Değerli Basın Emekçileri, Sevgili Dostlar

 

Öncelikle şunu hatırlatmak isterim ki; benim DİSK adına ifade edeceğim düşünceler şu an burada bulunan konuklarımızın genel olarak ortak görüşü değil. Dostlarımız kendilerini ifade eden görüşlerini az sonra sizinle paylaşacaklar.

 

35 yıl önce, Taksim Alanı’nda 1 Mayıs’ın kitlesel kutlamasında bulunan ve yaşanılan acı olaylara birbirinden farklı görevleriyle tanıklık eden insanlar, bugün yine bir araya geldiler. Hepimizin ortak noktası düne tanıklık etmekti. Bugünkü ortak noktamız ise, tarihi gerçeklerin çarpıtılıp tersyüz edilmesine, dün hasıraltı edilen gerçeklerin bugün yeni bir tarih yazımına girişenler tarafından tahrif edilmesine karşı çıkmaktır.

 

1 Mayıs 1977 Katliamı’nın 35 yıl boyunca açığa çıkartılmasını engelleyen “güçler”, 1 Mayıs 2012 kutlamalarında milyonların alanlara çıkmasının ardından yeniden “karartma” operasyonlarına başladılar. Geçmişte “Kontrgerilla” olarak adlandırılan bu gizli güçlerin günümüzdeki sözcülüğüne soyunanlar, 77 Katliamı’nın arkasındaki komplolar ve siyasi tezgâhları, solu karalama kampanyaları eşliğinde “çarpıtarak” yeniden gündeme taşımış durumdalar.

 

Gerek 1 Mayıs 2012 kutlamalarının kitleselliği, gerek “1 Mayıs 77 suçluları yargılansın” kampanyamız ve gerekse 12 Eylül yargılamalarının göstermelik de olsa başladığı bir aşamada kuyuya atılan bu taş oldukça manidardır. Berktay’ın sözcülüğünü üstlendiği bu kampanya sahipleri, “solcuların birbirini vurdukları” iddialarını elle tutulur somut belgelerle açıklayamadıkları gibi, “Peki neden şimdi?” sorusuna da tatmin edici yanıtlar verememektedirler.

 

Kayıtlara geçen yüzlerce tanığa ve belgelere rağmen, tanınmış bir tarihçinin iddialarının tek dayanağının “ama bana öyle geliyor” şeklinde olması, katliamla ilgili organize gizli çevreleri işaret eden sorulara “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diye yaklaşılması, kendi çevrelerinden de tepkiyle karşılanmasına neden olmuş ve ciddi kopuşlar yaşanmıştır.

 

Solu karalamak için bulunmaz bir fırsat yakaladığını düşünüp kampanyaya yandan destek olan kimilerinin “katliamı Kontrgerillanın yaptığına dair somut bir delil yok” demeleri ise başlıbaşına bir komedidir. Zira, bırakın eldeki tüm görüntü, belge ve tanıklıkları, 77 1 Mayıs Katliamı’nın perde arkasının 35 yıl boyunca bizzat devlet tarafından hasıraltı edilmeye çalışılması, delillerin karartılması veya yok edilmesi, katliamla ilgili olarak mağdurların dışında hiçbir dava, araştırma veya soruşturma açılmaması, olayda yer alan kamu görevlileriyle ilgili herhangi bir kovuşturmaya yer verilmemesi başlıbaşına somut bir delildir.

 

Sola yönelik bu tür suçlamalar ilk de değildir. Uğur Mumcu, 6 Mayıs 1977 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde şunları yazmıştı:

 

“1955 yılının 6/7 Eylül olaylarına yol açan olay Selanik'te Atatürk'ün doğduğu eve bomba atılmasıydı. Yassıada duruşmalarında, bu bombanın bir güvenlik görevlisi olan, Oktay Ergin tarafından konduğu anlaşılmıştı. Yassıada duruşmalarına kadar 6/7 Eylül olaylarının ‘solcular’ tarafından yapıldığı ileri sürüldü. İleri sürülmek ne kelime, birçok solcu bu gerekçeyle tutuklanmış, aylarca hücrelerde yatırılmıştı...

 

Atatürk'ün Selanik'teki doğduğu eve bomba koyan güvenlik görevlisi Oktay Ergin, şimdi nerdedir dersiniz? Emniyet Genel Müdürlüğü Güvenlik Dairesi Başkanlığı’nda... Oktay Ergin, 1 Mayıs toplantısı ile ilgili önlemlerin alınmasında ve uygulanmasında en önemli görevlerden birini üstlenmişti.”

 

Geçmişte işlenen ve faili meçhul bırakılan, yargısız infazlarla yapılan cinayetlerin, büyük kanlı kıyımların ve operasyonların karanlıkta bırakılması, zamanaşımlarına uğratılarak sonlandırılması veya hâlâ faillerine ulaşılmayan siyasi suikastlerin dosyalarının raflara kaldırılması, Hırant Dink cinayeti davasında olduğu gibi, olayın üzerine ciddiyetle gidilmemesi, Susurluk’taki kaza sonucunda ortaya çıkan kirli ilişkilerin üç beş kişiyle sınırlandırılarak göstermelik soruşturmalarla savuşturulması veya çeşitli tarihlerde bu türden olaylara karışan kamu görevlilerinin devlet organı içerisinde yıldızlarının parlatılarak daha yüksek görevlere getirilmeleri örnekleri de birer somut delildir. Çünkü devletin, istediği anda neleri çözebileceğini bu salonda bulunan herkes yakinen bilmektedir. Yukarıda verdiğimiz örnekleri çözemeyen, çözmek için çaba sarfetmeyen devlet ya tamamen beceriksizdir ya da iyi niyetli değildir.

 

Değerli Basın Emekçileri, Sevgili Dostlar,

 

1 Mayıs 1977’de Taksim’de yaşananlara ilişkin Halil Berktay’ın bugünkü çabalarının, geçmişte bu tarihsel katliamı karartmaya yönelik olarak egemen çevrelerce bolca tekrarlanılan ve hiçbir somut belgeye dayanmayan iddialarının gelişigüzel yeniden istif edilerek, bugünkü iktidar yanlısı çevrelerin solun geçmişini itibarsızlaştırma çabalarının bir devamı olarak ortaya çıktığı ortadadır. Bizce bu saçma sapan iddialar, solun tarihini tahrif ederek yeniden yazma girişiminden başka bir şey değildir. Medya olanaklarını da kullanarak topluma empoze etmeye çalıştıkları saçmalıklar, yıllardan beridir siyasal iktidarların yaptığı gibi solun itibarsızlaştırılması ve gözden düşürülmesi politikalarıdır.

 

Halil Berktay gibi kişilerin solun ve elbette DİSK’in geçmişi hakkında söylediklerinin bizim açımızdan hiçbir değeri yoktur. Vicdanı olmayanlardan gerçekleri söylemesini beklemek gibi bir yanılgıya düşmeyecek kadar tarihsel acılara sahibiz. Yanıt verme ihtiyacını hissetmemizin tek nedeni, topluma ve tarihe karşı olan sorumluluklarımızdır.

 

Bu anlamda muhatabımız Berktay veya şûrekası değil, gerçeklerin ortaya çıkartılarak 1 Mayıs 1977 Katliamı’nın aydınlatılması ve tüm sorumlularından hesap sorulmasıdır.

 

Sevgili Dostlar,

Kısaca özetlemek gerekirse; 12 Eylül İddianamesi’ne bile yansıyan, dönemin savcılarınca ve görgü tanıklarınca ifade edildiği şekliyle, bundan 35 yıl önce, Taksim 1 Mayıs Miting alanı çevresindeki binalarda, Intercontinental Oteli'nde, Sular İdaresi'nde pusuya yatmış kişiler, yüzbinlerce insanın üzerine otomatik silahlarla kurşun yağdırdılar. Yaylım ateşiyle birlikte panzerler hücuma geçti. Ses bombaları ve otomatik silahların ateşi, miting alanını bir anda savaş alanına çevirdi. Büyük bir panik başladı. Binlerce insan yerlere serildi; koşmaya, kaçmaya çalışan çok sayıda insan köşelerde sıkışarak, panzer altında ezilerek, kurşunlanarak can verdi.

 

Kazancı Yokuşu yönüne sürüklenen binlerce kişi üzerine beyaz bir Renault arabadan otomatik silahlarla ateş açıldı.

 

Yüzlerce insanın yaralandığı ve 30 civarında kişinin silah yarası taşıdığı bu katliamda savcılık kayıtlarına göre biri kimliği belirsiz olmak üzere 35 kişi yaşamını kaybetti. Bunlardan 5 kişi kurşunlanarak öldürüldü.

 

Alanın içinde ve dışında görevlendirilen panzerlerin siren çalmaya başlamaları, halkın arasında alanın o tarafına bu tarafına ilerlemeleri, ses bombaları atmaları ve bir yerlere sığınan halkın üzerine su sıkmaları, ateş açmaları; normal muhakeme ve soğukkanlılığını büyük ölçüde yitirmiş, can korkusu içindeki 300-400 binlik kitlenin panik içine düşmesini süratlendiren diğer bir etken olmuştur.

 

1 Mayıs Katliamı, 1977 erken genel seçimi öncesindeki kaos ortamında ortaya konulan olayların başlangıcı oldu ve aynı günlerde tezgahlanan başka tertiplerle devam ettirildi. 77 Katliamı ve sonrasında işlenen siyasi cinayetlerde “Kontrgerilla” adı ve karanlık eylemleri daima yoğun bir tartışma konusu oldu ve ülkemizdeki gelişmelerde karanlık bir yer işgal etti.

 

Oysa katliamın organize bir gizli güç tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin somut iddialar vardı.

 

6 Mayıs günü CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e çıkıyordu. Korutürk, Ecevit'i Demirel'den önce kabul etmişti. Ecevit Çankaya'dan ayrılırken gazetecilere, "bazı kuşkuları" olduğunu belirtiyor, bunu ancak Cumhurbaşkanı’na açabildiğini söylüyor, ertesi gün CHP'nin izmir mitinginde bu kuşkularını şöyle dile getiriyordu:

 

"Ben, devlet içinde yer almakla beraber, hiç değilse devlet gücünden kaynaklanmakla beraber, demokratik hukuk devletinin denetim alanı dışında kalan bazı örgütlerin, bu olaylarda başlıca etken olduğunu ve hükümetin iki kanadının da, gereken önlemleri alacak yerde, bu öğütlerden yararlanmak istediği kanısındayım."

 

Bülent Ecevit, 7 Mayıs 1977 tarihinde Cumhurbaşkanlığı’na gönderdiği mektubunda ise, bu konu ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunuyordu:

 

"Söz konusu örgüt, gerilla ve kontr-gerilla savaşları için ve her türlü yeraltı faaliyetleri için planlar yapar ve insan yetiştirir.' (...) 'Gizlilik içinde çalışır, demokratik hukuk dışındadır.' (...)

 

1974'e kadar, gizli olarak, Amerikalılardan mali destek görürdü. Amerikan askeri heyetleriyle bir binada çalışırdı. Amerikan mali desteğinin 1974'te sona erdiği bildirilmiştir. 12 Mart döneminde sözü çok geçen ve 'kontr-gerilla' denen kimselerin bu örgüte bağlı olma olasılığı vardır.

 

Bu örgüte iyi niyetli kimselerin dışında siyasal düşünceleri yönünden yurt savunması için gördükleri eğitimi Türkiye'deki şiddet eylemlerinde kullananların bulunabileceği güçlü olasılıktır.

 

Çünkü bu eylemlerden bazıları, görünürdeki çoluk çocuk tarafından değil, ancak güçlü bir örgüt tarafından düzenlenebilecek niteliktedir. Özellikle 1 Mayıs 1977 Taksim olayı bu izlenimi vermektedir.

 

Bu örgütte görev almış, yönetici olarak çalışmış kimselerden bazılarının, emekliye ayrıldıktan sonra da bilgilerini ve yetiştirdikleri elemanları siyasal nitelikteki eylemler için kullandıklarını gösteren belirtiler vardır." (C. ARCAYÜREK, Cüneyt Arcayürek Açıklıyor-7, s.358)

 

Değerli Basın Emekçileri,

 

Birazdan konuklarımızın da aktaracakları gibi, 1 Mayıs 1977 Katliamı’nın örtbas edilmesine ilişkin verilecek örnekler sayısızdır.

 

Açılan tek davanın daha ilk oturumunda savcılık makamı, asıl faillerin mahkeme huzuruna getirilmesi talebinde bulunmuştu. Duruşma savcısı, ayrıca, dosyada bulunan fotoğraflardan 12 tanesinin Adli Tıp Başkanlığı'na gönderilerek, "Bu fotoğraflar üzerinde işaretlenmiş yerlerdeki pencere, dam ve çatı ve diğer yerlerde görülen kişilerin, mümkünse yüzleri belli olacak şekilde, bu olmadığı takdirde ne yaptıkları ve ellerinde ne bulunduğu anlaşılacak bir şekilde büyütülmesi"ni istemişti. Ama bunlar hiçbir zaman dava dosyasına giremedi.

 

Bu davanın iddianamesini hazırlayan altı savcı yardımcısı ise, iddianamede cevaplanamayan şu sorulara ve şu görüşlere yer vermişti:

 

“Intercontinental Oteli’nin önü yüzden fazla toplum polisi memuru tarafından korunduğuna göre, bu silahlı şahısların uzun menzilli silahların ile otele nasıl girip nasıl çıktıkları sorusu cevapsız kalmaktadır.

 

Hükümet komiserinin, yetkisinde olmasına rağmen çıkması muhtemel olayları ve bunların sanıklarını belirleyecek film ve fotoğrafçıları uygun yerlerde görevlendirmesi gerekirken, bu hususun yerine getirilmediği görülmektedir...”

 

Cevaplanamayan sorular bunlardan ibaret değildi. Bugüne kadar tutarlı bir şekilde yanıtı verilmeyen bu soruları bir kez daha ve sizlerin huzurunuzda sorarak vicdanlara seslenmek ve sözü değerli konuklarımıza bırakmak istiyorum.

 

            1 Mayıs’tan önceki günlerde “1 Mayıs’ta kanlı olaylar çıkacağının” çeşitli şekilde sağ basında sürekli ele alınması büyük bir rastlantı mıdır?

 

            İlk silah sesleri duyulduktan kısa bir süre sonra Tarlabaşı kavşağındaki Adalet Partisi binasından kitlelerin ve DİSK görevlilerinin üzerine ses çıkartan patlayıcı maddeleri atanlar kimlerdir? Bunlar niçin yakalanamamıştır?

 

            Taksim Alanı polis tarafından kordona alınmıştı. Giriş ve çıkışlarda da arama yapılmıştı. Buna rağmen Renault marka bir araç içinde 4 kişi ellerinde silahlarla alana girmiş ve kitle üzerine ateş açmıştı. Daha sonra ise bu araç Gümüşsüyü tarafından kayboldu. Bu kişilerin görevi nedir? Kimlerdir ki, sıradan polis memurları bile bunlara müdahale edememiştir? Sonradan emniyet aracı olduğu iddia edilen bu araçta, Samsun'da görevli Alaattin adlı bir binbaşı bulunuyor muydu? Bulunuyorsa görevi neydi?

 

            Intercontinental Oteli 3 gün rezervasyon kabul etmemiş olduğu halde, 1 Mayıs sabahı Yeşilköy'den otele gelip yerleşen ve olaydan sonra Salı akşamı İstanbul'u terkeden yabancı bir kafile var mıydı? Bunlarla ilgili ciddi bir araştırma yapılmış mıdır?

 

            Bu otel günlerce öncesinde boşaltılıp kontrolden geçirilmiş olmasına, giriş ve çıkışlar yasaklanmasına ve otelin 4, 5, 6, 7 ve 8. katları tamamen polislerce kullanılmasına rağmen, bu katlardan kitle üzerine kimler nasıl uzun menzilli silahlarla ateş edebilmişlerdir? Kapıda nöbet tutan 100'ü aşkın resmi polis nasıl olmuş da bu silahlı kişilerin giriş ve çıkışına müdahale etmemiştir?

 

            Yine otelin yanındaki "İnşaat Ozalit" yazılı binadan, Pamuk Eczanesi üstündeki katlardan ve emniyetçe boşaltılıp aranmış olmasına rağmen çiçekçinin bulunduğu binadan kimler kitlenin üzerine 2 bini aşkın mermi boşaltmıştır? Binalara silahları ile girip, silahları ile nasıl çıkmışlardır?

 

            Pamuk Eczanesi'nin üst kalında, sahibi tarafından pazar günü açılmayan bir otomobil acentasının kapısını anahtarla açıp giren, bir süre çekirdek yiyip, sigara içerek bekleyen, oradan dışarı ateş ettikten sonra silahları dosyalar arasına saklayıp çıkanlar kimlerdi?

             

            Taksim Sular İdaresi duvarı üzerinden, elleri başının üzerinde indirilenler kimlerdi? Ve neden salıverilmişlerdi?

 

            Panzerlere ısrarla kim emir vermişti? Ve panzerleriyle su sıkıp, siren çalarak, bomba atarak ve ateş ederek biri kimliği belirsiz 35 kişiden 29'unun ezilerek ölmesine sebebiyet veren emniyet müdürleri, istanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararına rağmen neden bulunamadılar?

 

            Mahkemenin tezkere ve talimatlarına rağmen, bu makamlar neden mahkemeye cevap verme gereği bile duymadılar?

             

            Yaylım ateşlerinden sonra panzer, Sular İdaresi ile Oleyis binası arasında ve Tarlabaşı girişinde otomatik silahlarla ateş açanların önüne geldiği halde neden geriye dönmüştür?

 

            Sular İdaresi üzerinde ellerinde uzun menzilli silahlar bulunan sivil giyimli kişilerin, katliamdan önce de orada bulunduğu resim ve filmlerle sabittir. Bu kişilerin resimleri büyütülerek, Adli Tıbba gönderilmesine rağmen bu kişilerin kimler olduğu neden polis tarafından açıklanmamıştır?

 

            Sular İdaresi arkasında görevli Jandarma Komando Birliği Komutanı Abdullah Erim, "Buradan ateş edenlerin 20'sini yakalayıp Taksim Parkı'ndaki tuvaletin arkasında bulunan askeri birliğe teslim ettim. Sonradan Emniyet yetkilileri gelip bu kişileri 'Emniyete götüreceğiz' deyip oradan almıştır" demesine rağmen bu kişilerin yargı önüne çıkartılmasına kimler engel olmuştur?

 

            Ateş açılan noktalar herkesçe görülmesine rağmen, polis, neden bu binaları kuşatıp katilleri etkisiz hale getirme teşebbüsünde bile bulunmadı?

             

            Adli Tıp'a büyütülmek üzere gönderilen fotoğraflar nasıl ve neden kayboldu?

 

            Günün polis telsizlerinin bant kayıtları nasıl kaybolmuştu ve neden yıllar sonra “yandaş” basında yer aldı?

 

            Bu kanıtlara rağmen, mağdurlardan oluşan 98 kişi dışında neden kimse yargılanmadı? Dönemin emniyet müdürleri, içişleri bakanı ve başbakanı bu katliamın üstünün örtmek için neden ellerinden geleni yapmışlardır?

 

            2 Mayıs 1977 günü akşamı İçişleri ve Adalet bakanlarının yaptığı ortak açıklamada gerçekler niçin tahrif edilmiştir? İlk silah atışlarının miting alanının dışından, Tarlabaşı girişinden geldiği halde bakanlar niçin ilk atışların alan içinden yapıldığını öne sürmüşlerdir? Çevre binalardan açılan yaylım ateşlerinden niçin söz etmemişlerdir?

 

            Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, katliam kendisine daha önce ihbar edilmiş olmasına rağmen, neden katliamı önleyecek girişimlerde bulunmamıştır? Bu ihbarı kendisine yapanları neden yargı önüne çıkartmamıştır?