Ercan Jan Aktaş / Demokrat Haber Paris

Paris Kürt Film Festivali ve Kürt sineması üzerine dün ilk bölümünü girdiğimiz söyleşilerin ikincisine Paris Sorbonne Nouvelle’de sinema öğrencisi Ömer Can Jaro ile devam ediyoruz.

Dün söyleştiğimiz Aram Taştekin, Kürt filmlerinin konularını eleştiriyor ve “Kürtler direnmekten başka bir şey yapmıyor mu?” diye soruyordu. Ömer Can Jaro da “Entelektüel bir refleks daha Kürt sinemasında oluşamadı. Kürtler ekmek almaya da gidiyor, basur da oluyor, eşine sinirlenip evini de terk ediyor ama Kürtler sanki sadece politik bir atmosferde hayatta kalabiliyormuş gibi bir ortam oluşmuş, bu yüzden yönetmenlerin çoğunda bir yaratıcılık krizi var, sinemanın bir sanat dalı olduğunun unutulması problemi mevcut Kürt sinemasında” diyor.

Öncelikle okuyucular için seni biraz tanıyalım.

Ben Ömer Jaro. Aslen Rojavalıyım, İzmir’de doğdum büyüdüm, ilkokuldan lise sona kadar tiyatroyla hep iç içe oldum ve belirli çalışmaların, oyunların içinde yer aldım. Sinemayla ilgili ise, küçük yaştan itibaren her zaman çok film izleyen biriydim diyebilirim ama esas anlamda sinemanın içine düşmem lise ikinci sınıfta Bergman’ın Persona filmiyle tanışmamdan sonra gerçekleşti. Persona ve beraberinde izlediğim filmlerin etkisiyle 3 yıl önce Le Point isimli 16 dakikalık siyah beyaz bir kısa film çektim. Sorbonne Nouvelle Üniversitesi’nde sinema eğitimi almaktayım. Güncel olarak Çin, Rumen ve Kürt sinemasını yakından takip etmekteyim. Önümüzdeki dönem ise asıl yapmak isteğim işlerden biri, ikinci kısa filmimi tamamlamak ve Paris’teki ilk yılımda yaptığım gibi arkadaşlarımla birbirinden farklı mecralarda film gösterimleri düzenlemeye devam etmek olacak. Kiarostami, Çehov ve Ciwan Haco farklı alanlardan en beğendiğim sanatçılarJ

Bu giriş için teşekkür ederim. Şimdi festivale gelirsek…

Festivalde yedi film izleme fırsatı bulabildim, geçen yıl İzmir’de izlediğim Renksiz Rüyayı da sayarsak programın içinde bulunan sekiz filmi deneyimlediğimi söyleyebilirim. Bunlar içerisinden iyi diyebileceğim Çirkin Kral Efsanesi ve Gülistan belgeselleriydi. Are You Listening Mother? ve Renksiz Rüya ortalama seviyelerdeydi, geri kalan dört film için ise maalesef çok kötü demek bile iltifat sayılabilir.

Yılmaz Güney belgeseli ve Gülistan, yönetmenlerin vizyonları sayesinde iyi bir seviyeye yaklaşabiliyor bence. Özellikle Zayne Akyol gerçekten iyi bir yönetmen, film sonlarında çıkan yazılar çoğu filmin sinematik tarafının yok olmasına sebebiyet verip filmin derinliğini sadece bilgi vererek yok eder ama Gülistan’da sonlara doğru düşen tempo, ışık kullanımının doğal ortamdan kaynaklı kısık tutulması ve sonda verilen izleyicileri sessizliğe gömecek bilginin ritmi son derece iyi ayarlanmış. Yakın çekimlerde de Memories on Stone veya Reşeba gibi amatör durmuyor, son derece sade ve yoğun bir ışık kullanımıyla filmin atmosferini çok iyi ayarlamış Zayne Akyol.

Renksiz Rüya ve Are You Listening Mother? ise iyi film olabilmeyi çeşitli aşamalarda kaçırıyor bence. Renksiz Rüya çok iyi bir hikaye yansıtıyor bize ama bunu ismi gibi çok renksiz bir biçimde yapıyor. Rüya sahneleri de maalesef çok klişe fakat oyunculuklar başarılı ve en azından hikaye yönetmenin gerçekçilik anlayışıyla örtüşüyor. Are You Listening Mother ise çok iyi ve gizemli bir hikayeyi katman katman örüp derinleşmesini sağlarken son kısımda izleyicilere verdiği bilgilendirici yazıyla izleyiciyi dar kalıplara sokan kısa filmlerden birine dönüşüyor ve izleyiciyi konfor alanından çıkarmışken yine oraya doğru yollayıp kolaycılığa kaçıyor, son dakikaya kadar gelen sinematik dil bir anda heba edilmiş oluyor. Gerçekten böyle sade ve gizemli bir hikayenin arka planının siyah ekranda bir yazıyla verilmesine gerek var mıydı yani?

Umarım bu değerlendirmeler ile kimseye haksızlık yapmayız. Senin kadar içeriden bakamasam da yaptığın değerlendirmeleri paylaşıyorum. Yılmaz Güney belgeseli için dün Aram Taştekin yönetmenin belgesel içindeki yolculuğunu iyi bulduğunu söylemişti, ancak ben o fikirde değilim, Hüseyin'i içinde gördüğümüz bölümler ve Hüseyin'in kendi sesi ile anlatımları bence belgeselin genel seyrinden daha düşük bir profilde kalıyordu. Ancak Yılmaz Güney'in hayatına girenlere, hayatına dokunanlara ulaşmak iyi olmuş. Hepsinin de anlatımları harika olmuştu. Bir yandan sert, geldiği toplumun maço erkek özelliklerine sahip bir Yılmaz Güney, bir yandan hayatının her anına giydirdiği devrime inanmış, kararlı bir devrimci Yılmaz Güney, diğer yandan tutsaklığından film senaryoları yazmış, YOL gibi bir filmi tutsaklığında yönetmiş ve bu filmi ile Cannes Film Festivali ödülü almış muazzam bir sinema/edebiyat insanı. Tuncel Kurtiz ve Nebahat Çehre anlatıları özellikle çok güzeldi. Harika bir iş çıkarmış Hüseyin Tabak. Seninle devam edelim.

Gelelim kötüden öte filmlere, kısa film Director ciddi anlamda kibirli ve ukala bir film. İzleyiciye nasıl özgürleşebilineceğinin mesajını hiçbir entelektüel refleks olmaksızın direkt veriyor. Tasarımı iyi yapılmış, diyalogsuz ve merak unsuru yüksek bir film olduğu için derinlikli gözükebilir fakat metinsel anlamda kolaycı ve yüzeysel bir film. From Hasakah With Love sadece bir haber ama maalesef film olamayacak kadar sanatsal dilden uzak. Gazetecilerin görevini bir yönetmenin üstlenmesi gerçekten elzem midir yani?

Son olarak Festivalin görünme anlamında Star’ı olan, iyi niyetinden şüphemin olmadığı, üretme hızı anlamında örnek olabilecek ama sanatsal ve entelektüel anlamda sınıfta kalan ismi Mehmet Aktaş’a gelelim. Mehmet Aktaş yapımcı olarak gayet iyi iş çıkarıyor tabii senarist olarak yer almaz ve kötü bir yönetmene görevi vermez ise. Çirkin Kral Efsanesi ve Gülistan bu anlamda iyiydi o yüzden ama Memories on Stone ve Reşeba ciddi anlamda tv estetiğiyle çekilmiş, hiçbir sinemasal an barındırmayan, senaristlerin her şeyden biraz koyalım eksik kalmasın mantığıyla hareket ettiği ama hiçbir şeyi derinleştiremediği tek boyutlu işler. Özellikle flashback kullanımı Samanyolu tv’den hallice(Reşeba için özellikle). Tamamiyle bilgi sineması ama bilmeden yapılan türden ve sinema dilinin olmadığı biçimden. Işık kullanımları cidden rezalet. Mehmet Aktaş’a Memories on Stone üzerine neden bu kadar yakın çekim var diye sorduğumda bir sinemacının verebileceği türden bir cevap alamadım. Karakterlerin duygularını, reaksiyonlarını görmek için yanıtı çok eski klişe bir cevap, halbuki Memories on Stone’un film içinde film gibi sağlam temelli bir konusu var. La Nuit Américaine’den, Rumen sinemasından Porumboiu’nun When Evening Falls on Bucharest or Metabolism’e kadar değişik sinema dillerinde örnekleri mevcut geniş bir alan ama Memories on Stone’un senarist ve yönetmenleri sırf hikaye anlatmak isteyip açı-karşı açı, 3 saniye geniş plan, bolca yakın çekimle uzun dizi çekmişler, Reşeba da aynı sorunlara sahip hatta yaratıcılık anlamında daha da beter...

Avrupa'da Kürt Filmleri Festivalleri sayı olarak artmaya başladı. İzleyebiliyor musun süreci?

Tabi mesela İskandinav ülkelerindeki Kürt diasporasından şaşırtıcı filmler çıkabiliyor özellikle, ama bunları yine ya Paris’te ya da Türkiye’de görebiliyorum, ama Avrupa’daki festivallerde de Kürt filmlerine ilgi artıyor, bu görülebiliyor tabii ki, onlar da bir arayışta esasında. Rumen, Yunan, Tayvan yeni dalgaları gibi enteresan sinema dillerine sahip filmler görmek istedikleri çok açık ama ne yazık ki daha o yaratıcılık seviyesinin çok altındayız. Umuyorum ki bizim kuşak bunu kıracak ve Avrupa’daki festivallerde daha görünür bir hale gelebileceğiz.

“ENTELEKTÜEL BİR REFLEKS DAHA KÜRT SİNEMASINDA OLUŞAMADI”

İyi olması anlamında Kürt sinemasında bir değişim ve dönüşüm gözlemliyorsun o zaman?

Değişim dönüşüm var tabii ama maalesef çok yavaş. Mesela Ali Kemal Çınar gibi bir adam daha çok konuşulmalı, Kürt sinemasında yaratıcılık anlamında en aktif kişilerden biri bence odur ama hala çok düşük bütçelerde çalışmak zorunda kalıyor. Yaratıcılığı sınırlı ama lobisini oluşturmuş kişiler ise haber çekmeye devam ediyorlar. Çok adaletsiz bir durum var bence. Entelektüel bir refleks daha Kürt sinemasında oluşamadı. Kürtler ekmek almaya da gidiyor, basur da oluyor, eşine sinirlenip evini de terk ediyor ama Kürtler sanki sadece politik bir atmosferde hayatta kalabiliyormuş gibi bir ortam oluşmuş, bu yüzden yönetmenlerin çoğunda bir yaratıcılık krizi var, sinemanın bir sanat dalı olduğunun unutulması problemi mevcut Kürt sinemasında. Yönetmenler film izlemiyor muhtemelen, akıllarına gelen ilk fikrin çok yaratıcı olduğunu düşünüp işe kalkışıyorlar ama düşündükleri şey 60 yıl önce çoktan yapılmış oluyor. Ali Kemal Çınar’ın Tsai Ming-Liang’dan etkilenmesi çok önemli bir olay mesela. Bizde herkes Yılmaz Güney olmaya çalışıyor intibaına kapılıyorum çoğu zaman, ortaya çıkan çoğu filmin yönetmenlerin içsel dünyasından gelmediği çok net gözüküyor bence. Hala 21. yüzyılda şu hikaye çok enteresan, bak bunu çek çok tutar refleksleriyle kalıcı bir film ortaya çıkarılabileceğinin düşünülmesi çok gülünç. Sinema dili üzerine düşünmek istemiyorsa sinemacılar neden film çekmeye devam ediyorlar anlayamıyorum. Evet biz çok şey yaşadık ve hala yaşıyoruz, çok değişik ve farklı hikayelere sahibiz ama bu sadece hikayeyle olamaz, şunu sormalıyız belki de, sinema sadece bir konu ve hikaye anlatma sanatı mıdır? Bence Kürt Sineması hala deneysel ve biçim-içerik anlamında farklılıklara kapalı bir sinema ama bunun gelişeceği böyle devam edemeyeceği de çok açık. Sinema bizim aracımızsa eğer, bu aracı yiyip yutmalıyız bence. Politik arka plan hayatımızın her yerinde bulunmakta zaten, o yüzden direkt olarak politikayla ilgili bir mecrada üretim yapmıyorsak, sinema yapıyorsak mesela veya bir kitap yazıyorsak, o bulunduğumuz alanın farklı anlatımlarını ve dillerini keşfetmenin daha entelektüel bir zemin hazırlayacağını ve ilerlemenin de bunun üzerinden devam edeceğini ve gelişeceğini öngördüğümü söyleyebilirim.

Teşekkürler Jaro, dilerim bir gün de senin yaptıkların üzerinden yaparız bu değerlendirmeleri.

Ben teşekkür ederim. Yapacağız elbette.