Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

Alp Murat Alper, ilk kez 1992 yılında “Mayısta Gönlüm Delidir” albümünde seslendirdiği bir Nazım Hikmet RAN şiiri olan “ Güzel Günler Göreceğiz” bestesi gibi nitelikli çalışmalara imza attı. Kişisel ilişkilerindeki samimiyeti ve müzik piyasasında üretkenliği ile tanınan sanatçıyla yaşam serüvenini ve müziğe ilişkin projelerini konuştuk.

MUSTAFA GÜÇLÜ: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

Alp Murat ALPER: Sahteliği, samimiyetsizliği oldum olası sevmedim. Gönülsüz iş yapanları, ilişkilerini menfaat üzerinden kuranları, istikrarlı bir şekilde bahane üretenleri de öyle. Elbette insanız, bazen bunlardan birini yaparken yakaladığım da oluyor kendimi. O zaman affetmiyorum ve ceza veriyorum kendime, kendimce. Belki bu kadar lafa da gerek yoktu kendimi anlatmak için. Sorulduğunda son zamanlarda söylediğim şeyi söyleyeyim sana da Mustafa kardeşim; verdiklerini hatırlamayan, aldıklarını unutmayan biriyim ben. Sadece bu.

MG: Müzik toplum ilişkisi üzerine düşünceleriniz nelerdir? Toplumsal mücadelenin gerilemiş olması hatta oldukça cılız seviyelerde varlık yokluk savaşı içinde olması özellikle muhalif müziği nasıl etkilemiştir?

AMA: Geçenlerde gördüğüm bir başlık etiketi var, nam-ı diğer hashtag işte. #dayanışmayaşatır deyu yazılıyor. Halen ara ara kullanırım ben bunu. Eskiden iyi ya da kötü varlığını sürdürebilen bir şeydi dayanışma. Şimdi o nerdeyse kalmayınca sağlıklı bir müzik-toplum ilişkisinden de toplumsal mücadeleden de söz edemeyiz adamakıllı. Bu durumun birçok sebebi var. Bizler bu duruma getirildik ama hepimizin az ya da çok vebali var bunda. Halkı suçlamak kolay iş. En başta yarı-aydınların vebali büyük. Mesela kitap okuyan insanların iyi insanlar olduğunu sanarak büyüdüm ben. Hayal kırıklığım büyük oldu, acılar saldı ruhuma… Muhalif müziği nasıl etkiledi dedin ya. Ben bu tür tanımlamaları doğru bulmuyorum. Ünsal Ünlü’nün bir lafını çok severim; “muhalif gazeteci diye bir şey yoktur, işini iyi, adil ve doğru yapan gazeteci vardır. Müzikte de böyledir bu. İşini iyi yaparsın, bilerek, öğrenerek yaparsın, müziğe ait bir dert sahibiysen, oturur bu derdini iyi anlatırsın. Yoksa muhalif müzik denen şeyin kalıplarının içinde esnaflık yaparsan olmaz. O vakit yaptığın şey müzik de değildir, muhalefet de.

MG: Sosyal medya mecralarının yaygınlaşmasıyla artık her şeye daha kolay ulaşılabiliyor. Bu durum aynı zamanda insanların ürettiklerini toplumla buluşturmasını da kolaylaştırıyor. Bu anlamda sosyal medyanın müzik alanındaki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

AMA: Sosyal medyayı önemsiyorum elbette. İnsanlara ulaşmak için iyi bir araç. Ama her araç gibi nasıl kullandığına bağlı. Yalnız şurası mühim; o mecrada var olunmaz, sen zaten yaptığın, ettiğinle yani dışarıda bir yerde var olman gerekir. Sosyal medya mecralarında kalem sallayarak, kendini yaldızlayarak, başka bir şeymiş gibi göstererek var olamazsın. Müzikten örnek vererek şenlendireyim dediğimi; mesela bir şarkının tıklanmasını reklam, şu bu gibi şeylerle sağlayarak bir tiraj yakalayabilirsin. Popüler de olursun, şarkını dinleyen, bilen olmadan hem de. Ama Açıkhava sahnesinde konser vermeye kalk, ailen ve arkadaşlarından başkasına bilet satamazsın. Çünkü yoksun aslında, gibi yapmışsın, oynamışsın, fırıldak çevirmişsin. Tabii bu yöntemin işe yaradığı da oluyor bazen ama onu da ben anlamıyorum işte. Kısmetten ötesi olmaz efendim, ne diyelim.

MG: Popüler kültür bir anlamda tüketime yönelik, ”kullan at” bu anlamda yaratılan ürünlere kısacık bir ömür biçiyor. Sizin ilk albümünüz 1992 yılında yayınlandı. Zamanın örsünden geçmiş günümüzde de sevilerek dinlenen üretimleriniz var “Gerçi memleketimizde bestecilerin kaderidir isimlerinin pek de bilinmemesi. Ama varsın bilinmesin, ne gam! Önemli olan güzel ve değer gören işlere imza atmak. ”diyorsunuz. Ülkemizde bestecilerin arka planda kalma, unutulmuşluk hali neden kaynaklanıyor?

AMA: İlk albümüme “taş plak” diyorum ben bazen, o kadar eskide kaldı yani. Ama o albümden dile düşen, yaşayan şarkılarım hala var ve bu beni mutlu ediyor. “Güzel Günler Göreceğiz” adlı bestem sorulduğunda demiştim ben o lafı. Çünkü hala o bestenin Edip Ağabeye ait olduğunu sanan bir kitle var. Sağlık olsun demiştim ben de. Varsın söyleyen şarkıcı ile anılsın ama anılsın. Doğru bir iş yaptığımı bileyim, bu yeter. Çünkü statlara, sokaklara, mitinglere, gönüllere bir şarkıyı zorla benimsetemezsiniz. Bunu bilmek, bunu yaşamak az şey değildir. Benim kuşağım kartonet okuyan bir kuşaktı. Yani esere kimler imza atmış, kimler çalmış, kimler yazmış bilirdi çoğunlukla. Şimdi de var bakmayın siz. Sayıları az belki ama kıymet verenler hep var.

MG: Geçtiğimiz günlerde İstanbul’u terk ederek İzmir’e yerleştiniz. Hâlbuki müzik ve sanat açısından İstanbul bu işlerin piyasası konumunda. Sizi Ege’ye İzmir’e getiren sebepler nelerdir? Kısa bir süredir İzmir’desiniz ama kent ve insanları hakkında ilk izlenimleriniz nelerdir?

AMA: Artık İstanbul müzik ve sanatın merkezi falan değil. Aslında hiçbir yer değil. Piyasa anlamında da değil. Dijital bir çağda yaşıyoruz artık. Benim ikinci albümüm “sessizşehir” in altyapıları Londra ve İzmir’de yapıldı mesela. Dosya alış verişi ile bir albümü bitirmek, hatta yayınlatmak mümkün artık. Öte yandan son yıllarımda pek evden çıkan biri değildim. Yani üniversite yıllarımdan beri bulunduğum şehri artık tüketmiyordum. İstanbul’u unutmam mümkün değil ama artık ne güvenli bir şehir ne de yaşanılası bir yer. Asık suratlı ve gergin insanların şehri oldu artık. İki yıl önce “sessizşehir”in şan kaydı için İzmir’e gelmiştim. Yaşadığım şeyi anlatayım sana, beni anlayacaksın; o günkü stüdyo işimizi bitirdik arkadaşlarla, vapur iskelesine doğru gidiyoruz, aracımız karşıda. İskeleye yakın bir bankta oturan bir kız dikkatimi çekmişti uzaktan. Yanından da geçtik, sonra vapura bindik. Vapur kalkana kadar da izledim kızı. Kitap okuyordu ve bir yandan bira içiyordu. Nerdeyse yirmi dakika boyunca yanına hiç gelen giden olmadı. Arkadaşlarıma kızı göstererek dedim ki; “bu kız eğer İstanbul’da herhangi bir yerde falan da değil, Bebek’te hatta Arnavutköy’de aynı şekilde otursa daha dakikası dolmadan rahatsız eden illa olurdu. Evet, beş ay kadar oldu İzmir’e geleli. Gayet de memnunuz eşimle. Kültürle, sanatla iç içe yaşayan bir şehir burası. Ve rahat bir şehir, yaşaması eziyet olmayan bir şehir. Fena halde de Selanik’e benziyor, daha ne olsun…

MG: Günümüzde toplumun sorunlarına değinen yani toplumcu sanat bütün mecralardan kovulmak üzere ve çok yönlü bir kuşatma altında. Kültür endüstrisinin yarattığı süreçte bir meta haline gelen sanat ürünün niteliğini göz önüne alırsak piyasacı sanata karşı nasıl bir tutum geliştirilebilir? Özellikle müzik alanında popüler kültüre bir karşı nasıl bir duruş sergilenebilir?

AMA: Kitap okuyan, müzik dinleyen ve idealleri olan bir genç olarak üniversitede okumak için İstanbul’a ilk geldiğim günlerde umutluydum. Müzik alanında bir şeyler yapmak istiyordum, kendimin nerede olduğunu görmem için aynalara ihtiyacım vardı. Çalmadık kapı bırakmadım, kısa sürede çok insan tanıdım. 19 yaşımda ilk bestelerim yayınlandı “yeni gelen güne türkü” albümünde. Şairler, müzisyenler, yazarlar tanıdım. Bilmiyorum başka bir ülkede örneği var mıdır benim hayal kırıklığımın. Müzisyenler, şairler, yazarlar benim uzaktan tanıdığım insanlar gibi değillerdi. Anladım ki adına piyasa denen nane pazarlıyor ve dönüştürüyordu çoğunu. Memleket nasılsa, sokak nasılsa sanatçıları da öyleymiş meğer. Sonuçta onlar bizim içimizden çıkıyor. Piyasa hep olacak, piyasacı sanat hep olacak, popüler kültür de öyle. Onlara karşı bir özel duruş sergilemeye gerek var mı bilmiyorum. “kendi olmak” tan geçiyor aslında her şey. Oysa bizde herkes birbirini izliyor, taklit ediyor. Durup, kendi içine, özüne bakan, bakabilen o kadar az ki. Benim kıymet verdiğim ve hala saygıyla andığım Kazım Koyuncu ne güzel söyler; “ devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur.”

MG: İnternet iletişim ağlarının gelişmesi özellikle müzik piyasasını derinden etkiledi. Bu etkiyle birlikte müzik piyasasında bir takım değişim ve dönüşümler başladı. Artık müzik albümleri dijital platformlarda paylaşılıyor. Bu değişim ve dönüşüm bir besteci aynı zamanda icracı bir sanatçı olarak sizi nasıl etkiledi?

AMA: Bu değişimin olumsuz olduğu kadar olumlu tarafları da var. Bir müzisyen artık müzik şirketlerine bağlı olmak zorunda değil. Bağımsız şekilde, dijital yayıncılara cüzi miktarlar ödeyerek ürettiklerini tüm dünya ile paylaşabilir ve telifi küçük kesintiler dışında tamamen kendisine döner. Bu, az bir imkân değil.

MG: Şimdiye kadar birçok çağdaş şairimizin şiirlerini bestelediniz. Meydanlarda mitinglerde kitleyi coşturan şarkılardan biri de Nazım Hikmet’in “Güzel Günler Göreceğiz” şarkısı. Şiirden şarkı bestelemek hele şiirini içeriğini bozmadan çok da kolay bir iş değil. Sizin başarılı çalışmalara imza attığınız bu tür beste çalışmalarındaki zorluklar nelerdir?

AMA: Her iyi şiir kendi müziğini içinde taşır zaten. Ama o şiire ait müziktir. Önemli olan sendeki nedir, onu arayıp bulmak lazım. Bir süre o şiirle yaşayıp, o şiirle yatıp kalkmak lazım. Bazen de daha şiirle ilk karşılaşmada akıp giden şeyler olabiliyor. “güzel günler göreceğiz”in ilginç bir hikâyesi vardır, anlatmak isterim. İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünde okurken Tarlabaşı’ında kaldığım eve yürüyerek gidip geliyordum. Beyazıt-Tarlabaşı arasında böyle gidip gelirken içimde Nazım Ustanın şiirini taşıyordum. Ritmine dikkat ederseniz marştır, ritmik yürürken öyle oluşmaya başladı. Bir gün yoldayken şarkının bittiğine inandım ve bu iş tamam dedim. O kadar güzeldi ki ağlayarak yürüdüm o gün. O zamanlar cep telefonu yok, kaydedemiyorum hemencecik, belediye konservatuvarı yarı zamanlı şan bölümüne yeni başlamışım, henüz solfej bilmiyorum. Sözler var diye unutmam sandım ve evde de teybe falan kaydetmeden uyudum. Sabah kalktığımda hatırlamaya çalıştım, ne yapsam olmadı. Okula gitmek için yola düştüm, yolda gelir dedim, o da olmadı. Dün sevinçten ağlayan ben, o gün üzüntümden ağlıyordum. O büyük üzüntüm günler sürdü. Üç ya da dört gün sonra yine yoldayken omzuma bir kuş kondu. Bu kuş, işte senin de bildiğin, insanların da bildiği o besteydi. Beni güzelliğiyle ağlatan eskisini hatırlamaya çalışırken geldi bu. Hala bilmem o ilk kuş nasıl bir şeydi, neye benzerdi. Ama güzeldi, çok güzeldi. Ne yazık ki uçtu gitti gökyüzüne…

MG: Son albümünüzün tanıtım yazısında: ”Alp Murat Alper’in, içinde “Güzel Günler Göreceğiz” adlı sevilen şarkısının olduğu “Mayısta Gönlüm Delidir” den sonra ikinci albümü “Sessizşehir” dijital ortamlarda erişime açıldı. Öncekinden farklı müzikal kaygılarla, Ahenk Müzik etiketiyle yayınlanan bu albümde 8 şarkı yer almakta.” denilmekte. Burada öncekilerden farklı kaygılarla ortaya çıkan yönelimden ne anlamalıyız? Biraz bu cümleyi okuyucularımız için açabilir misiniz?

AMA: 15 yıl kadar piyasadan uzak kaldım. Bu bir tercihti. Başka arayışlar içindeydim kendimle ilgili. Sonra tekli şarkılarla döndüm. “yol yeniden” şarkım bu anlamda ikinci bir merhabadır. Ardından başkaları da geldi: “yan koca dünya”, “hapishane şarkısı”, “deniz kokusu” gibi. Bu dönemde Erkan Güneş, Canan Sağar gibi müzikteki yoldaşlarımı tanıdım. Canan yoldaşımın ön ayak olmasıyla albüm fikri oluştu bende. Düzenlemeler için hayat yoldaşı İbrahim Kırılmaz’ı önerdi bana. Onlar Londra’da yaşıyorlar. Üç yıl önce Foça’da yazlıklarında buluştuk ve ben İbrahim kardeşimi öyle tanıdım. Daha ilk andan sevdim, ısındım O’na. Müzikteki kaygılarımız, düşüncelerimizin benzer olduğunu fark ettik. Bu benim için çok önemliydi. Düzenlemelerle ilgili kafamızdakileri konuşurken bir gün şöyle dedim O’na; “odasının bir köşesinde elinde gitarıyla oturmuş bir adam düşün. Bu adam, loş bir ışıkta, bağırmadan, çağırmadan, usul usul şarkılarını söylüyor. Düzenlemeler böyle bir atmosferi vermeli.”

İşte buradan hareket ettik. Sağ olsun, o da beni anladı. Önceleri şiirlerden yaptığım besteler çoğunluktaydı. Artık kendi sözlerimi de yazıyordum ve bunların da çoğu kendimden hareketle dokunduğum temalardı, bireyseldi yani. “Sessizşehir” deki Ömer Hayyam’a ait olan “hekim hasta olunca” nın dışındaki tüm sözler de bana aittir. Böyle bir farklılık vardı yani. Farklı müzikal kaygılar dememden kasıt buydu.

MG: Günümüz şairleri arasında severek okuduğunuz, müziğinize kardeş saydığınız yani kendinize yakın bulduğunuz şairler var mı? Bu yakınlığı belirleyen ölçütler nedir?

AMA: Olmaz mı, var tabi. Birhan Keskin başta olmak üzere çok sevdiğim, bana çok şey katan şairler var. Şükrü Erbaş üstadım var mesela. Kendisini tanıma şansım oldu. İyi ki Türkçe dilinde şiir yazıyor. Bu bakımdan çok şanslıyız.

MG: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

AMA: Bu güzel sorular ve röportaj için sana teşekkür etmek isterim. Sağ olasın, var olasın Mustafa Kardeşim. Yine görüşmek üzere…