir iş. O yüzden sanatsal açıdan benim için tiyatro ve sinemayla kıyaslanamaz bile.

Fakat şöyle bir süreç yaşadık, acaba televizyon sektörü olmazsa ne yaparız, ne ederiz, nasıl yaşarız derken, aslında bu sizin bir şekilde önünüzü de açıyor.

Üretkenliğinizi mi arttırdı?

Tabi ki. Aslında dizide oynarken o üretkenliği ne kadar minimum seviyelerde yaşadığınızı fark ediyorsunuz. Çünkü tiyatro ve sinema eserlerinde karakter çıkarma, yaratma süreçleri bundan çok daha efektif, çok daha zorlu, çok daha keyif verici.

Mesela ben ilk sinema filmim, uzun metraj 'Eksik' filmimi bu süreçte beş kuruşsuz çektim. Birçok festivale gitti, birçok ödül aldı, bu benim için yaratıcılığın nereye kadar gidebileceğini sınamak için fırsat oldu.

Bu sürece sizin için kazanım diyebilir miyiz?

Kazanımları da var. Bu şu demek değil ama, “hükümet benim üzerimde baskı kurunca çok şey kazandım” meselesi değil. Sadece kendi yapabileceklerimin sınırını nasıl genişletebileceğimi gördüm ve öz güvenim arttı. Ben bir duruş sergiliyorum hayatımda. Bunu yeni sergilemiyorum. Gezi Direnişi ile başlamadı. Bu otuz yıldır böyle.

Gezi Direnişi mi öne çıkardı?

Gezi ile öne çıktı çünkü insanlar birbirlerinin politik duruşlarını ya da ideolojilerini daha çok merak eder hale geldi. Ben daha öncesinde televizyon oyuncusu değildim. 2007’ye kadar televizyonla hiçbir ilişkim yoktu. Adana’da biyoloji okuyan bir öğrenci olduğum zaman da çok politiktim. Ama kimse benim politik görüşümü merak etmiyordu.

“GEZİ BİRAZ SAYDAMLAŞTIRDI HAYATLARIMIZI”

Gezi safları mı belirledi?

Gezi aslında biraz saydamlaştırdı hayatlarımızı. Şöyle ki artık sosyal medya sayesinde birbirimizin hayatına çok dokunabiliyoruz. Yani hayatımız boyunca belki kişisel olarak iletişim kuramayacağımız insanlara sevgimizi hemen gösterebiliyoruz. Hatta hemen küfürler edebiliyoruz.

Yani her iki taraf açısından da çok saydamlaştırdı meseleyi. O yüzden benim hayatta nasıl bir duruşum olduğunu Twitter’daki herhangi bir paylaşımımdan, televizyondaki bir programdan görebiliyorsunuz.

Referandum sonrası oluşmaya başladı. Mesela Suriye savaşı ile ilgili ilk yorumum 2012 yılında. O zaman ne Gezi vardı, ne başka bir şey vardı. İnsanlar Gezi’den sonra o konuşmayı tekrar tekrar paylaşmaya başladılar. O zaman 20-30 bin kişiye ulaştıysa Gezi’den sonra bunu 2 milyon kişi izledi.

Ve sonrasında ardı ardına gelen baskılar, mahkeme süreçleri, hakkımda açılan davalar. Sadece benimle ilgili bir şey olmadığı için bahsetmenin değeri yok. Çünkü insanlar sokak ortalarında öldürülüyor, insanların cesetlerini sokaktan çekemediği, bodrumlarda yakılması gibi birçok katliamın gözümüzün önünde yaşandığı bir dönemde iki tane saçma sapan konudan, iki tane hakaretten birinin hakkında dava açılması çok üzerine konuşulacak bir şey değil.

Şunu konuşmalıyız: Toplumun her kesimine bu kadar baskının yapılmasına nasıl izin verildi, ya da bu süreç nasıl oluştu? Ve biz buna nasıl engel olamadık? Asıl konuşmamız gereken konu bu.

“ORTAK MÜŞTEREKLERE SAHİP HERKES FARKLILIKLARI KENARA BIRAKMALI”

Nasıl engel olunur?

Aslında örgütlü bir mücadele olmadan engel olma şansımız yok. Bu örgütlü mücadele tabi ki her kesimin aynı partiye, aynı fraksiyona dahil olması gibi bir şey değil.

Ortak müştereklere sahip, kendini demokrat olarak tanımlayan herkesin en azından aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakarak, birbirleriyle empati kurarak, özdeşlik kurarak bu örgütlenmeyi sağlayabilme şansı olabilir.

Yani Türkiye solu Kürt halkının yaşadığı sorunlarla empati kurarken, Kürt halkı da Türkiye solunun hiçbir şey yapmadığı önyargısı ile hareket etmemeli.

Demokratik kesimlerin iki ana gücü olarak bunları sayıyorsak, herkes önce karşı tarafın acısı ile empati kurmak durumunda. Birbirimize yaptığımız eleştiriler kötü niyetli eleştiriler değil, mücadelemizi sekteye uğratmak için değil, bir kere bunu kabul etmek gerekir.

“ÇEŞİTLİLİK DE GEREKLİ BİR YERDE”

Önyargılar kalkmadan olmaz, diyorsunuz..

Benim aklımın erdiği ve yapmaya çalıştığım bu, yoksa zaten herkesin aynı ideolojiye sahip olamayacağını, aynı partiye üye olamayacağını, aynı çatı altında buluşamayacağını biliyoruz. Böyle bir şeyin mümkünü de, gereği de yok zaten. Çeşitlilik de gerekli bir yerde.

“SANATIN İKTİDARLARIN KARŞISINDA DURMA ZORUNLULUĞU VAR”

Sanatçılar sanat üzerindeki baskıyı nasıl karşılamalı?

Dünya’da her dönem sanat üzerinde baskı vardır. Belirli anlamda gelişimini tamamlayamamış ülkeler açısından söylüyorum. Mesela Almanya’da Erdoğan’a hakaret ettiği için hakkında dava açılması için konuşulan mizahçı Jan Böhmermann, o kadar küfre rağmen hakkında dava açılıp açılmaması bir muamma. Çünkü orada gerçekten basın özgürlüğü denen, fikir özgürlüğü denen bir şey var. O yüzden de Merkel dahi rahatsız olsa adama dava açılması kolay değil.

Türkiye gibi ülkelerde sanatın üzerindeki baskıları Nazım’dan beri görüyoruz. Yani bizim Sabahattin Ali gibi hala kimin tarafından katledildiği belli olmayan şairlerimiz, yazarlarımız var. Yılmaz Güney, Ahmet Kaya örneğimiz var. Bakın bunlar 40’lar, 50’ler, 60’lar, 70’ler, 80’ler, 90’lar, 2000’ler. Baskı hiç değişmiyor, sadece şekli, baskıyı yapan ve niteliği değişiyor. Ama sanat üzerinde her zaman baskı var.

Nasıl karşılamalıyız? Çok net, bir kere sanatın iktidarların karşısında durma ve muhalif kimliğini koruma zorunluluğu var. Benim işim herhangi bir iktidarı desteklemek, ona payanda olmak değil. Benim yaptığım sanatın amacı, o ülkede yaşanan herhangi bir hukuksuzluk, adaletsizlik ya da insafsızlık varsa, ya da insani olmayan bir durum varsa, onun karşısında durup bu konuyu kamuoyuna taşımak olmalı.

Ben bunun için sanat yapıyorum. Kimi bunun için sanat yapmıyor olabilir, ona da neden bunun için sanat yapmıyorsun demem. Yapmasını isterim ama demem. O kendi vicdanı ile ilgili bir iştir. Onunla yaşayacak olan odur.

“YAVUZ BİNGÖL’E ACIMIYORUM BİLE”

Mesela şu dönemde AKP’ye yanlıyan birçok oyuncu, şarkıcı gibi… Sen bu kadar insanlık dışı uygulamanın olduğu bir dönemde iktidar partisine yanaşabiliyorsan bu senin aynaya nasıl bakacağınla ve kendinle ilgili bir şey. Ben sana yalnızca acırım. Bahsettiklerim Şafak Sezer vs. değil onları ciddiye bile almıyorum. Mesela Yavuz Bingöl, çok ciddiye alıyorduk ya. Ben Yavuz Bingöl’e acımıyorum bile. Ne hissettiğimi de bilmiyorum. Bir insan neden böyle bir duruma düşmeyi göze alır, onu da bilmiyorum, çünkü nedeni sadece para olamaz.

Sadece paradan yapıyorsa müthiş rezalet, siyaseten yapıyorsa büyük yalan. Yani Grup Umuda Ezgi’de solist olan bir adamın ideolojik olarak sonradan AKP’li olması mümkün değil.

Neredeyse Davutoğlu’nun boynuna sarılıp “Strazburg konuşmanız muhteşemdi” diyecek kadar AKP’li olmasından bahsediyorum. Şebi-Aruz töreninde Erdoğan’a mikrofon tutup romantik olacak kadar AKP’li olmaktan bahsediyorum. Ölene kadar Erdoğan’ın arkasında olacağını söyleyecek kadar AKP’li olmaktan bahsediyorum.  

Bir insan bunu neden yapar? İkimizde hayatımız boyunca aynaya bakacağız. Ben aynaya baktığımda gururlu bakacağım, Yavuz Bingöl gibilerinin tırnak ucu kadar utanmaları varsa kendi yüzlerine bile bakabileceğine inanamıyorum. Süreç uzun, hep beraber bakacağız.

“BİR DEVLET KATLİAMI YAŞANIYOR”

Kürt illerinde sokağa çıkma yasakları, savaş var. Nasıl olacak böyle, ne kadar devam edecek?

Düpedüz önümüzde bir devlet katliamı yaşanıyor. Bunu siyaseten nasıl değerlendirdiğimi soruyorsanız, Kürt hareketinin içinde direkt olarak yer almayan biri olarak bunun olumlu olumsuz taraflarını değerlendirmek, eleştirmek benim haddim de değil işim de değil.

Fakat ben toplumun içinde bir birey olarak, yaptığı iş sebebiyle dışarıyı daha çok gözlemlemesi gereken biri olarak sadece şunu söyleyebilirim. Burada devletin katliamlarının çok net olarak etkilediği bir halk var. Ve o halkın ne yazık ki kendi hareketleri dahil sesini duyuramayan, biraz garip kalmış bir hareketten bahsediyoruz. HDP’nin bu süreçte bütün çabasıyla bir şey yapmaya çalıştığının farkındayım. Düşünün öyle bir süreç yaşıyoruz ki HDP vekilleri dahi Cizre’ye, Sur’a giremiyor.

Aslında oy aldığınız kitlenin yaşadığı katliamı gösterebilmek için gitmeniz gereken yere giremediğiniz bir süreç yaşıyoruz. O yüzden bu sadece ilgilenmemekle ilgili bir şey değil. Aslında gücün yetmeyişi ile ilgili bir şey. Çünkü tek taraflı bir savaş yürütülüyor. Bir katliam yapılıyor.

Bizim demokrat insanlar olarak yapmamız gereken şey, en azından kendi adıma söylüyorum. Biraz görünürlüğü, popülaritesi olan insanların, kamuoyu oluşturacak gücü olan insanların gözümüzün önünde yaşanan katliama bir ses vermesi gerekiyor.

Füsun Demirel, yaptığı açıklama çok naif olmasına rağmen işsiz bırakıldı. İnsanlar ülkenin herhangi bir coğrafyasında yaşananlara ses çıkardığı an, “vatan haini, terör örgütü üyesi, ülkeyi bölmek için çaba gösteriyor” algısı yaratılan bir dönem.

Ben herhangi bir siyasi partinin üyesi değilim. Fakat siyasetle ilgilenen bir yurttaş olarak herhangi bir örgütü siyasetinden dolayı eleştirecek durumda da buluyorum kendimi. Çünkü bir hayat yaşıyorum, canlıyım fakat öyle bir şey yaratılıyor ki siz herhangi bir kesimin hoşuna gitmeyen bir şey söylediğiniz an ya faşist, Kemalist, ya Kürtçü olarak yaftalanıyorsunuz.

Siz de çok yaftalanan birisiniz…

Herkes kendine göre birine sıfat koyma gereği duyuyor. Bu her kesimde var. Sadece sağcılar ya da solculardan bahsetmiyorum. Bu bireysel olarak politik görüşünü geliştirememiş, bunun alt yapısını geliştirememiş her insanın saldırı şeklinde var aslında. Yani eğer Kürt hareketi ile ilgili bir eleştiride bulunuyorsanız o grubun kendini yetiştirememiş olanları “Kemalist, ulusalcı, faşist” olarak yaftalıyor.

Eğer siz Kürtlerin yanında duruyorsanız kendini sosyal demokrat olarak adlandıran ama ulusalcı değerleri daha yüksek olanlar hemen sizi “Kürtçü, PKK’li, terörist” olarak yaftalıyor.

Eğer solun içerisinde “Kürt hareketi ile yan yana gelinmeli” derseniz biraz sekter gruplar sizi “Kürt kuyrukçusu” olarak yaftalıyor vs…

Müthiş karmaşa hali, kavramların birbirine karışma hali yaşanıyor. Ama özünde hiç kimse sizi bireysel olarak tanımıyor, hoş öyle bir şansı da yok zaten. Hayatınızın içinde değil ise, sosyal medyada yazdığınız 140 karakterli iki tane tweetten kendince bir çıkarımda bulunuyor, aslında özü bu.

“TÜRKİYE TARİHİNİN EN KANLI BAŞBAKANINA HAKKIMI HELAL ETMİYORUM”

Davutoğlu’nun görevden azledilmesi haksızlık mı?

Davutoğlu’nun haksızlığa uğradığını düşünmüyorum. Ben CHP’li değilim ama Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi de hakkımı helal etmiyorum. Kendi kitlesi dahi etmiyor. Kılıçdaroğlu’nun ironi yaptığını iddia ediyor bazıları ama ironi yapmanın da bir yeri, zamanı var.

Yani Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı Başbakanı’na helal edecek bir hakkım falan yok. Öte yandan Kılıçdaroğlu’nun daha garabet olan bir açıklaması var. Aslında Cumhurbaşkanı’nın temiz siyasetçi istemediğini söylüyor, buradan şu sonuç çıkıyor “Davutoğlu temiz bir siyasetçiydi. Cumhurbaşkanı kirli bir siyasetçi istediği için Davutoğlu’nu yedi”. Ve hatta o cümlede daha da kötü bir cümle vardı, “Davutoğlu yolsuzluklara karşı çıktığı için gönderildi” gibi.

Kendi aralarında tartışırlarken “4 bakanın Yüce Divan’a gitmesini daha doğru buluyorum” demesi Davutoğlu’nu yolsuzluklar konusunda aklamaz. Bu yolsuzluklar yapıldığında Davutoğlu’nun haberi olmadığına inanmıyorum. Haberi olmasa dahi siz başbakansınız.

“BUNLARIN TOPLUCA GİDECEĞİ GÜNÜ GÖRECEĞİMİ BİLİYORUM”

Siz kendi partinize Yüce Divan konusunda yön veremiyorsanız demek ki başbakan olmanızın da anlamı yok. O zaman sizi oraya getiren güç sizi oradan almıştır. Kendi aranızda bir hiyerarşi meselesidir. Bunun için üzülecek halim yok. Bunların topluca gideceği günü göreceğimizi biliyorum, inanıyorum.O yüzden de o mücadeleden vazgeçmeyeceksin.

Merkez siyaset bana göre değil, yani kötü bir şey söylerken oradan da iyi bir şey söyleyeyim, belki biraz oy gelir. O planlar parlamenter sistemdeki merkez yapılanmaların siyasetidir. Benim işim değil. O yüzden şuan yürütülen siyasetin CHP’den MHP’ye, AKP’den HDP’ye büyük yanlışlar içerdiğini de düşünüyorum.

Bir tarafta savaş var diyoruz ama bir taraftan açıklama yapılıyor, “Dolmabahçe sürecine girersek müzakere edilebilir bazı şeyler”. Ya, neredeyse üç bin kişi ölmüş.

Öbür tarafa geliyorsunuz CHP diyor ki, bu ülkede bütün katliamların sebebi odur budur. 7 Haziran’dan sonra 45 gün boyunca koalisyon görüşmesi yaptınız bu adamlarla, döndünüz şimdi Davutoğlu’nun aslında ne kadar temiz bir adam olduğunu söylüyorsunuz. Ama aynı adamlar, hakaret ettiğiniz adam Davutoğlu’nun kendisiydi.

“ERDOĞAN’NIN GİTMESİ HİÇ BİRŞEY ÇÖZMEYECEK”

Türkiye’deki mevzuların tamamı Erdoğan’dan mütevellit değil. Bir kere bu gerçeği kabul edelim. Bizim tek sorunumuz Erdoğan değil. Kişilerle mücadele ettiğiniz zaman aslında hiçbir şeyle mücadele etmiyor sayılırsınız.

Siyasetin en temel yanılgılarından biri de budur. Erdoğan’ın gitmesi hiçbir şeyi çözmeyecek. Biz Erdoğan’ın kurduğu sistemle mücadele etmek zorundayız. Ve hatta Erdoğan’dan önce kurulmuş olan sistemle mücadele etmek zorundayız ki Erdoğan sadece kendinden önce geleni çok organize ve çok sistematik bir hale getirmesin.

Mücadeleyi salt bir partiye yüklememek, aslında sisteme karşı mı durmak gerekiyor?

Şöyle bir örnek verelim. Bizim asıl meselemiz Dünya’da var olan emperyalizm ve neoliberalizm mi, sadece AKP’mi? AKP gitti, CHP tek başına iktidara geldi diyelim. CHP’nin 7 Haziran’dan önceki vaadi Kemal Derviş’i ekonominin başına getirmekti. Kemal Derviş kim? Aslında 2000’li yıllara girerken Türkiye’deki ekonomik sistemin içine eden adam. Türkiye’ye neoliberalizmi en derinine kadar getirmekte beis görmeyen ve korkunç krizlerle boğuşmamıza sebep olan adam.

Onların savunması ne, “anlaşılamadı, bir sistem kurmak istedi, bak AKP bunu yaptı on sene boyunca, çok iyi oldu”. 10 sene boyunca iyi falan olmadı. 10 sene boyunca ekonomi belli bir kesim için iyiydi. Bizim için iyi gitmedi, biz gittikçe fakirleştik. Zengin daha zengin, fakir daha fakir…

Ben yüzlerce tanıdığımı biliyorum Antakya’da, sadece bu 10 sene içinde günden güne zayıflayıp sonunda iflas eden. AKP’nin kendi açısından en büyük başarısı kitle iletişim araçlarını iyice hegemonyası altına almak ve görünürde toz pembe bir tablo varmış gibi göstermek oldu.

“İKTİDARIN ÜZERİNİZDE YARATTIĞI KORKUYLA POZİSYON ALAMAZSINIZ”

CHP’nin dokunulmazlıklar konusundaki tavrını nasıl buluyorsunuz?

Müthiş korkunç bir karar. “Gerekirse bizim de dokunulmazlıklarımızı kaldırsınlar”, bu bir açıklama değil, ya da “anayasaya aykırı ama biz onlara evet demezsek hayır dersek o zaman da bizim terörist olduğumuz algısını yaratacaklar”.

Yahu sizin terörist olduğunuz algısını oluşturmak için 14 yıldır uğraşıyor adamlar. Yeni bir şey değil ki. Siz buna evet dediğiniz zaman terörist olduğunuzu düşünüyorsanız siyaset yapmayın zaten.

İktidarın sizin üzerinizde yarattığı korkuyla pozisyon alamazsınız. Bu siyaset üretmek değil, siz siyaset üretmek zorundasınız. O yüzden de bunun anayasaya aykırı olduğunu bile bile ve sonuçlarının çok korkunç olacağını bile bile buna evet diyemezsiniz.

Samimiyseniz şunu dersiniz, “Bütün dokunulmazlıkları kaldıralım, kürsü dokunulmazlığı dışında, ona evet deriz”.

CHP’nin içinde bunu söyleyen milletvekilleri var.

Evet, çok var.

"BİRGÜN’Ü IRKÇI VE FAŞİST OLARAK NİTELEMEK ÇOK AĞIR"

Muhalif basın üzerinde ciddi baskılar var. DemokratHaber.Net, DİHA, Sendika.Org ve birçok yayın sansüre uğradı. DİHA’nın 13 muhabiri tutuklandı bununla hükümet neyi hedefliyor?

Eğer iki ana eksene ayıracaksak Türkiye’deki vatandaş profilini, iktidara yakın ve iktidarın karşısında olanlar olarak ayırabilir. Biz daha çok dijital medyayı takip ediyoruz. İktidara yakın olan kesim matbu gazete üzerinden ve tabiri caizse televizyonun ilk on kanalında kayıtlı olan ana akımdan takip ediyor.

Bu ne demek, aslında bizim dijital medya üzerinden yaptığımız muhalefet genel olarak AKP’nin seçmen profiline yansımıyor. Biz okuyoruz, biz inceliyoruz. O yüzden de aslında bize ulaşmasını engellemeye çalışıyorlar.

Çünkü kendi seçmen kitlesine ulaşmadığını zaten biliyor. Muhalif kesimin haber almamasını ya da geç haber almasını sağlıyor. Ki verebileceğiniz tepkinin büyüme ihtimalini daha başından kesme şansı oluyor.

Ensar Vakfı ile ilgili haber çıktı diyelim. Eğer bir linke ulaşımı yasaklayabilmişse siz o gün çok daha büyük tepki verecekken iki üç gün sonra kulaktan kulağa duyarak, aslında aşina olarak tepkinizin bir kısmını aşağı çekmiş oluyorsunuz. Tabii ki stratejik bir şey. Bunun üzerine yıllarca çalıştılar. Amaç buydu zaten.

“AL GÜLÜM VER GÜLÜM”

Türkiye’de ana akım medyada liberal diyebileceğimiz ama kendini sözüm ona “muhalif” olarak tanımlayan kim vardı, Doğan Grubu. 7 Haziran’a kadar böyle “al gülüm ver gülüm” şeklinde haberler yaparak bir muhalif tavır geliştirdiğini iddia etti. Ama sonra en muhalif Doğan Grubu’nun yaptığı haberleri görüyoruz. Kaldı ki şimdi Hürriyet’te Abdulkadir Selvi yazıyor. Ne muhalefet ama. Ahmet Hakan’ın 7 Haziran’dan sonraki değişimini örnek alalım. Ne kadar büyük bir “muhalif” olduğunu tartışalım. Liberalden muhalif olmaz. Çok net. Liberallerin en büyük muhalifi işte Murat Belge, Oya Baydar, Aydın Engin, Cengiz Çandar gibi insanlarda göründüğü kadardır.

2012’ye kadar AKP’yi canla başla savunan, en kötü halinde bile destekleyip ondan sonra ‘aman tanrım bir diktatörlük oluşuyor’ diye sözüm ona bir muhalefet yapmak, tek kelimeyle benim ve benim gibilerin siyaset zekasına hakarettir, yüzüne küfürdür, başka bir şey değildir. Siz daha AKP’ye verdiğiniz desteğin özeleştirisini yapacaksınız. Diktatörlük öyle gökten zembille inip kendi kendine var olmuyor. Tam da böyle var oluyor. Algı yaratma gücü olan bir avuç liberalin 2010’daki “yetmez ama evet” kampanyası gibi kampanyalarla var oluyor diktatörlük. Referandumun “evet” çıkmadığını düşünün, AKP bu halde, bu kadar olmazdı.

“ÜLKE ‘KAHRAMAN’LARLA DOLU”

Can Dündar’a Adliye önündeki saldırı gözdağı mı, Dündar üzerinden gazetecilere ayar mı verildi?

Sadece gazetecilere değil. Erdoğan’ın kişisel olarak rahatsızlık duyduğu herkese neler yapılabileceğine, ya da neler yaptırabileceğine dair bir örnektir. Yani Erdoğan bunun bizzat emrini vermek zorunda değil ama söylemi şu “rahat bırakmam onu”.

Bu mesajı alacak birçok insan var tabii ki, ülke “kahraman”larla dolu. Kendini kahraman hissetmek isteyenlerle “reis”ine biat etmek istediğini gösterip “ben de buradayım reis” demek isteyen bir sürü lümpenle dolu.

Çağlayan Adliyesi’nde saldırının gerçekleşmesi güvenlik zafiyeti mi?

İkimiz gidelim basın açıklaması yapmak isteyelim 100 tane çevik etrafımızı sarar karga tulumba gözaltına alır. O adamın oraya silahla gelip girmesinin açıklanabilir hiçbir tarafı yok. Herhangi bir yer değil çünkü…

Çağlayan özellikle savcının öldürülmesinden sonra çok çok daha korunaklı, korumaya alınmış bir bölge. Avukatları bile neredeyse x-ray’den geçmeden almıyorlardı. Eylem yaptılar da öyle girmeye başladılar.

Adam silahla giriyor, ateş ediyor, sonra diyor ki, “istesem vururdum ama korkutmak istedim” bu kadar rahat. Bugün Can Dündar, yarın başkası…

Tahir Elçi’nin öldürülmesi örneği.. Fikirlerinizi rahatça söylediğinizi sandığınız bir programa katılıyorsunuz. Orada programın yapımcısı Ahmet Hakan ısrarla “PKK’yi terör örgütü olarak görüyor musunuz” diye soruyor. Tahir Elçi fikrini söyledi, sonrasında öldürüldü. Bilirkişi raporu da çıktı. “Kimin yaptığı tespit edilebilir durumda değil”. Yani, faili meçhul.

“BİRGÜN’Ü IRKÇI VE FAŞİST OLARAK NİTELEMEK ÇOK AĞIR”

BirGün Gazetesi’nin Mine Kırıkkanat röportajını ve tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok üzüldüm. Mine Kırıkkanat’tan hiç haz etmem, gerçekten ırkçı bir tarafı da olduğunu düşünüyorum. Fakat BirGün’ü eleştirebileceğiniz nokta Mine Kırıkkanat ile röportaj yapılması olabilir. Yapılmış bir röportaja bizim dünya bakışımızda sansür uygulanamayacağına göre BirGün’ü ırkçı faşist olarak nitelemek çok ağır ve haksız.

Çünkü ben Yüksekova’da Veysel İşbilir ve Mehmet Reşit İşbilir’in yaşamını yitirmesinin ardından BirGün’ün Kürtçe manşet attığını da biliyorum. Irkçı olduğunu iddia ettiğiniz bir gazete Kürtçe manşetle piyasaya çıkmaz.

“BUGÜN BİRGÜN’E YAPTIK SONRA DEMOKRAT HABER’E”

Çok mu çabuk görmezden geliniyor?

Bence çok acımasız davranıyoruz. Eleştiri mekanizmasının işlerliği şunun üzerinedir. Eğer siz BirGün’ün hata yaptığını düşünüyor ve o hatasını telafi etmek için uğraş gerçekleştiriyorsanız, daha yapıcı eleştirilerde bulunursunuz.

Çünkü BirGün’ün kapanması Kürtlerin de işine gelmez. Zaten piyasada 10 tane bile diyemeyeceğimiz muhalif gazete varken BirGün’ün bu kadar zorluklar içerisinde haber yapmaya çalışıyor olmasının önüne geçmenin bir mantığı yok.

Demokrat Haber de bir haber portalı. Çok kaygan bir zemin üzerinde haber yapmaya çalışıyorsunuz. Kapanması o kadar kolay ki.

BirGün çalışanları yürekten yapıyorlar bu işi. Çok uzun süre yazdığım için de biliyorum. Gazete bir özür yayınladı, özrün içeriğini tartışmayalım. Editöryal bir hata olduğunu ve bir özür yayınlaması gerektiğini düşünerek yayınladı. Özlem Özdemir’in işten çıkarılmadığı röportajlarına ara verildiği belirtildi.

Bu sefer de ulusalcılar saldırdı. İşte PKK’nin kucağına oturmaktan, Kürt hareketinin kuyrukçusu olmaya kadar, aynı şeyler… Bu defa BirGün, basın emekçisini işten attı gibi bir yalan haberle tekrar lince uğradı.

Mesela Ensar Vakfı’nın üzerine bu kadar gidilmesinin en önemli sebeplerinden biri BirGün’ün Mustafa Hoş’un çıkardığı haberlerin üstüne gitmesidir. IŞİD’le ilgili birçok haberin, AFAD'a bağlı Nizip mülteci kampındaki 8 erkek çocuğa cinsel istismar olayının ortaya çıkmasının sebebi ise Erk Acarer’in oraya gidip haber yapmasıdır.

BirGün gibi gazeteler öyle çabuk yere vurulacak, kulağı çekilecek, hırpalanacak gazeteler değil. Biz bu kadar çabuk tüketemeyiz, öyle bir şansımız yok. O kadar kolay habere ulaşamıyoruz.

Bugün BirGün’e yaptık sonra Demokrat Haber’e, sonra Evrensel’e, Özgür Gündem’e yaptık elimize ne geçecek. Yarın Kürt illerindeki zulmü Türkiye soluna taşıyacak olan kimdir? BirGün’dür, Evrensel’dir. Şu gerçeklikle yüzleşmemiz gerekiyor, Türkiye solunun içindeki insanların genel olarak okuduğu tek gazete Özgür Gündem değildir, Evrensel ve BirGün’dür. Kürt hareketi de, Kürtler de bu iki gazeteyi sahiplenmek durumunda. Aynı şekilde Türkiye Solu da Özgür Gündem’in haklarını savunmak sahiplenmek konusunda ısrarcı ve istekli olmak durumunda. O yüzden biraz fazla ve acımasızca buldum.

“SURİYE POLİTİKASININ DÜŞTÜĞÜ ÇUKUR”

Kilis’e IŞİD’in attığı roketler, hükümetin bu konudaki açıklamaları ve hedef gösterilen Arap Alevileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu 2011’deki Suriye politikasının düştüğü çukur. Antakya’daki bütün Arap Alevi aileleri Esad yanlısı, Esad’cı olarak fişleyerek, kendi cenahının, kendi muhafazakar tabanının önüne atmanın bir yöntemi bu. “Aslında bu insanlar göçmenlere üzülmüyor, Esad ne yaparsa yapsın, öldürse bile Esad yanlısı değilse siviller, çok büyük mutluluk duyuyorlar” şeklinde bir algı yaratılmaya çalışılıyor.

Bir kere Antakya halkı gerçekten insani açıdan müthiş yüreği geniş insanlar. Sadece oralı olduğum için söylemiyorum. Evet, Suriye ile bizim bir İstanbullunun hissedebileceğinden daha yakın bağlantılarımız olabilir. Çünkü akrabalarımız, dostlarımız, tanıdıklarımız orada, ticaret yapıyoruz günlük turistik olarak gidip geliyorduk.

Biz bu insanlarla beraber büyüdük. Antakya’nın yüzde 60’ı, Samandağ’ın yüzde 90’ı Arap. Sonuç itibariyle çok ciddi bağlantılarımız var. İşte bunu kıramadıkları için, kırmanın yöntemi olarak bizi katliam yanlısı bir halk olarak göstermeyi ve orada savaştan kaçmış insanların, mültecilerin bizden çekinip bir pozisyon almasını sağlamaya çabalıyorlar.

Hükümet bir yandan mültecilerin arasında getirdiği cihatçıları da konsolide ediyor bu şekilde.

Kilis meselesi daha ilginç. Hatay’la beraber en çok mülteci akının olduğu 3 şehirden biri. Antep, Hatay ve Kilis.

Kilis’teki durum şu, füzelerin IŞİD tarafından atıldığını hükümet de biliyor, bunu bilmiyor olamaz. IŞİD’e saldırma konusunda birkaç açıdan hem cesaret edemiyor hem de istemiyor.

Öncelikle oradaki bölge IŞİD’in kontrolündeki Cerablus bölgesi. Eğer IŞİD’e herhangi bir müdahalede bulunursa YPG’nin Cerablus ilerleyişini daha da güçlendirme ihtimali var. Böylece Kürtlerin Türkiye Suriye sınırında alamadığı tek yerin de düşme ihtimali bulunuyor, bunu istemiyor.

İkincisi zaten uzunca bir süre El Nursa, Ahrar-uş Şam, IŞİD gibi cihatçı örgütleri birinci elden beslediği, silah, para yardımı, Can Dündar’ın yargılandığı MİT Tır’ları davasından belli. Neden beslediği bir örgütün düşmesini istesin. Aynı zamanda Esad’a karşı da savaşıyor.

Onun dışında bir sebep daha var, eğer IŞİD tehlikesi büyürse kendince yıllardır yapmaya çalıştıkları ama bir türlü uluslararası kamuoyuna kabul ettiremedikleri “uçuşa yasak bölge ve tampon bölge”yi kabul ettirebilmek için bir sebep bulabilirler diye düşünüyorum.

“Bakın bir ilimiz düşmek üzere, şurada bir bölgeyi hem Esad, hem Kürtler, hem de IŞİD’e karşı tampon bölge olarak ayıralım, böylece daha rahat destek oluruz” gibi.

Yani aslında gözünün önünde var olan bir savaşın ülkeye en çok sıçrama dönemini izlemelerinin en büyük sebeplerinden biri kendi politikalarının çıkmazını boşa çıkarmaya ya da yok etmeye çalışmak.

Çünkü Suriye politikası konusunda gerçekten batmış durumdalar. Yaptıkları hiçbir öngörü doğru çıkmadı, istedikleri hiçbir şey gerçekleşmedi.

Stratejik derinlik uzmanı sayın Başbakan, Esad üç ayda gidecek dedi. Savaş başlayalı 5 yıldan fazla oldu.

Muhalifler silahsız ve demokratik haklarını talep ediyor dediler. Suriye’de şu anda 400 bin ölü var, bunların yüzde 80’i muhaliflerin sebep olduğu ölümler. Sivil katliamlar var. Ezidiler, Türkmenler, Aleviler, Gayri Müslimler, Kürtler, Ermeniler ve bütün etnik gruplardan katliama uğrayan köyler, satılan kadınlar, fuhuşa zorlanan çocuklar var.

Artık sadece Suriye’de değil, Türkiye’de var. Dün bir rezalet daha çıktı, AFAD kampındaki cinsel saldırı skandalı, o yüzden de BirGün’ü bu kadar acımazsızca eleştirmemeli.

“SIRA HİÇ BİZDEN GİTMEDİ Kİ”

AKP cemaat ilişkisindeki çatışmada Erdoğan’ın dediği “ne istediniz de vermedik” olayı nasıl açıklanabilir?

Zaman Gazetesi’ne kayyum atanması durumuyla ilgili, “zulme ses çıkaralım sıra bize de gelir” deniyor ya. Sıra bizden hiç gitmedi ki. Cemaatin bize “sıra size de gelir” demesi utanmazlıktan başka bir şey değil.

Cemaatin kurduğu mahkemelerle, davalarla dünya kadar insan bu ülkede hapis yattı. Ergenekon Balyoz davalarından bahsetmiyorum. Ergenekon, Balyoz davalarının içinde muhakkak yargılanması gereken insanlar vardı. Asıl sorulması gereken neden bu insanlar işledikleri suçlardan yargılanmıyor?

Çünkü orada yıllardır süre gelen devlet ilişkileri tek tek ortaya çıktı. Jitem, asit kuyuları ve faili meçhuller gibi. Ama bir torba yaratıldı onun içine herkes atıldı. KCK davası ve ÇHD davasına bakalım bunlar cemaatin kurduğu davalar değil miydi?

Siz onlarla ortakken herkesi tasfiye etmek için bir şekilde çaba gösterecek, ana akım medyasından kendi medyanıza kadar müthiş bir çaba harcayacaksınız.

Ben siyasetten Türkan Saylan’la aynı düşünmem ama kanser hastası 80 yaşında bir kadını sabahın 5‘inde gözaltına aldıracak kadar izandan çıkmış bir operasyon çekmek, hakkında iftiralar çıkarmak, genç kızları subaylara pazarlıyor gibi akla hayale sığmayan rezaletler… Ki Ensar gibi kurumları savunmak için canla başla uğraşan insanların da buradan dem vurması gerçekten çok ironik.

“BİZ HEP ARADA GİDERİZ HEP BİZE OPERASYON ÇEKİLİR”

Gelip bana “sıra size de gelir” ahkamı kesmeleri utanmazlıktan başka bir şey değildi. Sıra zaten ezelden beri bizdeydi.

Türkiye Cumhuriyet’i kurulduğundan beri sıra hep sol cenahtaydı. Biz hep arada gideriz, bize hep operasyon çekilir. Hep biz öldürülürüz, hep biz tutuklanırız.

O yüzden cemaate yapılan operasyon insan olarak beni zerre kadar rahatsız etmiyor. Beni rahatsız eden şey şu ortak kurgularında çıkarları çatıştığı an bu kadar hırçınlaşmaları ve acımasızlıkları. Aslında cemaat kendi yaptığı şeylerin, kendine de yapılmasından dolayı bu kadar dertli.

Yarın cemaat yeni bir iktidarla aynı gücü tekrar ele geçirsin, cemaatin aynı şeyleri yapacağı konusunda hayatımı koyarım ortaya. O kadar eminim. Şimdi bir sürü cemaatçi kızacak bu söylediklerime, iktidarı savunduğumu öne sürecekler. Hayır, ben iktidarı savunmuyorum. İktidarı savunan sizdiniz, ben değil.

“İZANINI MANTIĞINI AKLINI KAYBETMİŞ BİR ÜLKEDEN BAHSEDİYORUZ”

Yarın bıraksın Erdoğan, cemaatin kumpasıydı der. Bakın Erdoğan Ergenekon, Balyoz davaları için Zekeriya Öz için, “o savcı benim savcım, ben Ergenekon’un savcısıyım” diyordu. Zekeriya Öz’e o kadar güveniyordu. Zekeriya öz nerede şimdi? Neden kaçtı? Erdoğan hedef gösterdiği için kaçtı. Sonra Erdoğan ne dedi, bütün bunlar paralelin çıkardığı şeylermiş, bir sürü insan suçsuz yere yattı dedi.

Gözümüzün önünde söyledikleri yalanlardan dolayı bile yargılanması gereken insanların yaptıkları üzerinden buradan siyasi analiz yapıyoruz. Aslında siyasi analiz falan yok. İzanını mantığını aklını kaybetmiş bir ülkeden bahsediyoruz.

“ÖRGÜTLÜ CEHALET EN TEHLİKELİSİ”

Türkiye halkları geleceğe umutla bakmalı mı?

Geleceğe her zaman umutla bakmalılar. Umutsuz hiçbir şey yapamazsınız. Ama şöyle bir umuttan bahsediyoruz. Bir gün güzel günler göreceğiz falan. Güzel günler görmek istiyorsanız bazı şeylerin parçası olmak zorundasınız. Bazı kayıplarımız çok büyük olacaktır. Kayıp dediğimiz illa can ve mal kaybı değil. Herkes kendi hayatına göre derecelendirebilir.

Karşılaşabileceğimiz en örgütlü cehaletle karşı karşıyayız. Örgütlü cehalet, en tehlikelisi bu. Faşizm hep var olacaktır. Siz ona karşı argüman kurup mücadele edebilirsiniz. Ama 2002’den beri yaratılmış toplamda 3-4 nesillik bir cehaletten bahsediyoruz. Yani 2002’de 5 yaşında olan çocuklar şu an 19 yaşında. 19 yıl boyunca hiçbir şey araştırmamış, sadece biat kültürü ile yetişmiş bir nesilden bahsediyoruz. Tehlike olan bu zaten, siz bununla mücadele etmek zorundasınız. O yüzden mücadele etmek hepimizin birlikte sokağa çıkması değil. Sizin bireysel olarak örgütlenmeye, mücadeleye ortak olmanız, benim sanatımla öğretmenin öğrenciyle doktorun hemşireyle vs.

Yani bütün bunların sonucunda herkesin kendi hayatından örgütlü mücadeleye neler katabileceğine bağlı.

“ELİMİZDEKİ EN BÜYÜK GÜÇ TAŞIDIĞIMIZ UMUT”

O yüzden umutsuz bakmak gibi bir şey yok. Elimizdeki en büyük güç aslında taşıdığımız umuttur. Ben böyle zorlu süreçlerde bizim umuda taşıyacağımız en önemli şeyin bu kaosun bizde yarattığı motivasyon olduğunu düşünüyorum. Eğer siz bu kaosun içinde o motivasyonunuzu, inancınızı, umudunuzu kaybetmiyorsanız ve insanlara da bunu taşıyorsanız. Herhangi halk, her hangi bir örgütten, herhangi faşist bir güçten, her hangi bir zalimden daha büyüktür.

“UMUT TAŞIYAN İNSANLAR MÜCADELENİN NEFERLERİ OLACAK”

Mutlaka umut taşıyan insanlar vardır. Ve o mücadelenin neferleri de onlar olacaktır. O yüzden umutsuzluk asla yok. Umutsuz olsak bu röportajı neden yapalım, bu oyunu neden oynayalım. Gidelim evimizde oturalım, en konforlu olan o. Ama “o bana değmediği sürece ben bu konfordan vazgeçmeyeceğim” gerçeğini bir tarafa bırakmak ve mücadelenin bir parçası olmak gerekir.

“Bulaşmayayım da bana bulaşmasın” diyenler siz mücadelenin parçası olmazsanız bugün kaybetmek istemediğiniz bir ülke de gelecekte kalmayacak. İleride kendi hayatınızı bile yaşamayacaksınız. Eğer bunu yaşamaya devam etmek istiyorsanız ara verip mücadeleye devam etmelisiniz. Şu anki illüzyonun içinde yaşamanın hiçbir mantığı yok.